Kenan Demirtaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kenan Demirtaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2020 Cuma

Sen aya çık da istersen sol ayağınla çık

Kenan Demirtaş Hoca'nın kavramlar üzerine yürüttüğü o kıymetli çalışma sırasında farkedip anlattığı birşey vardı: "İnayet kısaca 'nizam' demektir." Tabii kendisi bu keşfini nurculara bile anlatmakta zorlandı. Çünkü alışıldık manası şu idi: "İkram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış..." Halbuki alıntı da yapıyordu: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir." Yazının içinde tekrar bu konuya dönemeyeceğim, ama bu yazıyı okuyanlar, belki nizamın neden 'inayet' olduğuna da bir işaret bulacaklar. Uyarmadan yazıya girmeyeyim dedim. Uyardık. O zaman başlıyoruz. Bismillah.

Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı Puzzle filmi hakkında daha evvel bir yazı karalamıştım. (Şimdi arşivime baktım. 9 Mayıs 2019'da yazmışım. Yani neredeyse tam bir yıl önce. Başlığı da şu: Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin.) İkincisini de yazacağımı vaadetmiş fakat yapamamıştım. Macdonald'ın, satışa çıkardıkları gölevinin önünde, "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevap üzerine söyleşiyorduk: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."

Yeri gelmişken yazının ahirine bıraktığım 'not'u da tırnaklayayım: "Bu filme dair şu yazdığım yazı 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken'e dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası yapıyor. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan."

Zaman geçti. Havam dağıldı. Yazamadım. Ve İrfan Han öldü. Filmi/yazıyı yeniden hatırladım. Sonra twitter'da dolaşırken Âdem Hanbaba (@AdemHanbaba) isminde birisinin yazdığı şu twiti görüp yeniden gayrete geldim: "Tuvalete hangi ayakla girileceğini bile dini konu yapan bu ümmet, Kur’an’ı nasıl anlasın? Nasıl teknoloji üretsin?" Bu süper ilmî(!) tesbit beni önce Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersine götürdü. Mişkatü'l-Mesabih'in Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadisle başlayan ders, aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne 'bâtıl psikolojisi'nin çok da değişmediğini gösteriyordu. Özetleyeyim: Bir müşrik, Selman radyallahu anha, alaycı bir üslûpla soruyordu ki: "Arkadaşınız (Aleyhissalatuvesselamı kastediyor) tuvalette dahi ne yapacağınızı öğretiyormuş ha?"

Tam bu noktada Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şey şu idi: Selman radyallahu anh bu alaycılık karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan diyordu ki: "Evet. O bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması 'temizlik adabı'na dair içerdiği bilgilerden ötürüydü. Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün nakiller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sırf bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet âdâbı da vardı. Hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de. Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise baştaki sorudan anlıyoruz.

Şimdi bu Hanbaba kardeşimiz de, yazık, orijinal birşey söylediğini sanıyor işte. Okumadığından bilmiyor. Halbuki tekrardan ibarettir. Yani söylemi esasında bir 'sapkınlık klişesi'dir. Selman radyallahu anh ondört asır önce gereken cevabı vermiştir. Ama yanak dediğin kolay kolay eskimez. Hak aşkına bir tane biz yapıştıralım. Yapıştırmaya da mürşidimin şu metniyle başlayalım: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa. Yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

Dâhilerin hayatlarına dair okuma yapanlarınız varsa bilirler. 'Neredeyse ortak' diyebileceğiniz şöyle bir özelliklerine sıkça rastlarsınız: Hayatlarında ayrı ayrı dikkat edilecek detayları azaltmaya çalışırlar. Mesela: Einstein'ın 'her sabah ne giyeceğini tekrar tekrar düşünmemek için' giysi dolabını aynı takım elbiseden birçok adetle doldurduğu söylenir. (İlgili bir makelede yirmi takım olduğu söyleniyor.) Yakın tarihe gelirsek: Oracle'ın kurucusu Larry Ellison, Google'ın kurucusu Sergey Brin, Segway'in mucidi Dean Kamen, Microsoft'un ceolarından Satya Nadella, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, Apple'ın kurucusu Steve Jobs ta benzer kaygılarla aynı tür kıyafetlere dadananlardan. Uzatmayayım. İnternette şöyle bir aratınca konuyla ilgili epey bir done bulabiliyorsunuz zaten.

