14 Nisan 2014 Pazartesi

Allah, robot istemiyor

"Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez."
Bakara sûresi, 185'ten...

Bediüzzaman'ın, Risale metinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini' tarif ettiği bir yer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: "Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."

Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir' ile 'iltizam değil, iz'andır'a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat'taki 'dimağdaki meratip' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, aklın uygun görürse onu onaylar, sonra kalbin onu onaylar, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Hareket tarzın ve tefekkürün birleşir.

Devamında bu meratipten sâdır olan halleri de ifade eden Bediüzzaman der ki: "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir." Kısaca izah edersem: Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yanetkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde (hayal etme aşaması) takılma, safsataya götürür insanı. İltizama (gereğini yapma aşaması) hızlı geçiş ise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) ve iz'an (kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir ve iyi anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.

İkisi de 'anlamak' manasına yakın iz'an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz'de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:

"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."

İşte, 28. Mektup'ta "Sözler tasavvur değil, tasdiktir. (...) İltizam değil, iz'andır..." derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid-i kâmilin, öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığını da işaretler bence: "Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz'anı da olsun." Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terketmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer de neyi, neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir. Zorunluluktur bu.

İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz'ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: "Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.

Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:

"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."

Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:

"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."

Tam tarif edebilecek miyim, bilmiyorum: Allah, robot istemiyor. Melekler, robot değil. Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, gönüllerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Mürşidler mürşidi, doğru yolu göstericilerin doğru yolu göstermeyi Ondan, vahyinden öğrendikleri Allah'ın, tıpkı yukarıda hakikat mesleğinin esaslarında konuştuğumuz gibi, melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir.

Ben bu kıssayı ne zaman okusam, kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun söylediklerini. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu; iltizamla yetinmeyin' diyorsun. Ne büyüksün Allahım ve ne kadar dengelisin! Seni kusurlardan, dengesizliklerden tenzih ederim."

İşte böyle arkadaşım: Böyle güzel, yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, O dedi diye kabul etmemizi istemiyor, bir de tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan, böylesi güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!"

Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun; zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla, melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi bize ihtar eden odur. Ve veyl olsun o kimseye ki arkadaşım; profesör olmuş, yazar olmuş, abi olmuş, imam olmuş, bilmem ne olmuş; hâlâ mürşidinden delil istemiyor. "Bir bildiği vardır..." diyerek robotçasına takip ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...