Şeytan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şeytan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2016 Cuma

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok

"Bizi aldatan bizi kurtarır..." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.

Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:

"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."

Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)

Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.

6 Şubat 2015 Cuma

Parçalarda boğulmak 8: Şirk parçalamaktır

"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Hac sûresi, 31.

20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:

"Hâşâ, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad BÜTÜN netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, HUSUSÎ netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; BÜTÜNÜ de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla BAZILARI yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı rahmet değildir' diyemez, 'Yağmurun halkı şerdir' diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle ONUN HAKKINDA şer oldu."

Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:

"Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar."

Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.

Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:

"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.



19 Ekim 2012 Cuma

Euzü’nün gör dediği...

“Kulun cüzî iradesini sarfettikten sonra Allah’ın onun kalbinde yaktığı bir nurdur” diyor Taftazanî Hazretleri iman için. Bediüzzaman 23. Söz’de bunu “intisap/bağlanmak” olarak tarif ediyor. (Allah ikisinden de razı olsun.) Tabii bu bağlanma, bireyin kendisini Allah’la irtibatlandırması yanında, varlığına şahid olduğu herşeyi de Onu (c.c.) hesaba katarak ele alması, yani Onun öznesi olduğu cümlelerle anlamlandırması noktasına varıyor. Bu noktada, ilk kez Prof. Dr. Faris Kaya’dan işittiğim latif bir gaflet tarifi de zikredilmeli belki: “Gaflet, Allah’ı (c.c.) hesaba katmadan kainata bakmaktır.” Belki küfrü de bu noktada gafletin şuurla ve inatla sürdürüldüğü bir mevkiye yerleştirebiliriz. Nihayetinde küfür de ‘örtmek’ demek. Peki örtülen ne? Bence Allah...

Gerek Taftazanî’nin, gerek Bediüzzaman’ın tariflerinde insanın aktif olduğu ilk adım süreci var. Yani ilk adımı insan atmak zorunda. İnsan, iradesini sarfetmeli ve Allah’ın kalbinde yakacağı nura bir nevi fiili bir duayla yalvarmalı diyor Taftazanî imanın şartı için. Bediüzzaman da imanın meydana gelmesi için kulun bağlanmaya niyet etmesini öngörüyor. Nihayetinde her ikisi de pasifize olmuş bir iradeden bahsetmiyorlar bize. Cebriye gibi değil. Aksiyoner bir yapının Allah’a bu aksiyonun içinde yalvardığı, Onun da rahmet ve keremiyle cevap verdiği bir süreç iman. Hem nurun yanışı, hem intisap... İkisi de birer olaydan ibaret değil, devam edegelen süreçlerden bahsediyorlar.

Bu noktada imanın kalplerde eskimesini bize ihtar eden hadis-i şerifi hatırlayalım. Taberanî’de naklolunan bu hadis, kulun Allah’tan imanının yenilenmesini istemesini de öğütlüyor. Demek ki, iman tek bir andan ibaret değil. Belki Bediüzzaman’ın dediği gibi bir hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar mertebeleri var. Toprağa tohumun atılmasıyla yani intisabıyla başlıyor herşey, evet bu doğru. Fakat bu intisap sadece başlangıç oluyor. Şuurla okuyup okutmak da var.

İbn Arabî’nin ve Fahreddin-i Razî’nin (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen ve Bediüzzaman’ın İbn Arabî yanında durduğu “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” bahsi de belki bu açıdan bakınca daha anlaşılır. Varlığını bilmek ilk adım. Tohumu toprağa atmak. Fakat adımların sonu değil.

Kulun iradesini sarfetmesi gerek... Kulun değişmeye gönlü olmalı... Belki de bu nedenle Kur’an tilavetlerimiz hep şeytandan Allah’a sığınmakla başlıyor. Sığınmak bir kaçışın ifadesi. Bir değişim gönüllüsü olmanın davası. Bir irade sarfı... İnsanı değiştirmek ve yönünü tekrar fıtratına döndürmek için inmiş olan vahyi okumaya, “Allahım ben değişmek istiyorum”un ifadesi olan şeytandan sığınma ile başlamak ne kadar manidar! Ki o Kitab-ı Hakikat de kendi kelimelerinin okunmasını bu güzel şart ile kabul ediyor. Eğer Kur’an okuyacaksan, şeytandan Allaha sığınmalısın. Yani değişime/değişmeye gönüllü olmalısın. Değişmeyi kaçar gibi, sığınır gibi arzuyla istemelisin. Sende şeytanî ne varsa, onları bırakmaya, onlardan Allaha kaçmaya gönlün olmalı. Gönlün yoksa, bu kitabın başında da işin yok. Kelam vahiy de olsa sende tesir etmeyecek. Ebu Cehil’in önünde ay ikiye bölündü de ne oldu? Gözünde sorun varsa, ışığın şiddeti körlüğünü arttırır ancak.

Aslında her kitap için bu böyle. Hangi metni elinize alsanız, eğer onla değişmeye gönlünüz yoksa öğrendiğiniz yalnız malumat olur. İlim ise malumat cinsinden değildir. Hayata aksedendir. Kur’an’ı bize mürşid kılan da değişme talebimizdir. Yusuf aleyhisselam misali “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyenler ancak o bal kasesinden yiyebilirler. “Ben olmuşum” diyenlerin euzü’den nasibi nedir ki, besmele’den nasibi olsun? Önce iradesini, sonra aczini itiraf eder insan euzü ile. “Değişmek istiyorum ama kendim yapamıyorum” der. Sonra Allah kerem kucağını açar ona; “Gel, yine de çekinme kulum. Ben Rahman ve Rahimim” diye. İşte intisap da budur, yanan nur da. Allah azze ve cellenin önünde ‘kendi gerçeğini’ itiraf eden, Allahı da özlediği, aradığı, âşığı olunacak Allah gibi bulur. Çünkü Allah kulunun zannı üzeredir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...