Cemat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2014 Perşembe

Çok kimlikli olmanın kökenleri 8: Abilerin ağalaşması

Fethullah Gülen’e dair en büyük uyanışım; kendisinin, bir zamanlar, bir GYV (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı) organizasyonunda ‘söz sultanı’ olarak takdim ettiği Demirel’e çok benzeyen bir yanı; yani sıkı bir demagog oluşu. Hakikaten Gülen, kafasındaki ‘doğru’ üzerine bütün malumatını evriltip esnetebiliyor. Hatta bu kafasındaki doğruyu da konjonktüre göre aynı hızda değiştirebilme kabiliyetine sahip. Dün ‘ak’ dediğine muhteşem bir sürat-i intikalle bugün ‘kara’ diyebiliyor. Cemaate de bu refleksi kazandırmış.

Prof. Dr. Ejder Okumuş’un (23.01.2014 tarihli) Yenişafak gazetesindeki ‘bilerek unutmanın onulmaz sonuçları’ makalesinden hareketle buna ‘seçilmiş bir unutkanlık’ da diyebiliriz. Bu yeteneğe, kuvveler bahsinde Bediüzzaman’ın verdiği isimse cerbeze veya muğalatadır. Kuvve-i akliyenin ifratından ileri gelir. Şeriatın istediği vasat dairesinde ve vicdanî bir sorgulama eşliğinde dizginlemezseniz, o akıl, kendisine yön soranlara sağı sol, solu sağ tarif edecek kadar hünerler gösterir. Hakikati, pragmatik bir renkle algılar ve algısının rengine büründürür.

Sokratvarî, ‘sorgulanmayan ilmi, ilim kabul etmeyenlerden’ değilseniz, pek çabuk arkasına düşer, izlerini sarhoşçasına takip edersiniz. O da zaman içinde; “Dün dündür. Bugün bugündür...” safsatasını mantıklı gösterebilecek kıvama getirir sizi. O noktadan sonra her yamulma içselleştirilir. Hatta o ihmal ederse, çevresindekilerce fetvası üretilir.

Gülen’in, Taha Akyol ve Cengiz Çandar’la birlikte konuk olduğu NTV programını hatırlayalım. (Merak edenler, bu isimleri beraber youtube’a yazarlarsa bulup izleyebilirler.) Orada Gülen, Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’e karşı duruşunu gayet iyi bildiği halde, başka bir mesele ile ilgili bir Risale metnini, ‘asıl düşmanın Atatürk olmadığı, düşmanlar tarafından dindarların kandırılıp onunla aralarının açıldığı...’ şeklinde şerh etmişti. Hatta hoşgörüsünü İsmet İnönü’ye kadar uzatmıştı. Bunun yanısıra, yine ‘geçmiştekileri kötü anmanın Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı, mümkünse hayırlarının yâd edilmesi gerektiği’ tesbitinde de bulunmuştu.

Fakat Kur’an’da, geçmişteki bir karakter olarak Ebu Leheb’in gayet kötü anıldığını ve daha birçok dalalet önderinin (Firavun, Haman, Calut, Nemrut, Karun vs...) yine Kur'an'da böyle anılmaktan kurtulamadığını hatırladığınızda, aklınıza soru işaretleri gelebiliyor. Ne de olsa yakın tarih, en açığı Dersim katliamı ve Türkçe ezan olmak üzere, yine bu insanların sorumlu olduğu, onlarca zulüm hadisesiyle dolu. Bütün bu yaşananlara rağmen nasıl hâlâ hayırla anılabileceklerini cidden merak ediyorsunuz.

Neyse, bu faslı geçelim. Ben sizi asıl Yavuz Çobanoğlu’nun “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite kitabına götürmek istiyorum. İletişim Yayınlarından çıkan bu eserde Çobanoğlu, Gülen’in metinleri ve ses kayıtları üzerine yürüttüğü emekler eşliğinde, ‘duruşlarını’ ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Benim okurken en çok dikkatimi çekense, Gülen’in yaşadığı değişimlerdi. Mesela Batı’ya yönelik kullandığı dilde geçmişten günümüze çok büyük (yüzseksen derece diyebileceğimiz) bir yumuşama vardı. Bunun yanısıra pek çok meselede de Çobanoğlu, Gülen’in ‘dönüşümlerini’ yakalamıştı.

