Ebter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ebter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2018 Cuma

Çaktırmadan 'tefsir' olur mu?

Bazen oluyor, mürşidimin, bazı Kur'an ayetlerini ve/veya sûrelerini 'onları tefsir ettiğini söylemeden' tefsir ettiğine şahit oluyorum. Daha doğrusu, onlar öylece duruyor da, ben yeni farkediyorum. İşte, bunlardan birisi, bugün hakkında yazacağım Kevser sûresidir. Gerçi aynı konuyu daha evvel de kaleme getirmeye çalışmıştım, fakat bu metni farketmeden yapmıştım o zaman. Demek, varlığını sezmişim, ama teşhis edememişim. Şimdi o metinle birlikte konuşmayı deneyelim. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Peki, Risale-i Nur'da, Kevser sûresinin 'çaktırılmadan' tefsir edildiği yer neresidir? Bencileyin orası 24. Mektub'un Birinci Makam'ının 5. Remiz'idir. Ki şöyle başlar:

"Madem Cenâb-ı Hak var; herşey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücuda intisap var; herşey için bütün eşya var. Çünkü, Vâcibü'l-Vücuda nisbetle herbir mevcut, bütün mevcudata, vahdet sırrıyla bir irtibat peydâ eder. Demek, Vâcibü'l-Vücuda intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcut, sırr-ı vahdetle, Vâcibü'l-Vücuda mensup bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek herbir şey, o intisap noktasında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevâller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır."

İşte, bence, burası tastamam 'Kevser' kavramının bir tefsiridir. Çünkü Kevser, Efendimiz aleyhissalatuvesselama ahirette verilecek bir bereketli havuz olmasının yanında, onun varoluş şeklidir. (O bizim kevserimizdir.) Hatta, biraz daha ötesi, bize kattığı/öğrettiği varoluş şeklimizdir. Zira ancak onun öğrettiği şu 'intisab' sırrıyla bizler anlık varoluşlarımızı sonsuzluğa taşıyabiliriz. Yoksa, eğer onun ders verdiği varoluş şekli olmazsa, dünyevî bütün varoluşlar aslında soyukesikliklerdir. Ebterliklerdir. Aynı bahsin devamında denilir:

"Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevâllere ve ademlere mazhar olur. Çünkü, o halde, alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için, ehl-i hakikat demişler ki: 'Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.' Yani, Vücud-u Vacibe nisbetle bir an vücut, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır."

Burada özellikle 'vücud-u münevver' ve 'vücud-u ebter' tabirlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Zira bence Kur'an da, kâfirlerin, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı 'varoluş süresi/şekli' üzerinden (yani erkek çocuğu olmaması üzerinden) yermesine, 'asıl/devam edecek vücud şeklinin ne olduğunu' hatırlatarak cevap vermektedir. Hemen mezkûr sûrenin kısa bir meailin alıntılayalım: "(Resûlüm!) Kuşkusuz sana Kevser'i verdik. Şimdi Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl ebter (soyukesik) olan, şüphesiz, sana kin besleyendir."

Evet, asıl soyu kesikler onlardır, çünkü varoluşun hakiki şeklini reddetmişlerdir. Sonsuzla bağ kurmayı öğreten o Nebi-i Muhterem aleyhissalatuvesselama düşman olmayı seçmişlerdir. Onun düşmanı olan elbette Allah'ın da düşmanıdır. Allah ise düşmanlarına varlık hazinelerinden bahşetmez. Kaç sayıda çocuğu, kaç kişilik aşireti, kaç yıllık ömrü olursa olsun. Madem ki, sonsuzlukla bağı kopuktur, o halde bu dünyada varlık gibi görünen halleri de yoksunluktur. Tuttuğu dikenlerin sayısı ancak yaralarının sayısını arttırır.

Hem burada 'namaz' ve 'kurban kesme'nin birlikte anılması da ayrıca bana sırlı geliyor. Çünkü kurbanın kesilmesi görüşte 'yokluksal' bir eylemdir. Olan, bir canlının ölümüdür. Fakat, o 'yokluksallık/ademîlik' altında bir 'varlık/vücudîlik' hazinesi gizlidir ki, Allah'ın rızası böylece elde edilir.

Hem namaz da, tıpkı kurban gibi, zamana atılmış bir kesiktir. Günü beşe böler. Beş yerinden faniliğin kanını akıtır. Varlıksallık umduğumuz fani iştigallere güzel bir fasıla verir. Fakat onun da bu ara verişi de aslında 'asıl hayra' eriştirişidir.