Benimse bununla varmak istediğim hakikat şu: Tuvalete hangi ayakla gireceğini 'belirli kılma'nın Kur'an'ı tefekkür etmeyi veya teknoloji üzerine çalışmayı zorlaştırdığını kim söylüyor? Sandalyesinin sırtlığından başka neye dayanarak? Hatta, aksine, hayatın geri kalanında 'izlerinin sıhhati konusunda hiçbir acaba olmayana tâbi olma'nın, yoğunlaşılmak istenen başka alanlara zaman/dikkat kazandırdığı söylenemez mi? Zihnî gayretin dağılmasını engellediği savunulamaz mı? Bana gayet savunabililiriz gibi geliyor. Çünkü esasında gündelik yaşamın her alanında biz zaten birilerinin sünnetini 'kolaylaştıcılar' olarak kullanıyoruz. Sözgelimi: Başımız ağrıdığında gidip eczaneden ağrıkesici alıyoruz. Yeni baştan oturup ağrıkesici keşfetmiyoruz. Olanı tüketiyoruz. Tıbbın sünnetine uymuş oluyoruz. Yine trafikte ilerlerken tâbi olduğumuz yasaları tekrar tekrar baştan ele almıyoruz. Otoritenin belirleyiciliği işimizi kolaylaştırıyor. Herkesin norm kabul ettiği sistem içinde daha rahat hareket edebiliyoruz.

Yani Hanbaba efendinin tamba da tumba salladığı mezkûr Kur'an Müslümanı klişesinin özünde bilimsel hiçbir karşılığı yok. Çünkü bilim hep öncesinin sünnetinden faydalanarak ilerliyor. "Atomun proton-nötron-elektron değerlerinin nasıl yazılacağını bile bilimin konusu yapan bir ümmet nasıl gelişsin?" falan denmiyor. Aksine, yazım sistemini 'norm' kabul edilerek, üzerine yoğunlaşılacak şeyler azaltılıyor. Dikkatini hususi meşgale alanına kaydırıyor. Yani her defasında yeni sistem kurmuyor. Sistemin kendisini yolculadığı yerden seyahate devam ediyor. Aferin bilimselliğin sünnetselliğine.

Yalnız bilim mi böyle? Yok. Hayır. Edebiyat da öyle. Hangimiz yeni metin telif edeceğinde yeni dil inşa ediyor? Hayır. Anlamıyla, alfabesiyle, imlasıyla ve noktalamasıyla bir dilin sünnetini takip ediyoruz. "Tuvalete sol ayakla girilmelidir!" deniyor sol ayakla giriyoruz. Pardon. "Yazmaya soldan başlanmalıdır!" diyor öyle yazıyoruz. Virgülün, noktanın, soru işaretinin vs... Hepsinin konulacağı yerleri bizden evvel norma bağlıyor. Biz de arkasından yürüyoruz. Böyle yapmak işimize geliyor. Çünkü öncemizde kurulmuş bir sistemin içinde hareket ediyoruz. En başa dönmemiz gerekmiyor. 'Acaba'lar azalıyor. Hem muhataplarımız da bu sistemin içinde oldukları için mesajlarımızı kolay anlıyorlar.