Bence en meraka mucip olansa, yazarın küçük küçük dikkatleri çektiği, Gülen’in, Bediüzzaman’ın mesleğinden ve söyleminden ayrıldığı yerlerdi. Bunları bazen yazar, belli belirsiz okuruna gösteriyordu; bazen de apaçık yakalayarak duruş farklılığını ortaya koyuyordu. Mesela Gülen’in ‘otoriter devlet algısını’ incelediğinde, bunun kesinlikle Bediüzzaman’da varolan bir duruş olmadığını, daha çok Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerin düşüncesine yakın olduğunu belirtiyordu. Demek ki, Gülen; her konuda Bediüzzaman’ı rehber kabul etmiyordu.

Yine 'toplum' başlığını incelerken de Gülen’in söyleminde yakaladığı ‘ordu disiplinine sahip bir toplum’ düşüncesinin Bediüzzaman’da olmadığı, fakat Bediüzzaman’ın hassaten Küçük Sözler’de kullandığı kulluk-askerlik benzetmesini, toplum düzeninde de bu askerî yapıyı koruyacak şekilde hayal eden Gülen tarafından böyle şerh edildiğini ifade ediyordu.

O kitaptan kazandığım bakış açısıyla kendim de Gülen’in ve cemaatin söylemlerini taradığımda, bunun gibi, Risalelerden alınmış; ama asıl kullanıldığı anlamın dışına taşırılmış, pek çok kavrama rastladım. Mesela abilik... Abilik, Bediüzzaman’ın metinlerinde ve hayatında kesinlikle bir baskı aracı olarak kullanılmazken; Gülen ve cemaatinde abilik bir ‘kitle kontrol’ aracıydı. Cemaat tabanından Gülen’e doğru yükselen hiyerarşide, abiler, ordu rütbeleri gibi, komutası altındaki coğrafik bölgelerin büyüklüğüne göre dizayn edilmişti. (Cemaat, aslında bir ordu-cemaatti.) Abilere itaatin, cemaatin şahs-ı manevisine dahil olmanın tek yolu olduğu anlatılıyordu. Ve yine külliyatın içindeki ‘şefkat tokatları’ bahsi de bu abilerin emrinden çıkmanın neticeleri gibi aktarılıyordu. Ortaokul veya ilkokul yıllarından itibaren cemaate dahil olan çocuklara ‘itaat eğitimi’ bu abiler kanalıyla veriliyordu. Fakat bakınız, Bediüzzaman, kendi metinlerinde bu hiyerarşik yapılanmaya nasıl karşı çıkıyordu:

“Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. (...) Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”

Fakat Gülen cemaati içinde abilik/ablalık müessesinin kullanımı; yapılan şahsî ibadetleri bile çizelgeyle alıp takip eden, cemaatin bireylerine okuyacakları kitapları ve ne kadar okuyacaklarını söyleyebilen, onları toplayacakları yardımlar ve bulacakları aboneler hususunda sayılarla sorumlu tutabilen, belirli periyotlarla toplanılarak (ve bu aksatıldığında hesabı sorularak) kitlenin kontrol dışına çıkmasını engelleyebilen, hatta kullanacakları oyu, seçecekleri eşi ve atacakları twitleri bile şekillendirebilen bir yapıdaydı. Son bir aylık süreçte operasyonlarla farkettiğimiz şekliyle; cemaatin kendi hiyerarşisi, devletin hiyerarşisini hiçe sayabilecek ve otoritesine aykırı hareket edebilecek bir cürete çıkabiliyordu.

