31 Temmuz 2014 Perşembe

Bediüzzaman da ayraç kullanır mıydı?

"(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder." (25. Söz'den.)

Caner Taslaman (bakınız bu sefer kendisini iyi anacağım); Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli eserinde birşeyin altını tekrar tekrar çizer: İnsanın eşya algısının (dolayısıyla bilimin) itikadî boyutta kaçınılmaz etkileri vardır. "Bilim ayrı bir dünyadır. Din ayrı bir dünyadır..." diyemezsiniz. İkisini birbirinden kesin çizgilerle ayıramazsınız. Örneğin: 138. sayfada, Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini kurarken Newton fiziğinden ne denli etkilendiklerini aktarır okurlarına. Başka bir yerde ise; "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basar. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığını, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatır. Bütün bu örnekler de gösterir ki; insan, eşyayı nasıl algılıyorsa, bunun bir izdüşümü şeklinde de Allah'ı sistem içinde (veya üstünde) bir yere koyar. Bazen de koyacak yer bulamaz ve inkâr eder.

Bu yüzden, mürşidim türünden, hayatını ehl-i sünnet çizgisinde Kur'anî tefekküre adayan bir âlimin Tabiat Risalesi gibi, Ayetü'l-Kübra gibi, Hüve Nüktesi gibi, Zerre Risalesi gibi fennî analizler de içeren eserler yazması kaçınılmazdır. Âleme bakışı düzeltmek (afakî tefekkür) nefiste yapılacak cihadın (enfüsî tefekkür) üzerine inşa edilebileceği uygun bir zemin teşkil eder. 'La ilahe illallah' yolculuğunu âlemin dipköşe her yerinde yapan ve ondan emin olan bir akıl, elbette 'Muhammedun Resulullah' kılıcının içinde işlemesine izin verir. İlkinin delili âlemden gelir. İkincisinin kılıcı enfüste işler. Biri diğerisiz olmaz. Yukarıdaki misallerden devam etmek gerekirse: enetiğe dair malumatımızdan'anyi anacağım)iç?toparlamaya çalışalım: ebilir. edilmez oldu. bi algılıyorsunuz. rsunuz.i hakkında bÂleme determinist algıyla bakan bir insanın sebep ve sonuç arasında bıraktığı hiçbir boşluk yoktur ki Allahın esması oraya sığsın ve müdahale etsin. Her sonuç sebeplerdendir ona göre. Ve Ockham'ın Usturası gibi güç verdiği gafletli nazarı Allahın ehadiyetini keser alır âleminden. Yerine birşey koymaya da ihtiyaç duymaz.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, 'iki şahid-i sadık' terkibi içinde formülleştirdiği öğretisinde, tefekkürünün kılıcını buraya sallar. Sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açarak birinin diğerinin yaratıcısı veya yaratığı olamayacağını gösterir. Bu şekilde dışarıda, gaybda, aşkın ve üstün bir neden aramaya zorlar bizi:

"Hem, her bir zerrede, vücûb ve vahdet-i Sânia iki şâhid-i sâdık daha var. Birisi, her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi' vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder."

Her bir zerrenin, aczinden beklenmeyecek büyüklükte işler başarması ve yaptığı eylemin kainatın düzeniyle de uyumlu olması, o neden ve sonucun arasına "Ve lehü'l-esmaü'l-hüsna..." ayıracını koymak gibidir. (Esma, bu açıdan, insanın kesrette kaybolmasını önleyen, varlığa konulmuş ayıraçtır.) Bu ayıraç konduğu vakit anlaşılır ki: Nedenler sonuçları kaldıramaz ve mutlaka araya tüm isimleriyle hazır ve nazır bir Allahın katkısı/yaratışı lazımdır. (Bir nevi Esma berzahı.) Mürşidim yine bu meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verir:

"Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan; bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanâtın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının programı tevdî edilmiş; işte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, her biri hârika cihazâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku' bulmuş gibi inanırsın."

Birşeyin herşey, herşeyin birşey olması. Önemli bir ders! Fakat dediğim gibi: Âlem algımız 'alacağımız dersi' çok etkiliyor. Kanaatimce: Genetiğe dair malumatımızdan yerleşmiş olan determinist algı da bizim Bediüzzaman'ın bu dersini anlamamıza engel oluyor. Çoğumuz böylesi örnekleri işittiğimiz anda diyoruz ki: "İşte genleri başka ya. DNA'ları ayrı ayrı olduğundan canlılar da farklı farklı oluyorlar." Acaba gerçekten böyle mi? Genetik bilimi sandığımız kadar determinist sabitliğe sahip mi? Ben bu noktada bakış açımın yanlış ve yanılmış olduğunu bugünlerde okuduğum (bu ifade 2014 yılına aittir) bir kitap sayesinde farkettim: Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sü.

