Hocaefendi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hocaefendi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 6: Kişi merkezlilik

Nakledilir ki; Yemen'e vali olarak göndermeden evvel Allah Resulü, Muaz b. Cebel'e sorar: "Sana bir dava getirilip insanlar arasında hüküm vermen istenirse, neyle hüküm vereceksin?" Cevap verir: "Allah'ın kitabı ile hüküm veririm." Allah Resulü tekrar sorar: "Ya onda açıkça bulamazsan?" Hz. Muaz şöyle yanıtlar: "Peygamberin sünnetiyle hükmederim." Hz. Resulullah bir kez daha sorar: "Ya onda da açıkça bulamazsan?" Cevabı hazırdır Hz. Muaz'ın: "İçtihad ederek, onlardan anladığımla hükmederim." Peygamberimiz, Muaz bin Cebel'in bu cevaplarından dolayı çok memnun kalarak mübarek elini Onun göğsüne koyar ve şöyle der: "Elhamdülillah! Allahu Teâlâ, Resulünün elçisini, Resulullahın rızasına uygun eyledi!"

Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, buradan kendime göre yeni dersler çıkarıyorum. Fakat ilk çıkardığım ders, belki ilk gözağrım o olduğundan, aklımdan gitmiyor: "Birşey hakkında Kur'an'da açıkça hüküm varsa, önce onu bulmalı ve takip etmelisin." Yoksa? "Yoksa, yine ondan aldığın nazarı kuşanarak sünneti taramaya başlamalısın. Hüküm vermen gereken şeye benzer (kıyaslanabilir) birşey buldunsa, onu kendine rehber etmelisin." Ya onda da bulunmazsa? "O zaman da yine onların eksenininden gram şaşmadan, vicdanına ve aklına müracaat edip âdil bir hüküm ortaya koymaya çalışmalısın." Hz. Muaz'ın, Allah Resulünü sevindiren ekseni budur çünkü. Hem bu eksen, ehl-i hakikat olan sahabe eksenidir ki, onlar; bu dinin en sağlam taşıyıcılarıdır. Efendimiz ve ümmet için anlamları, yine aklımın ışığı aleyhissalatu vesselamın latif teşbihiyle, 'yıldızlar' gibidir. Ve yıldızlar, vakit gelip güneş yüzüne perde çektiğinde bile, ışık vermeye devam ederler.

Tabii buradan aldığım tek ders bu değil. Bir ikincisi; hüküm çıkartılırken metnî olandan içtihadî olana doğru alınması gereken yol. Yani bencileyin ifade edersem: Metinsel ve belirli olanın yolunu takip etmek öncelikli olan, kendi reyine güvenmek değil. Bunun, hukuk sistemlerinin tümümün temel öğretisi ve deneyimi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, tecrübî bir yolla, 'yazılı hukukun' yalnızca hükmedicilerin irade ve aklına güvenmekten daha sağlıklı olduğunu görmüşlerse eğer (ki tarih bunun şahididir) bunda bu dersin büyük bir payı var. Efendimizin, Muaz bin Cebel'de görüp mutlu olduğu şey; belki biraz da onun 'belirli ve herkese açık olan' hükümlere, kendi reyiden çok daha fazla ehemmiyet veriyor oluşu. Yani içtihadını, kanunların önüne koymayışı.

Neden mi bu daha sağlıklı? Çünkü yazılı hukukunuz varsa, yanlış yapmanız zordur. Herkese açık olan metinler bağlar ayaklarınızı. Rahat rahat "Ben böyle uygun gördüm!" diyemezsiniz. Öyle dendiği vakitler, mehirlerin çok yükselmesinden rahatsız olan Hz. Ömer'in, halifeliği döneminde, buna bir sınır belirlemek istediğinde; ona bir müminenin sorduğu gibi sorabilirsiniz: "Allah ve Resulü bizi bu mehir tayininde serbest bırakmışken, sen nasıl sınır koyabiliyorsun?" Karşınızdaki halife de olsa, ona getirdiğiniz delil karşısında, hakkınızı teslim eder. Yazılı olanın hem belirgin oluşuyla hem de herkese açık oluşuyla böylesi iki kazanımı vardır. İnsanı, liderinin iradesinin kölesi yapmaz. Aksine, bireylerin aklını ve iradesini hükümleri sorgulamada serbest bırakır.