İşte, Aleyhissalatuvesselamın hayatı da, müşriklerin penceresinden ne kadar ademî/yokluksal görünürse görünsün, varlığın en geniş membaıdır. Hakikatidir. Hakiki varoluşudur. Öyle ki, ancak ona yaslanan varlıklar, ahirette ayakta kalırlar. Böyle olacağı için de asıl soyukesikler şunlardır. Yani onun getirdiği nurdan nasipsizlerdir. O nasipsizlerin kalacağı yurt, yokluğa dair her acının tekrar be tekrar tadılacağı, bir cehennem yurdudur. O Rahman u Rahim bizi öyle kuyularda boğulmaktan korusun. Âmin.

15 Mart 2018 Perşembe

İktidar hayrettedir

Hiç kıvırmaya gerek yok. Hayreti yöneten gayreti de yönetir. Bu hep böyle olmuştur. Bediüzzaman'ın, gerek İçtihad Risalesi'nde 'selefin yetkinliği' ve 'bizim yetkisizliğimiz' hakkında söyledikleri, gerekse II. Dünya Harbi'ne duyulan merakın 'hizmet-i imaniyeye vereceği zararlar' bağlamındaki endişesi, aynı sırrı fısıldar bize: Hayretimiz gayretimizin paçasıdır. Onu kaptırırsak şunu da kaptırmış oluruz. Odak noktamızı yitirirsek (veya başkalaştırırsak), bu, peşinden gelen her çabayı da sürükler. Kendisinin malı yapar.

"Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân'la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi. Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur."

Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi bu noktada kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır.

Bunun benim çocukluğuma bakan yanı ise şöyle: Ben çocukken, bilmiyorum hangi saikle, evliya menkıbesi okumaya pek meraklı idim. Siyer, sahabe hayatı, peygamberler tarihi türü eserlerden sonra en yoğun ilgim menkıbelereydi. (Yahut da çevremde o türden kitapların çokluğu nedeniyle bu ilgim gelişmişti.) Ve ben menkıbeleri okurken şimdi yeğenimin Örümcek Adamı veya Süpermen'i izlerken aldığına benzer bir lezzet alırdım. Özellikle kerametlere dair bahisler ayaklarımı yerden keserdi. Güzel ahlaklarına dair örnekler ruhumu ateşlerdi. Zekalarını kullanış tarzları, hakkı savunmaktaki sebatları, belalara karşı sabırları, ezberlerinde bilgi miktarı ve ilim yolunda girdikleri zahmetler benim için büyüleyiciydi. Eğer hakikaten bir süper kahramanlar dünyasından bahsedilecekse, işte, onlardı. Ben bu hayret ile büyüdüm. Geçenlerde Emirdağ Lahikası'nı okurken farkettim ki: Mürşidim de aynı hayretle büyümüş.

"Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar—onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa, büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı."

Bu hayreti küçük görmemek gerekiyor. Küçükken dünyasına hayretin böylesi nakşolmamış bir çocuğun gayretini sonradan çevirmek de zor. Şimdi bakıyorum, görece dindar yayınevlerinde dahi, böyle evliya menkıbelerini (özellikle çocuklara göre versiyonlarını) bulmak güçleşiyor. Çünkü böylesi bir hayretin o yaşlarda uyandırılması gerektiğine inançlarını yitirmiş durumdalar. Hatta kimi dindar aileler böylesi menkıbelerin çocuklarının kafalarını karıştıracağını dahi düşünüyorlar. (Her nedense evrim ve ateizm üzerine kurulu süperkahraman yapımları değil de bunlar karıştırıyor.) Naklolan hâdiselere 'hurafe' demeyi seçenleri hiç anmıyorum bile. Onların çocuklarının, eğer Allah'tan bir inayet gelmezse, alacakları hal belli. Geçmişe karşı öfke. Köklerine karşı bir tepki. Özlerine dair bir küçük görme. Varacakları yer az-çok burası.

Bu açıdan bakınca 'kültürel iktidar' meselesini artık daha doğru bir zemine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Neden? Biraz da şundan: Eğer sen, köklerine dair bir hayreti uyandırmak yerine, yine ellere hayret uyandırıyorsan; varsın bütün yayınevleri, sinemalar, tiyatrolar senin olsun; iktidar falan elde edemezsin. Öncelikle hayretinin köklerine yönelmesi gerek. Ve yönlendirmesi gerek. Diğerlerinin öncelikle senin gözlerinden düşmesi gerek. Fakat şimdi bakıyorum: En çok 'kültürel iktidar' meselesini atıf yapanlar aynı zamanda takdiratını en çok dağıtanlar. Sen bu hayret üzere gidersen gayretin nasıl 'senin iktidarını' netice verebilir ki? Yapabileceğinin en ilerisi gayrının iktidarını tahkim etmek olur. Çünkü sen, aynı iktidarın isminin üzerinden görünürlüğünü istiyorsun, hakiki hayretini istemiyorsun. Ebterliğin kaçınılmaz senin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...