Her yerde geçerli olan (hem de hoşumuza da giden) bu yolu, mevzu Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi olunca, neden kaldıramıyoruz? Neden aklımız almıyor? Neden işimize gelmiyor? Cevabını yine ben vereyim: Çünkü yolumuz yol değil. Birşey üretmek peşinde değiliz. Varmak niyetinde değiliz. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmak derdindeyiz. Normlar işimize gelmiyor. Yoksa İslam medeniyeti dediğimiz, turistlere gösterirken göğsümüzü kabarttığımız, övündüğümüz, şişindiğimiz neyimiz varsa ümmetin 'taklid dönemi'nde inşa ettiğini gayet iyi biliyoruz. Demek: Taklid 'durmak' anlamına gelmiyor. 'Belirgin usûller-uygulamalar-bilgiler sahibi olma' anlamına geliyor. Zaten taklidin bozulmasından değil mi ki şimdilerde ancak çenemiz çalışıyor da hiçbirşey üretemiyoruz. Sabah en erken kalkan sözde ilahiyatçı, darbe dönemlerinde erken kalkan generalin darbe yapması gibi, dinden birşeyi inkâr ediyor. Öteki peşinden daha ileriye gidiyor. Beriki daha da gaza geliyor. Sonuç? Sonuçta hiçbirşey yok. Demagoji var. Yıkım var. Toz var. Duman var. Gelişme yok. Samimiyet yok. Yok, yok, yok.

Hasılı bu 'Hanbaba'ların Dembaba kadar imanı olmadığı için kendi işlerine baktıkları yok. Habire ihtisasları olmayan mevzuları karıştırıyorlar. Öncekinin belirginliği yıktıkları için de ileriye bir adım yürüyemiyorlar. Öyle ya: Önüne, yüz sorudan doksanının doğru cevaplandığı bir kağıt gelse, sen kalanları rahat rahat cevaplamaya çalışmak yerine tutup önceki doksan soruyu yeniden çözmeye çalışsan, üstelik işaretli cevapları da beğenmesen, o öğrenciliğin nasıl bir şekle girer? Sünnete ittibaı midesi kaldırmayan şaşkınlar verdiğim bu misalde imanlarını görsünler. Baksınlar: Ne şekle girmiş? Hasılı: Hanbaba kardeş, sen aya çık da, istersen sol ayağınla çık. Sıkıntı yok.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kurban, ama neden?

"(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. 'İşte şimdi gerçeği anlattın' dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." Bakara sûresi, 71.

Biz küçükken “Kurban kesimi esnasında çocuklarınızı uzakta tutun!” tarzında uyarılar olmadığından izlerdik. Çoğunlukla meraklı gözlerle izlemişimdir. Ama bir keresinde evsahibimiz Ali amcanın (Allah gani gani rahmet eylesin) birkaç gündür beslemekte ve oynamakta olduğumuz koçu kesişine dayanamamış, tüm çocuklar ağlamıştık. O zaman Ali amca bize şöyle demişti: “Üzülmeyin evladım, şükredin. Onlar kendini feda ediyor. Eğer onlar kesilmeseydi, siz kesilecektiniz.”

Bu cümleler aklımda, büyüdüm. Camiye gittiğimiz vakitler, hocaefendiler, Ali amcanın aslında ne söylemek istediğini daha etraflıca ifade ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.) kıssasını, Hz. İsmail tam kesilecekken bıçağın tersyüz olmasını ve Hz. Cebrail’in (a.s.) bir koçu onun yerine getirişini naklettiler. Ve eklediler: “İşte bugün kestiğimiz kurbanlar da o gün yaşananların bir nevi tekrarıdır. Evlatlarımızın yerine Allah bu kurbanları istiyor bizden. Eğer o kurbanlar olmasa, belki bugün bile çocuklarımızı kurban ediyor olacaktık.”

Şu kulaklar, yaşadığı yıllar boyunca yalnız bu izahı duydu kurban konusunda. Evet, kurbanın pekçok hikmeti vardı. İnsanlar yardımlaşıyor, fakirler hatırlanıyor, toplum kaynaşıyordu. Ama başka türlü de sağlanamaz mıydı bu?

Orada hâlâ bir boşluk hissediyordum. Kurban hadisesini yıllar boyunca Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.) ekseninde anlatanlar sanki gönlümdeki o boşluğu dolduramıyorlardı. Hatta (yaşanmış bir olaydan sinemaya aktarılan) Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Adak filmini izledikçe daha bir kötü oluyordum. Daralıyor, daralıyordum: “Allahım ne olur bir cevap!” diye inliyordum. Bu böyle sürüp gitti. Ta ki, Yirminci Söz’ü, Kenan Demirtaş ağabeyden ders alana kadar.