Kur'an'ı okurken de bunu görürsünüz; "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara 111 de, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın..." diye başlayan Bakara 282 ve daha niceleri de hep hukukun herkese açık metinler/deliller üzerinden korunmasını emreder. Sorgulamayan bir itaati değil, delillerle oluşmuş bir sıddıkıyeti ders verir. Bu noktada; Metin Karabaşoğlu abiden de güzelce ders aldığım üzere; sıddıkıyet, bir körükörüne itaat mesleği değildir. Aksine, az evvel alıntıladığım Bakara 111'de dendiği gibi 'delil getirmenin şart koşulduğu' bir doğruluk ve doğrulama makamıdır. Fakat sizden koşulsuz itaat isteyenler; bu makam-ı sıddıkıyeti de, sâdıklardan olmayı da. Hz. Ebu Bekir'in burhan mesleğindeki hayatını da bir 'kazıye-yi makbule müntesipliği' suretinde sunar, gözünüzü açmazsanız, aklınız başınıza gelinceye kadar iradenize prangalarını takarlar.

Halbuki Bediüzzaman, Risalelerin Kur'an mesleğine bakışını nasıl anlatır bizlere? Alıntılayalım:

"(...) O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalade makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususi ve şahsi kalır. Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Ve yine Mahrem Bir Suale Cevaptır'da der:

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Burada dikkatinizi son satıra çekeceğim kardeşlerim. Bediüzzaman neden orada 'yazılarıma' ifadesini kullanır sizce? Tesadüf müdür bu? Bence metnin başında da aynı ifadeye yer verişi tesadüf dememize imkan bırakmaz: "Neden senin Kur'ân'dan 'yazdığın' Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?" Ve cevaba başlarken söylediği de bunu destekler: "Çünkü, 'yazılan' Sözler tasavvur değil, tasdiktir..." Evet, hakikaten de yazılan sözler, hakikat sistematiğine söylemlerden daha yakındır. Bu metin vurgusunu lahikaların tamamını tarasanız ve Bediüzzaman'ın hayatını tefekkür etseniz, onun ana eksenlerinden biri olarak bulursunuz karşınızda. Lahikalarda defaatle ve defaatle, kendisinin ziyaretine gelinmesi yerine Risale metinlerinin okunmasını tavsiye eder çünkü. Mesela der:

"Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir; o cihette iki kapı var. Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir; o kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur."

Dost, talebe ve kardeş'i ise, devamında, yine metinlerle bağlantısı yönüyle derecelendirir, kendisiyle değil. Hem yine der:

"Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi; mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum; hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete layık görmüyorum, manen mukabele de edemiyorum. (...) Risale-i Nur'u okumak on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek ahiret, iman, Kur'an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur'an için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış."

Hem yine der:

"(...) bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler."

Tarih de göstermiştir ki; kişi merkezli olanlar, metin merkezli olanlara kıyasla her zaman daha vartalı bir yolu takip etmişlerdir. Çünkü kişiler, en masum nazarla 'insan olmaları bakımından' yanılmaya/sürçmeye müsaittirler. Fakat metinler, irdelenmiş ve ince elenmiş metinler, sorgulanmaya ve üzerlerinde bir tefekkür geliştirilmeye müsait yapılarıyla sahil-i selameti de tarif ederler. Metinlerin gücü, kalıcılığı, dakikliği, herkese açıklığı vaazlardan fazladır.