Çabuk geçeyim: Jonathan Wells ile yaptığı söyleşide, genlerin farklılıkların nedeni oluşu üzerine yaptıkları bir sorgulamada, Wells şunları anlatıyordu Strobel'a:

"Eğer Neo-Darwinistler gibi bizim, genlerimizin bir ürünü olduğumuzu kabul ediyorsan, o zaman bizimle şempanzeler arasındaki dramatik farklılığı sadece bu %2'lik farkla açıklayabilmen lazım. Buradaki problem vücut yapıcı genler tabir edilen genlerin bu %98'in içinde olması. %2'lik farkı oluşturan genler anatomiyle işi olmayan oldukça ehemmiyetsiz genler. Yani insan ile şempanze DNA'sı arasındaki bu sözde benzerlik aslında bu noktada Neo-Darwinistler için yeni bir problem teşkil etmekte."

Devamında bunu yine başka bir örnekle açıklıyordu. "Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir. Tıpkı inşaatçıların sonuç itibariyle birbirinden farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri (demir çubuk, çimento vs) kullanması gibi."

Başka bir yerde ise bu gen benzerliği farklı canlılar üzerinden şöyle örneklendiriyordu:

"Size bir misal vereyim: Gözler. Farelerde, ahtapotlarda ve meyve sineklerinde benzer bir gen var. Bir farenin gözüne ve bir ahtapotun gözüne baktığınızda çok yüzeysel bir benzerlik bulabilirsiniz. (...) Ama daha ilginci meyve sineğinin gözüdür. Çünkü o, bu ikisinden tamamen farklıdır. Birçok yüzden müteşekkil bir göz. Sonuç itibariyle ise bu üç gözün üçü de aynı veya çok benzer genlere dayanır. Hatta o kadar benzerdirler ki, bir farenin genini, bu genin olmadığı bir meyve sineğine koyabilirsiniz ve sonrasında gözünü olması gerektiği gibi geliştiren bir meyve sineği elde edersiniz."

Bediüzzaman'ın 'her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâse' örneğini, şimdi, buradaki 'her üç canlının da gözünün kalıbı olabilir gen' üzerinen analiz edin. Sanıyorum gen dünyasında da her sebep sonucu kaldırmıyor. O kodlara da fazla güvenmeye gelmiyor. Nihayetinde, tıpkı fizikte olduğu gibi biyolojide de madde tasavvurumuz Kuantum kararsızlığına ve bir yönüyle irade-i ilahîyeye aç ve muhtaç hale doğru ilerliyor.

Aynı genden farklı canlılar yaratıldığı sırrını anladığımız zaman belki, Hz. Meryem annemizin kromozomları XX'ken nasıl Hz. İsa gibi XY kromozomlu bir evlada sahip olabildiğini veya Hz. Âdem babamızın neslinden nasıl bu kadar farklı renkli/özellikli ırklar meydana gelebildiğini daha iyi anlayacağız. Madde düşüncemiz daha da latifleşek belki. Ama illa Esmayı hesaba katacağız. Sebep ve sonuç arasına onun berzahı girmeden fennin açmazlarını aşabilmek güç.

29 Temmuz 2014 Salı

Hani tanrı ölmüştü?

"Algıladığımız ancak yüzeydir." Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...

Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."

Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."

"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."

Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:

"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Kork bayramdan korkmayandan!

"En korkulacak an, zafer anıdır."
Napolyon Bonapart

Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?

Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."

Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.

Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”

Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?

28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."

Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?

Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.

Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.

27 Temmuz 2014 Pazar

Tarafsızlık mümkün mü?

"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.

'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?

Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:

"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."

Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."

Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:

"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."

Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.

Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"

Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.

15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?

Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.

"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?

Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."

Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Caner Taslaman nerede hata yapıyor?

"Siz de Allah'a ve Resulüne iman edin ki; o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine iman etmiştir. Ve ona uyun, ta ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf sûresi, 158.)

Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.

Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.

Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.

Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.

Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:

"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:

"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:

"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."

O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:

'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."





[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."

24 Temmuz 2014 Perşembe

Neden Allah?