Yirminci Söz’ü okuyanlar bilirler. Kur’an’daki kıssaların ve bize garip gelebilecek benzetmelerin hikmetini anlatır o güzel söz. Onların alelade hikayecikler olmadığını, her birinin bütün zamanlara, mekanlara ve insanlara hitap eden kanunların uçları mesabesinde olduğunu söyler. Hatta Kenan ağabey o kısmı anlatırken Newton’un başına düşen elma hikayesini kullanır ve eklerdi: “Bizim için bir insanın kafasına elma düşmesi hadisesi sıradan birşeydir. Ama Newton’un başına elma düşmesi hadisesini her kime anlatsanız, azıcık fiziğe dair malumatı varsa, aklına hemen yerçekimi kanunu gelir. Yani o kıssa yerçekimi kanunun ucu olmuştur. İşte Kur’an kıssalarında böyle çok kanunlar var.”

Ve ondan sonra İkinci Nükte. Yani Hz. Musa’nın kavmine 'bir sığır kesmelerini emretmesi' hadisesinin arkaplanı. Bakara suresinin sırrı. Ucu gösterilmiş o kanun. Ve o kanunda inkişaf eden kurbanın hikmeti. Evet, benim içimde “Neden kurban kesiyoruz?” sorusunun cevabı, ancak o nükteyi okumakla berraklaştı. Ne yalan söyleyeyim, bana kurbanın hikmetini Hz. İbrahim efendim değil, Hz. Musa efendim anlattı.

Demek ki insanda rağbet ettiği veya muhtaç olduğu şeye tapma hissi vardı. Mısırlılar da o devirde ziraat için sığırlara muhtaç olduklarından, onlara duydukları muhabbet tapma seviyesine varmıştı. Aynı topraklarda yaşayan İsrailoğullarına da bu hastalık bulaşmıştı. Ve Hz. Musa (a.s.) hikmetli bir olayın neticesinde onlara bir sığır kestirerek kalplerinde o hayvanlara tapmak derecesine varan sevgiyi kesip atmıştı. Atmıştı ki, Samiri’nin yaptığı o buzağı heykelinden sonra bir daha İsrailoğulları hayvanlara tapmadılar.

Demek kurban bunun için vardı. İnsanın kalbinde ziyade sevgisiyle tapmak derecesine gelebileceği bir mahluku öldürmesiyle aslında o hayvan değil, kalbindeki put devriliyordu. Seciyesinde ortayı çıkmayı bekleyen bir hastalık ilaç buluyordu. Hem bu yönden düşününce belki zekat da mal hırsının boynunda bir bıçaktı. Namaz da bir günde hayatperestliğe/zamanperestliğe vurulmuş beş bıçaktı. Oruç da nefisperestliğimize bir ay satır çalıyordu. Hac da mekanperestliğimize kılıç vuruyordu, vesaire.

Her birisi aslında bir hikmete binaen aşırılıklarımızı törpüleyen, sınırlarından taşmaya meyyal olan fıtratımıza haddini bildiren şeylerdi. Ve ancak nükteyi okuduktan sonra kalbim böylesi bir itminana erdi. Bediüzzaman’ın ibadetlere dair şu sözünü de anlamamı sağladı bu nükte: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.”

Evet, hakikaten de ben muhtacım o ibadetlere. Her birinin bana öğrettiği, bende sınırladığı ham yanlar var. Gariptir, ben Bediüzzaman’dan başka kurban hadisesini böyle ele alan duymadım. Vardır belki de ama okumadım. O yüzden bu nükteyi, kurbanın hikmetini anlama ve anlatma noktasında da kıymetli buluyorum. Bugün Hindistan gibi yerlerde hâlâ hayvanlara tapan, kutsal sayan insanlar varsa sanıyorum biraz da bu sırdan nasiptar olamayışlarından. Kimbilir? O bölgelerde kurban bayramlarında yaşanan tartışmalar sanıyorum biraz da bunun altını çiziyor.



Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...