Bu yüzden Kur'an önce bir kitaptır, yalnızca bir sözlü kültür aracı değildir. Ve bu yüzden Müseylemetü'l-Kezzap'tan, Hassan Sabbah'a kadar tüm dalalet önderleri kişi merkezli ekollerin, hitabet ve karizma odaklıların ekolleri olmuşlardır. Kendi kanaat-i şahsiyeleri, kazıyeleri, müritlerinin onlara itaatleri ve sorgulanmazlıkları üzerinden bir nüfuz inşası yapmışlardır. Metin merkezli olanlar ise, tıpkı Hz. Ebu Bekir'de olduğu gibi, Allah Resulünün vefatı hengamında bile kitabın ve Allah'ın bekasına vurgulayarak ümmeti sırat-ı müstakime çağırmışlar, dağlar gibi kavi durmuşlardır.

O yüzden endişe ederim mürşidine aşırı vurgu yapan ekollerden. Metinlerden/ilkelerden ziyade büyüğünün o an şekillenmiş kanaatine sığınanlardan. (Sonuçta o da insandır.) Hatta 'hayat-ı dünyeviye cihetinde' dahi onu aramaya çekinmeyenlerden. İhale meselesi danışanlardan. İş takibi yapanlardan. Çocuğunun ismini, hatta evleneceği kızı bile ona soranlardan. Çekinirim bunlardan. Neden mi? Bu güzel bir surette görünse de kendi aklını ve iradeni terktir çünkü. Bir iradesizleşmedir. Münazarat'ta, Bediüzzaman'ın 'aklını ağasının cebine koyanlar' üzerinden eleştirdiği şey tam da budur. Artık ağası, mürşidi, büyüğü ne derse; hangi yöne sevkederse oraya koşar bu insanlar. Hangi tag verilirse onun altına yazarlar. Hangi mesele tartışılsın isterlerse, onu tartışırlar. Hangi iktidara oy verilsin kanaati iletilmişse, ona oy verirler. "Neden böyle yapıyoruz? Bu ilkeli bir duruş mu? Neden dün ak dediğimiz bugün kara oldu?" diye sorgulamazlar. Ak'ta da, kara'da da fanatiktirler.

Önlerinde, mesleklerini inşa edecekleri ve kendi tefekkürlerini devşirebilecekleri metinleri yoktur bunların. Soruları, acabaları yoktur. Aramazlar da bunları. Sıddıkıyet, koşulsuz fanatizmdir bunlar için. Büyüklerinden bir kanaat gelmişse, tamamdır; daha Kur'an ve sünnete bakılmaz. Kur'an'ın ve sünnetin yerini büyüğün içtihadı, hatta ne içtihadı, kazıye-yi makbulesi almıştır. Bir daha Kur'an ve sünnete bakarlarsa, büyüklerinin sözlerine/yanlışlarına delil bulmak ve fetva ile başkaları iknaya çalışmak için olur bu. Halbuki 5. Şua'da bu fetvacı davranış modeli süfyaniyet kanununun bir parçası olarak belirtilir:

"Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Muaz b. Cebel'den (r.a.) bugün de bu yönüyle alınması gereken büyük dersler var... Hayatındaki bütün esnemeleri ve 'çok kimlikli' halleri bin tevil ile kurtardığımız, bulundukları makamları kaldıramadıkları halde kaldırsınlar diye fetvacılıkla kastığımız/kastırdığımız o kadar insan var ki. Bu kişi merkezcilikten Kur'an'ın, sünnetin ve Risale mesleğinin öğütlediği 'metin merkezciliğe' tekrar dönebilsek, düsturları konuşabilsek, sanıyorum hem biz rahatlayacağız, hem de geleceğe şahsiyetini olgunlaştırmış müminler olarak uyanacağız. Çok kimliklilikten, izzetli ve ilkeli müslüman duruşuna (urvetü'l-vuska/hable'l-metin) bir yükselme olacak bu, inşaallah.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 1: Kurumların kutsallaşması...