"Oysa sizin mevlanız Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen bize bir girizgâh lazım. Kolay bir girizgâh. Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir sıfır anahtar, bir maymuncuk mübarek. Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde “Ne kadar az anlamışım!” diyorlar. “İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?” Bunu benim gibi çokları söylüyor.

Herkesin cennete bir gitmişliği vardır

Zerre Risalesi hakkındaki bazı düşüncelerimi (veya Zerre Risalesi'nin tetiklediği bazı düşünceleri) karaladığım "Ya hepimiz dönüşüyorsak?" başlıklı yazımda şunu anlatmaya çalışmıştım: Belki de hepimiz, 'her an cennete ve cehenneme dönüşen' bir âlemin içinde, 'dönüştürücüler' olarak istihdam ediliyoruz. Varlığımızın bir hikmeti de bu: Dönüştürmek.

Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. "Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek.." gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.

Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi'nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz'de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen 'cennet' ifadesini sadece 'gelecekte yaratılacak bir âlem' veya 'daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat' gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir "an'ların cenneti."

6. Söz'de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır." Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: "Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır." Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.

Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah'ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi 'zor anlaşılır' gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın 'alacak'tır." Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?

Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı'lık veya zaman-üstü'lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur'an'da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.

Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: "Acaba bu ayette 'alacağım' diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?"

6. Söz'ü okurken, Bediüzzaman'ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten 'sadece ahiretteki cenneti' anlamadığını, cennetlerin sayısını "İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr..." ifadesinde olduğu gibi 'beş çeşit' şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada 'satın almıştır' ifadesini de böylesi bir 'beş mertebe cennet' içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde 'satın almıştır' ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz'deki kâr tariflerine sığınayım burada:

"Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur..." Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa 'batıp gidenlerin' ardından çok ağlayacaktın.

"İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor..." Burada konsantre olunması gereken cennet değil, 'fiyat' bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben 'Satmaya bakacağız' yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.

"Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar..." Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur." İşte, bu değerleniş, yani 'hayatını yaşamaya değer kılan anlam' üçüncü cennetim.

"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder." İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah'ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!" tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.

"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler." İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.

Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız 'miyav' bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere...

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Satmaya bakacağız

İki numaralı yeğenim (sıralamada kıyak yok, dünyaya teşrifi itibariyle) Yusuf Ayaz'la epeyce oynadık bugün. İnanın bana, sizi bırakmak istemeyen bir çocuk bazen hayatı çok daha güzel kılıyor. Bunun bir yönü: Birilerinin sizden vazgeçmek istemediğini hissetmek; sizi önemsediğini, sizinle oynamayı eve gitmeye tercih ettiğini. "Sen de gel!" diye arabanın camından seslendiğini. Böyle şeyleri işitmeye ihtiyacı oluyor insanın. Ezanı işitmeye ihtiyacı olduğu gibi. İkinci yönü: Bir çocuk da olsa birisini mutlu etmek bir işe yaramaktır. İşe yaramak her insanı mutlu eder. Hikmetine dokunmak, mutluluğa dokunmaya benzer. Amaç bizzat mutluluktur bazen. Bugüne ve düne dair anlam. Yarına dair ümittir. Yeğenlerim beni mutlu ediyor. Çocuklarla iletişimi güçlü olan büyüklerin 'önemsenmeye' diğerlerinden daha muhtaç olduğunu düşünmüşümdür hep. Her nimet bir açlığa mukabil.

Şunu da farkediyorsunuz: Birilerine birşeyler verdiğiniz zaman, bir yönüyle birşeyler bağışlanan siz oluyorsunuz. Bedelsiz değil hediyeler. Tebessüm hem size, hem ettiğinize sadaka. Bak şimdi! "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır" ayetine bir kapı buldum buradan. Allah'ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak, daha bu dünyada cenneti almak, cennete karşılık an'ınızı/fiillerinizi satmak gibi birşey. Gelecekte değil, burada. Sonra değil, hemen. İyi olmak iyi geliyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi: "İyiliği canı istemeli insanın." Zaten iyilik can'ın istediğidir bence. Fıtratın. Fıtrat-ı zişuur olan vicdanın. Yusuf için Allah'a zamanını sat, karşılığında cennet misal bir mutluluk al tebessümünden. Gülücüklere boğsun seni. Yorsun, dinlendirsin. Hem yorsun, hem dinlendirsin. Allah gibi güzel müşteri bulabilir misin? Derviş Yunus bulamamış ki, demiş: "Satarım canımı, alan bulunmaz." Gel şimdi, bir başkasına daha kulak verelim. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği 6. Söz'ün finalinde dediği gibi diyelim:

"Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: 'Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Amin!' demeli ve Ona yalvarmalı." Görüyor musun bizim bacaksız Yusuf Ayaz nasıl da bir mektubat-ı Samedaniye oldu. Neler neler öğretti birkaç saatte! Sanıyor musun bunlar hep tesadüftür? Hayır, hayır. Onu Allah gönderdi, zaman önüme getirdi, sevincim sûretini gördü, aklım okudu. Okuyacak şey arayanlar için herşey kitaptır.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Sadeleştirmeyi eleştirirken eldeki sözlükten olmak

Bazen oluyor; istemediğiniz birşeye karşı mücadele ederken, başka sûret giymiş aynısı onun yerine geçmeye çalışıyor. Saltanata karşı meşrutiyet mücadelesi verirken, yerine Mustafa Kemal'in cum­huriyet kostümü giymiş diktatörlüğünün geçmesi gibi. Or­well'ın Hayvan Çiftliği en güzel eleştirisi bunun. Çiftliğin yönetiminden insanları devirmek marifet değil. Marifet; yerine geçmesini istediğin şeyin 'ne olduğunu' ve 'ne olmaması gerektiğini' tam bilmek. İşlevini değiştirmeye çalışmak yani. Yoksa yönetimdeki insanları değiştirmek hüner değil. Ahmet gider, Mehmet gelir, düzen aynı kalır. Düzen aynı kaldıktan sonra değişimi istemenin de bir anlamı kalmaz. Amacını yitirir. İnce Memed gibi pes edersiniz. Kaç ağa öldürürseniz öldürün yerine yenisi geldikten sonra, yola çıktığınız ilk yer, yani Abdi Ağa'yı vurmak da yanlış görünmeye başlar.

Demek ki böylesi heyecanlı zamanlardan korkmalı. Bediüzzaman'a; "İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm..." dedirten sırrı anlamalı. Adımları endişeyle atmalı. Sorgulamalı. Kapılmaktan çekinmeli. Her anlaşılmazı, nedeni izah edilmeyeni, taklid isteyeni eleştirebilmeli. Bizi kalabalıkla birlikte sürüklemek isteyenlere; "Dur bakalım! Daha beni ikna edemedin. Aklımın hakkını ver!" diyebilmeli.

Bunu kıymetli buluyorum. Çünkü bu taklid ehli değil, tahkik ehli olduğumuzu gösteren birşeydir. Delilsiz ve sınamadan hareket etmemek bizim hem mesleğimiz, hem meşrebimizdir. "Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz..." diyen Üstadın yolu herhalde bazılarının sandığı gibi 'birileri ne diyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır' tarzı bir ezber değildir. Hatta ilk savaşılması gereken bizzat budur.

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Emirağ Lahikası'ndaki bu bölümde de Bediüzzaman, kendi yolunun farkını bu bürhan-ı yakiniye temayülle ortaya koyar. 'Büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmek...' yolu ise kesinlikle Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi değildir. Nur talebesi sormalı, sorgulamalı; ancak tam anlamıyla ikna olduktan sonra adımlarını atmalıdır. Başkasını ikna etmeye çalışırken de araması gereken yol budur. "Filanca büyük zat böyle dedi. Yoksa sen onu 'mutlak vekil' saymıyor musun?" tarzı baskıcı bir yolla değil.

Sadeleştirme ve devamında yaşanan tartışmalar boyunca da bu gerekli endişeyi taşıyarak yoluma devam ettim. Sadeleştirme yapanların metne verdiği zarar yönüyle eleştirilerini yaparken, sadeleştirmeyi eleştirenlerin de "Üstadın izni yok!" tarzı yaptıkları savunmanın altının boş olduğunu, bunun yerine sadeleştirmenin metinde yaptığı hasarı tesbit edip insanlara onu göstermenin bürhan-ı yakini yoluna daha yakın olduğunu söyledim. "Üstadın izni yok!" demek bir kazıye-yi makbule iken, bizzat metindeki kusuratı ve anlam kaybını göstermek bürhan-ı yakini idi çünkü. "Bak burada şu şu zararları dokunmuş" diye göstermek, "Uzmanlar iyi değil diyorlarmış" demekten daha elle tutulur, somut, güçlü bir ikna yöntemiydi. Risale-i Nur'un bizden üretmemizi istediği bilgi türü de buydu.

