Öpücük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öpücük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2014 Pazar

Bir öpücük, tek ağaç

Kalemimde bir dağınıklık var ki, çokları bundan şikayetçidir. Ben de bir yönüyle şikayetçiyim. Çünkü asıl anlatmak istediğime gelmekte zorlanıyorum. Bazen yetiştiremiyorum da. Uzadıkça uzuyor, yoruluyorum. Kafamda gezineni avlamak için yazdığım her metin; o maralın arkasında dolaşırken yüzüme gülen her diğerinin peşine takılmayı da terketmediğim için sırf, dağınık şeyler anlatıyor. Bir onu söylüyor, bir bunu söylüyor. Böyle hoplayıp zıplarken yoğunlaşmak da mümkün olmuyor.

Çocukluğumdan beri, faydalarını ezber etsem de, kalıplara giremiyorum. En nihayet, göstermek istediğim gül, gizemini merak ettiğim her çeşit ot içinde karışıyor. Elimdeki bukette ya görünüyor ya görünmüyor. Hemen görmeyen acemi bahçıvana merhamet etsin, biraz daha arasın. Gören de "Bu demet yalnız güldür!" demesin, diğerlerine de baksın. Bu âlem 'birbirine bakar şe'n ve namlar' ülkesidir. Bir definenin içine düşen elbette hangisini alacağını şaşırır! Yazdıklarım, bir şaşırmışın notlarıdır.

"Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor?' Bilirim ki; kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle..."

Bir yönüyle de razıyım böyle yazmaktan. Çünkü 13. Söz'de 'intizamsızlık içinde kemal-i intizam' dediği şey Bediüzzaman'ın, sanki bu 'hikmetli gelişigüzellik' (ironinin farkındayım) içinde kendisini ortaya koyuyor. Bir kalıpsız serbestî ki, fıtrat belki ancak o serbestî içinde bulduğu rahatla kendi hakikatini ortaya koyuyor, görevini tam yapıyor:

"(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.
"

İşte benim yazmakla halim de 'su gibi, hava gibi, nur gibi...' Tutmak istesem, kalıplara sokmak istesem, durmaz ki onlar öyle yazayım, mahvolurlar. Mecburen ve memnuniyetle 'külliyetle ona dalmak' ve sonra 'o rahmet nesimine karşı teveccüh etmek' ve sonra 'kendini ona mukabil tutmak'tır yalnız elimden gelen. Bu üçünü başarmışsam, artık konanın nasıl konduğuna bakmam.

Bu yüzden yazdığım metinler makale, deneme, hatıra, bilmem daha başka kaç tür içinde savrulup duruyor. Bazen makale niyetiyle başlıyorum deneme oluyor. Bazen deneme niyetiyle başlıyorum makale oluyor. Bazen şiir yazmaya çalışıyorum, yazamıyorum. Bazen nesir diye başlıyorum, şiir oluyor. İnsanım işte. Bazen sırf sınırlandırıldığımı, kalıplara sokulmak istendiğimi hissettiğim için kalıpları terkediyorum. Montaigne gibiyim. Hani o der Denemeler'inde:

"Hindistan'a hiç gitmedim. Ömrümün geri kalanında da gitmeyi düşünmüyorum. Ama bir gün biri gelir ve 'Ey Montaigne bundan sonra Hindistan'da şu köye girmen yasaktır!' dese geceleri huzursuz olurum."

Ben de öyle olurum. Çünkü insanın bir gerçeği de yaratılışının taşıdığı ehadiyet cilvesi sebebiyle orijinal olmaktır. Kendinin ilki olmaktır ve öyle kalmaktır. Bu nedenle bir şekilde kırar mutlaka kalıplarını. Hikmetini anlamazsa, kırar. Ta ki, o kalıplandırmanın aslında iyiliği için olduğunu anlayana kadar:

"(...) Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Fakat nihayetinde hepimiz dedemiz Hz. Âdem, ninemiz Hz. Havva gibi âdemîyiz. Ayaklarımıza cennet de serilse, yine yasaklanan o tek ağaca meylederiz:

"Dedik ki: 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.' Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik.
"

İmtihan nedir arkadaşım? İmtihan sırf cezalandırma mıdır? Eğer böyle düşünüyorsan yanlıştasın. Bence biz bu dünyada ceza çekmiyoruz, eğitimden geçiyoruz. Allahın bizim için kötü olduğunu söylediği şeylere gerçekten 'kötü' muamelesi yapabilmek; Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi; arkasında bir ceza olduğu için değil yalnız, 'kötülüğü canı istemediği için yapmamayı öğrenebilmek' amacıyla buradayız.

Taklitten tahkike geçeceğiz. Bize emredilenin bizim için olduğunu, bizim menfaatimize olduğunu ve ona uygun davranmakla hakikaten insan olacağımızı öğrenmek için buradayız. Varoluşumuzun bir yanı özgürlük yani, fakat bir yanı da eğitim. Had konulmamış kuvvelerin eğitimi. İstidatların inkişafı eğitimi. Sonsuz hayat eğitimi. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Cennet tembellik mekanı değil. Öğrendiklerimizi uygulama yeri. Mektep burasıydı yani, meslek orada.

Bu arada arkadaşım, nedense her okuyuşumda Hz. Âdem, Hz. Havva ve o tek ağaç kıssasının bir dersini sakladığını düşündüğüm bir yeri de alıntılayacağım:

"Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi 'of, of' deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.
"

Sen bizi küçük gördüklerinde boğulanlardan eyleme Allahım. Bir öpmeye, tek ağaca kapılanlardan eyleme.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...