"(...) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer." Bediüzzaman Said Nursî

Erdoğan, Hocaefendi'nin, bir din âlimi olarak siyasetin içindeki garip pozisyonunu eleştirmek için şu hadis-i şerifi seçti: "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." Kendisi mi seçti, yoksa bilen birisinden tavsiye mi aldı, bilinmez; ama bence yapılabilecek en sağlam seçim de buydu. Zira hakikaten 'ideal mümin karakteri' ile 'camianın temsil ettiği mümin tipi' arasında, tam da hadisin altını çizdiği tarzda, bir uyum problemi var. Bir tarafta 'tek kimliklilik' diye tesmiye edeceğim 'belirgin bir duruş' beklenirken müminlerden; diğer tarafta, emredildiği anda pozisyon değiştirmeye eğimli/eğitimli ve değiştirdiği her pozisyonda da fanatiklik derecesine çıkabilen bir mümin tipi var. Buna da yazı içinde, olumsuz bir mana yükleyerek, 'çok kimliklilik' diyeceğim.

Öncelikle; bu problemin kökenlerine gidelim istiyorum. Çünkü bu kökenler, bir müminin böylesi esnemeli bir duruşu nasıl içselleştirdiğinin açıklamasını da içeriyor. Bence bunlardan birincisi; bir manevî öğreti olan İslam'ın 'kurumların/maddenin İslam'ına' dönüşmesi problemi. Yani İslam'ın daha iyi öğretilmesi amacıyla kurulanların, daha sonra gerektiğinde onlar için İslam'dan fedakârlık yapılabilecek değerde kutsallaştırılması.

Bu, sadece camianın değil; bu tarz kurumsallaşmaya, yani bir nevi dünyevileşmeye kendini mecbur bilmiş bütün cemaatlerin problemi. Tebliğ kalitesini, takipçilerinin sayısında arayan her cemaat, bu imtihanla karşı karşıya. Hizmet Hareketi ise sürecin en çok mağduriyetini yaşayanlardan. Hareketin, daha geniş kitlelere ulaşmak adına daha çok kurum sahibi olmaya, abone sayısı arttırmaya, kalabalıklar toplamaya kendini mecbur bilmesi ve bunu tek başarı ölçüsü gibi ufkuna asması, daha sonra bu kurumların tehlikeye düştüğü dönemlerde onlar adına temel öğretilerinden taviz vermesi sonucunu doğuruyor.

Bunu en çok darbe dönemlerinde en üst düzeyde verdikleri beyanatlarda görüyoruz. (Gerçi kendi içlerinde; "Abiler yaptıysa bir bildikleri vardır" şeklinde anlamlandırıyorlar, fakat yine de bu duruşlarının camianın tarihsel kimliğine çizikler olarak kaydedildiği muhakkak. Hafızası sağlam olanlar bunları unutmuyor.)

Kurumların kutsallaşmasıyla gelen bükülmeler, o kurumların sayısı ve dünya coğrafyasına dağılımıyla da yakından ilintili. Örneğin; eğer dünyanın dörtbir yanında kurumları olan bir hareketseniz, o vakit, küresel gücü elinde bulunduran lobileri de karşınıza almaya cesaret edemezsiniz. Çünkü onlardan her biri, bir kere parmağını şıklatınca ondan, yirmiden fazla okulunuzun, kurumunuzun kapanmasını sağlayabilir. (Yakın örneğini Rusya'da yaşadık.)

Hal böyle olunca, gözetmeniz gereken denge miktarı da artıyor. Yalnızca kendi hükümetinizin suyuna gitmek zorunda kalmıyorsunuz; dünyanın güç odaklarının da dümenine uygun hareket etmek, en azından öfkelerini çekmekten çekinir hale gelmek sizde bir tabiat haline geliyor. Bunun da örneklerini, Mavi Marmara olayı ile münasebettar beyanlarda gördük. Farklı örnekleri de var, ama yazıyı uzatacaktır. Yalnız şu kadarına işaret edeyim: Camiaya bağlı medya organlarından, birkaç yıldır yoğun bir şekilde, Türkiye'nin dış siyaseti hakkında yapılan eleştirilerin bununla bağlantılı olduğu kanaatindeyim.