Bediüzzaman’ın ise, değil böyle bir uygulamasını görmek, böyle bir uygulamayı hoş görebileceği söylemek bile mümkün değildi. Metinleri, böyle bir duruşa sahip olmadığını göstermekteydi çünkü. Hassaten, onun hayal ettiği eksenin; dost, kardeş ve talebe ile ifade edildiği kısımda, bütün bağ Kur’an nurlarına dairdi ve onlara duyulan muhabbetle ilgiliydi. Başka bir hiyerarşisi yoktu. Hatta bir asır önce yazdığı Münazarat’ta, şeyhliğin insanları manevî bir esaret altına alamayacağına ve ağalığın da bireyin aklını yok etmemesi gerektiğine dair vurgular yapıyordu.

Mesela;

"Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.
"

Yine mesela;

"Sual: En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.

Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım.
"

Gülen’in toplum ve devlet hayalinin Risale-i Nur’a göre şekillenmeyişinin bir neticesi olduğunu düşündüğüm bu sağlıksız hiyerarşinin bir sonucu da yine ‘çok kimliklilik’ oluyordu. Gülen’in demagojik ve konjonktürel söylemlerinde sürekli değişen duruşlar, tabanın hür iradesi tarafından mizana vurulamıyor, bu abiler zinciri/hiyerarşisi tarafından en tabandaki insanlara kadar deklare ediliyor ve bir önceki duruş hızla unutturuluyordu. Hatta öyle ki, bir önceki duruşa dair video kayıtları bile, bir yerlerde yayınlandığı duyulursa, hızla silinmeye/yok edilmeye çalışılıyordu. Veyahut görenlerden hüsnüzan ve hikmet arayışı isteniyordu.

Bütün bunları anlattıktan sonra nedense aklıma George Orwell’ın 1984 romanı geldi. Orada da Winston ismindeki ana karakter Gerçek Bakanlığı’nda (101 numaralı odada) buna benzer bir iş yapıyordu. Geçmişte yayınlanmış gazetelerden silinmesi istenen haberleri siliyor, yenilenmiş halleriyle yenilerini basıyordu. Bir süre sonra gerçek o kadar muğalatalı, o kadar silik ve göreceli bir hale geliyordu ki; hangisinin asıl doğru, hangisinin uydurulmuş yalan olduğunu kimse hatırlayamıyordu. Ve artık 2x2=5 edebiliyordu.

Sanıyorum cemaatin takipçilerine en çok yaptığı şey de bu: Büyük Birader’in isteğine göre kanaatleri şekillendirmek... O kadar çok kimlik yaratmak ki, en sonunda, o kimliklerin hangisinin asıl, hangisinin sonradan olduğunu unutturmak. Bu şekliyle cemaat, hakikaten Orwell’ın karaütopyasındaki partinin gerçek hayattaki dirilişi gibi. Ve yapabilecekleri de en az onun kadar korkutuyor.

Şimdi size, benim ‘çok kimliklilik’ dediğim, Orwell’ın (Celâl Üster tercümesine göre) 'çiftdüşün' dediği şeyi kitaptan bir alıntıyla hatırlatayım:

Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığını hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemin kendisine de uygulamak...

Gülen ve cemaatinin beddua karşısındaki, Mustafa Kemal karşısındaki, otorite karşısındaki, siyaset karşısındaki, Batı karşısındaki, AK Parti karşısındaki, Erdoğan karşısındaki, barış süreci karşısındaki, Kürt meselesi karşısındaki, yakın tarih karşısındaki, devlet karşısındaki, İsrail karşısındaki, Amerika karşısındaki... vs. çift duruşluluğunu hatırladığımızda bu metin ne kadar da manidar geliyor değil mi? Abilik de Büyük Birader’in partisindeki memurluk gibi. Hatta Risale referanslı ‘abi’ kelimesinin daha sonra hizmet içi hiyerarşide ‘imam’a dönüşmesi de bence tesadüf değil. Abi, ne kadar evriltilseniz evrildin; imam’ın çağrıştırdığı kadar ‘hareketlerine uyulan, takip edilen’ anlamına karşılık gelmez. Bazı şeyler ne kadar da açık, ama bir o kadar da kurnazca değişiyor gözümüz önünde. Uyanmak, bir 'belki' kadar yakın aslında. Ah, diyebilseler...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...