Montaigne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Montaigne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2015 Cumartesi

İsmet karizmayı döver

“(Önce) en yakın akrabanı uyar!”
(Şuara sûresi, 214)

Montaigne Denemeler'inde diyor ki: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Hakikaten bir dehanın farkedilmesi, hatta bazen küçük bir yeteneğin keşfi bile, en çok ailesi için zordur. Bu biraz ona yakınlıktan, yani şiddet-i zuhurundan, biraz da onun pek deha olmadığı/olamadığı anlara da şahit olunduğundandır. Sevdiğiniz bir yazarı düşünün mesela. Aslında neyini seviyorsunuz? Kişiliğini mi? Kötü gün dostluğunu mu? Cömertliğini mi? Bence bunların çoğu meçhul size. Siz onu sadece yazdıklarından (ve orada yansıttıklarından) tanıyor ve seviyorsunuz. Dolayısıyla parçayı seviyorsunuz. Halbuki birçok yazarla tanışmış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim: Bir yazarın kalemini çok beğeniyorsanız en iyisi onunla tanışmamaktır. Çünkü tanıştığınızda hayranı olduğunuz cümleleri taşıyabilecek pek az insan bulursunuz karşınızda.

Hiçbir dehanın her anı dâhi değildir. Deha hayata yayılmış bir dengeden ziyade bir yoğunlaşma/ifrat eseridir çünkü. Bir garkolmadır. Kendini ihtisasında yitirmektir. Bir müellif ancak yazarken dehadır mesela. Kalemi elindeyken başkalaşır. Yazmak güzelleştirir onları. Bir fizikçiye baksanız yine yakın şeyler görürsünüz. Bir matematikçiye baksanız yine öyle. Ressama baksanız yine.

İşte tam da bu yüzden Montaigne haklıdır. Yakınlarının dehayı farkedemeyişi, kıymetini anlayamayışı veya önemsemeyişi, aslında bir görmezden gelmeden değil, her ana şahit oluşun getirdiği bir körleşmeden kaynaklanır. Dehanın dehalığından haber veren o küçük ayrıntılar; ilgiler, heyecanlar, hayranlıklar; o kadar yığınla anının içinde görünmez bile. Einstein ailesi için okuldan kaçan çocuktur. Bell bir türlü dikkatini toplayamayan o yaramazdır. Disney yazmayı beceremeyen bir yumurcaktır. Picasso yedi rakamını amcasının burnu sanan bir tuhaflıktır. Cristie okumayı zor öğrenen o aptal kızdır vs.

Misalleri hep Batı’dan seçmeme alındınız belki. Alınmayın. Bunda da bir kastım var. Fakat kapısını aralamak için önce mürşidimin şu satırlarına bir uğramalıyız: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver. Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr. Taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor."

Evet. Deha bir ifrat eseri olduğundan hali peygamberin haline benzemez. Ve bir peygamberin çocukluğundan büyüklüğüne yaşadığı/yaşattığı misallerle dehanın yaşadığı/yaşattıkları birbirine uymaz. Hatta nübüvvetin gölgesinde yeşeren velayetin halleri dahi dehayla uyuşmaz. Biz velayet ekseninde birisinin kemaline inanmak için hayatının bütününde görünecek bir denge ararız. İfratla velayete inanmayız. İşte tam da bu noktada Batı’nın/bâtılın dehasından çok etkilenmiş akıllarımızın peygamberleri/velileri fazla sade(!) bulduğunu düşünüyorum.

Yani? En büyük kerametin istikamet/ismet olduğunu anlayamamışlar için nübüvvete/velayete kıyasla dehanın karizması ‘ekmeğin yanına konulmuş pasta’ gibi albenili görünüyor. (Baksana; koskoca Aleyhissalatuvesselam 'telefonu' bile keşfedememiş; cık, cık, cık.) Halbuki insan her öğün ekmek yiyebilse de üç öğün pasta yiyemez. Ekmek rızık olarak her zaman pastadan üstündür. O zaman peygamberlere, tıpkı Bediüzzaman'ın önerdiği gibi, daha bütüncül bakılmalıdır:

"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sahi yapabilirler mi? Ampulü keşfetmenin, dinamiti bulmanın, atom bombasını patlatmanın veya cern deneyinin peş para etmediği bir alandan bahsediyoruz: İnsan ruhu. Bu bahiste o karizmatik misallerin tamamı 'insanı ıskalayan' tutumlarıyla yerleyeksan olabilirler. Ne demişti mürşidim: "Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor..." Ama söz peygamberlere geldiğinde insana, ruha, fıtrata ve hakikate dair yaptıklarıyla bir güneş gibi parlarlar bu ufukta: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir."

Montaigne doğru söylüyor: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Lakin peygamberleri bu kanundan hariç tutmalı. Neden? Çünkü peygamber ismetinin dehanın karizmasından en büyük farkı buradadır. İsmet yakın-uzak herkes tarafından farkedilmeye daha müsaittir. Hatta yatkındır.

Bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lakabı cahiliye döneminde bile el-Emin'dir. Başkalığı kabilesinin ortak fikridir. Hatta bu noktada nübüvvetini ilanının hemen ardından bizzat ailesinin; yani Hz. Hatice annemizin, kızlarının, yeğeni Hz. Ali'nin, evlatlığı Hz. Zeyd b. Harise'nin ve en yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in (Allah hepsinden razı olsun); hemen ona tâbi olmasının sırrı da buradadır: Onun hayatının her anına şahit olanlar aynı zamanda kemalinin de şahitleridir. Eylemi-söylemi arasında tezat yoktur. Kemalini ıskalayan bir anı yoktur.

İnsanlar vardır, etraflarına ışıklar saçarlar da, diplerini aydınlatamazlar. Yani bizzat çocukları/yakınları nasihatlerine aldırmazlar. En büyük mesafe hanelerinde yaşayanlarla oluşur. Peki bu mesafe nasıl oluşur? İşte yine aynı sebepten: Bu iyi insanlar hayatlarının her anında 'iyi insanlar' değiller. Hayatlarının her anına şahit olanlar da bu insanların derslerinden hissedar olamıyorlar. Çünkü o dersin dışında kalan bütünü de biliyorlar. Bütün hakkında fikirleri dersi de etkiliyor.

Belki huysuzluğunu biliyorlar. Belki öfkelendiğinde düştüğü insafsızlığı biliyorlar. Bir gaflet anında ağzından çıkan kemsözü hatırlıyorlar. İşin özü: İsmet sahibi olmadıklarını biliyorlar ve taşıdıkları hakikatle bağdaştıramıyorlar. Ama sen bak Aleyhissalatuvesselamın güzelliğine! Ona ilk tâbi olanlar, bizzat hanesinde yaşayanlar, yani her haline şahit olanlar. Subhanallah! Sence irşada 'en çok tanıyanlar'ı ile başlayan bir mürşidin ahlakına 'kurgusallık/tasannu' karışabilir mi? Halbuki insan yalan söylese ona en yakınlar ilk farkeder. Andelib-i Zişân Efendimizse tebliğine en yakınlarıyla başlamıştır. Bunda da bir ders yok mu sence?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...