Birkaç kökene daha işaret edecektim, ama yazı uzuyor. Diğerlerini erteleyerek çok kimliklilik dediğim soruna geçeyim: Çok kimliklilik, camianın bu uluslararası ve ulusal bazda denge siyasetinin bir parçası veya sonucu bence. Yani camia, kendisini o kadar çok başlık altında sunuyor ki; tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Teşhis edilemediğinden, engel de olunamıyor. (Not: Vaktiyle NT'ler de her ilde farklı isimlerde açılırlardı ki, teşhis edilemesinler. Dersaneleri de yine böyle bir sistemde, her bölgede farklı isimdedir.) Hatta bu durum ulusal bazda son yıllarda 'isimlendirmeler' boyutuna da sıçramış durumda. Gerek Ekrem Dumanlı'nın cemaati yeterli görmeyerek koyduğu camia ismi, gerek Hüseyin Gülerce'nin bunu da yeterli görmeyerek koyduğu Hizmet Hareketi ismi, camianın ilk kullandığı isimler değil. Daha evvel de Gülen Hareketi, Gönüllüler Hareketi, Sevgi Hareketi vs. şeklinde birçok isim belirlemişlerdi. Ve dönem dönem bunları kullandılar.

Bunun yanısıra bu isim merkezli tartışmalar esnasında, bunların arkaplanında ne oldukları üzerine de birçok tartışma oldu. Hüseyin Gülerce, bir yazısında kendilerini 'insanî bir hareket' olarak tarif ettiği halde, daha sonra eleştirileri 'dinî bir harekete bu tarz eleştiriler yapılmaması gerektiği' şeklinde uyarılar yaparak absorbe etti. Yine dönem dönem camia içinde yazarlardan bir kısmı, kendilerini dinî ve siyasetsiz bir hareket olarak tarif ederken, diğer bir kısmı sivil toplum örgütü olduklarını ve bu nedenle siyasete karışmaya hakları olduğunu söyledi.

Tabanda da camianın duruşu kararsız. Kendisini Bediüzzaman takipçisi Nur talebesi olarak gören de var, (geçen bir okurumun yaptığı gibi) "Nurcu olmak zorunda mıyız?" diye itiraz eden de. Ülkücü olan da var, liberalliğe yakın olan da. Bunlar elbette bir açıdan zenginlik, fakat kötü olan şu: Bunların tamamı fili tarif eden adamlar gibi, camianın tamamının böyle olduğunu ve asıl ideolojilerinin bu olduğunu düşünüyor. Anadolu'da bir ev imamı kendilerini emperyalizmin düşmanı ve âlem-i İslam'ın esaretten kurtulmasına vesile olarak görürken, daha üst kesimden birisi Amerikan ruhanileriyle ittifak halinde bir İslam hareketi olduklarını söylüyor. Daha başka bir yerde sadece bir sevgi hareketi oldukları konuşuluyor. Daha başka bir yerde daha başka...

Tam bir belirsizlik. Tam bir elinden ve dilinden emin olamama hali. Eğer her cemaatin bir şahs-ı manevisi varsa, ki vardır; bu cemaatin şahs-ı manevisinin gerçekten eli, dili, aklı başka başka şeyler söyleyip duruyor.

