Mangal Pandey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mangal Pandey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2015 Cumartesi

Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı (2): Müslüman tarafsız olur mu?

Gerçek bir hikayeden sinemaya aktarılan ve Amir Khan'ın başrolünde oynadığı The Rising Ballad Of Mangal Pandey filminde, müslüman ve hindulardan oluşan askerlerin İngilizlere karşı ilk direnişi (ki bu direniş Hindistan tarihinde çok önemli bir yere sahiptir) bir idealizmden değil, dinlerinin zâhirine dair yasaklardan kaynaklanıyordu. Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması, müslümanları ve hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, spesifik yorumlarda tevil edilip içselleştirilmeyecek/nötrleştirilemeyecek bir arızaydı ve zahir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup halkı isyana ateşlendirdi.

Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.

Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.

İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.

Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"

Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.

Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.

Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)

Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.

Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...