Bir noktadan sonra bu durum içselleştiriliyor da. Camianın her bireyi, kendilerine kim gülücük gösterse (İslam'a verdiği zararları unutup) ona muhabbet gösterecek, hatta elinde şefaat hakkı olsa, ona şefaaat edecek bir şekle geliyor. İki yıl önce muhabbetinden duvarları yıktıkları, oy sandıklarının başında nöbet tuttukları bir iktidarı, sırf bir kurumlarına zarar veriyor diye âlem-i İslam'a faydalarını ayaklarının altına alarak Firavun, Karun ilan edebiliyor. Bütün bunlar işte benim kasettiğim çok kimliklilik probleminin içinde. Gülen Hareketinin, camianın, cemaatin, Hizmet Hareketinin, Gönüllüler Hareketinin veya artık ismi her neyse, o hareketin ne olduğunu tam olarak tâbileri de bilmiyorlar. O kadar çok farklı dil, metot ve beyan var ki; akıllarına mukayyet olmalarının tek yolu, bölge abisi/imamı ne derse onu yapmak. Kendi şalterlerini kapamak.

Örneğin; bir Allahın kulu sormuyor, 80'lerde Batıyı sokmadığı çukur olmayan, kitaplarında ağır Batı eleştirisi yapan Hocaefendi; 90'larda neden hiç Batı eleştirisi yapmıyor? Neden birden diyalog coşkusu geçiriyor? Hükümetin 2000'lerdeki açılım gündemi oluşuncaya kadar Kürtlerin haklarına dair, Kürtçenin meşruiyetine dair tek beyanını duymadığım Hocaefendi, neden birden bütün eserlerini Kürtçeye çevirmeye başlıyor? Hatta mazide cemevlerinin varlığına çok da sıcak bakmadıklarını bildiğim camia, neden şimdi cami ve cemevi projesini gündeme getiren oluyor? Bu evrilmeler, kırılmalar, değişmelerin bir ilkesel açıklaması var mı?

Ben camiayı bu yönüyle en çok matruşkaya benzetiyorum. Her katmanda sizi farklı bir yüzle karşılayan bir matruşkaya. Fakat bu, kesinlikle bir dinî cemaatin (eğer hâlâ öylelerse) ilkeli duruşunun örneği değil. Bu duruş, daha çok siyasi bir hareketin hareket tarzı. Onlarda görsek, tasvip etmesek de, yadırgamayız. Onlardan müttakilik beklemiyoruz zaten. Ama camiada görünce yadırgıyoruz. Başbakan da bu yüzden yadırgıyor. Sık sık siyasi içerikli demeçler veren, ülkesinin başbakanıyla siyasi bir lider gibi polemiğe giren, yolsuzluk operasyonunun tarafıymış gibi savaşan, kimin kaseti çıksa mutlaka dönüp dolaşıp mevzu ona da uzanan bir din âlimi. Kabul edelim, biz böyle âlimler görmeye alışık değiliz. (Not: Bu çok kimlilik sorununu birkaç yazıda daha teşhis etmeye çalışacağım. Bunu bir başlangıç kabul edin.)

28 Temmuz 2013 Pazar

Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni.

Öncelikle şunu beyan etmeliyim: Nurcuların tamamı Hocaefendi cemaatinden değildir ve olmak zorunluluğu da yoktur. Yani Nurculuk, sadece Hocaefendi ekolü değildir. Onlardan olmayan birisi, onlarla bozuştu diye, Nurculuğun dışına atılmaz. Zaten bundan bir adım ötesinde, tüm müslümanların Nur cemaatinden olmak zorunluluğu diye de birşey yoktur. Bu da bir hak ve rahatlık verir: Her düşüncelerine veya eylemlerine katılmama, gerekirse eleştiride bulunabilme hakkı. Bir insanın kendi yolunu çizmesi ya kendi yolunun esaslarını beyan etmekle olur yahut da karışabileceği diğer ekolleri eleştirerek arasına mesafe koymakla olur. Eleştirilere insaf katık olduğu sürece de her eleştirinin varlık sahasına çıkma hakkı vardır. Hepimiz az çok tasavvufu bilen insanlarız. Emmâreden levvameye çıkış da ancak bu eleştiriler vasıtasıyla olur. Kişisel bazda da bu böyle, cemaat bazında da bu böyle.

Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.

Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.

Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.

Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.

Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.

Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?

Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"

Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.

Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.

İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?

Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.

Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.

Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.

Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.

Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.

Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.

Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"

Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.


Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...