Şimdi, bandrol olayı diye gündemimizi meşgul eden, bazılarına göreyse Risale-i Nur'un devletleşmesi olarak anılan hadiseyi de yine bu çizgide durarak değerlendiriyorum. Olayın ilk tartışıldığı günlerden itibaren önceleri "Risalelerin neşri engelleniyor!" deyip sonra "Devletleşiyor!"a dönen kesime şunu sordum: "Risalelerin devletleşmesi nedir? Ve devletleşince ne olmasından korkuyorsunuz? Bunu madde madde yazın. Şekle bürünsün. Neyi istemiyorsunuz? Sakıncalarını ve somut yanlışları görelim. Yoksa bize 'devletleşmeyi' teşhisi mümkün olmayan bir öcü gibi gösterip durmayın!" dedim. Zira Risalelerde veya Üstadın kendi hayatında devletleşmeden bu tarz bir endişe duyduğunu görmüyordum. Hatta Üstadın kendisinin külliyatın basımının devlet çatısı altında yapılmasını istediği biliniyordu. Bizzat teşebbüs etmişti buna.

Buna karşılık kimse birşey yazmadı. Yine bir dolu korku üretildi. Hatta bu korku, samimiyetinin ciddi sınanmasını gerektirecek bir iktidar düşmanlığıyla karıştırılmaya başlandı. (Erdoğan'a Deccal/Süfyan diyecek kadar...) Meselenin bu tarafında yer alan Gülengiller olsun, Yeniasyacılar olsun, her ikisinin de bu dönem kronik bir şekilde siyasi muhalif oldukları biliniyordu. Hükümetin yaptığı hiçbir şeye maşaallah demiyorlardı ki, buna da desinler. Delil de göstermeyince insan hiç inanamıyordu anlattıklarına.

En nihayet bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu abi kendi endişelerini aktaran bir yazı kaleme aldı. Kısa, ama içindeki herşey bir surete bürünmüş, öcü olarak kalmamış, somut şeyler. Mesela benim o yazıdan anladığım: Metin abi, endişelerini, Risalelerin devletleşmesinden ziyade, devletin Risale-i Nur üzerine vesayet kurmak isteyenlere son zamandaki gerilimden dolayı bir şans verebilmesi üzerine kurguluyordu. Bu insanların, Risale-i Nur üzerine yapılan her türlü çalışmaya, geçmişte pek çoğuna şahit olduğumuz şekilde, mutaassıbane izin vermemesinden endişe ediyordu. Ayrıca kurdukları bu yeni vesayet nedeniyle kendileri dışındaki Nurcu grupları da mağdur etmelerinden endişe ediyordu. İşte bu endişe bana da 'dokunulabilir' geldi. Bu yazıyı okumamın ardından sayfaaltı sözlüklü çalışmalara dair attığım twite karşı aldığım tepkiler, bu noktada bir vesayetin/istibdadın hazırolda beklediğini gösterdi.

Bu tepkilerin bana en komik gelen yanı, bu insanların tamamının külliyattaki kelimelerin anlamı için illa bir sözlüğe bakmalarıydı. Fakat kendileri bir sözlük açıp karıştırınca bu doğru, ama bu sözlük metnin altında kolay bulunacak bir şekilde veriliyorsa bu yanlış oluyordu. Yani demek ki, karşı olunan sözlük değil, sözlüğün yeriydi. Bu endişenin de iki gerekçesi vardı: 1) Bir abiyle Üstad arasında geçen bir hadise. 2) Sayfaaltındaki anlamın külliyat okurunun anlamı ona münhasır görmesiyle yaşayabileceği bir anlam daralması. Halbuki aynı insanlar, aynı tehlikenin sohbetlerde kelimenin anlamına dair yapılan izahlarda, başka bakılan sözlüklerde yine geçerli olduğunu düşünmüyorlardı.

Bir kelimenin anlamına dair her tarif dolayısıyla bir sınırlama içerir. Bunu ister sayfanın altından okuyun, ister sözlükten, ister dersten/sohbetten. Hal böyleyken, ilk ikisi caizken, üçüncüsünü böyle "Kesinlikle olmaz!" kılan neydi? Ve buna ilaveten: Kelimenin anlamını altta yazan manaya münhasır görmek de aslında okurun nazar problemi değil miydi? Bunun sözlükle ne ilgisi vardı? Sözlükte okuğu her manayı mutlaklaştıran okur, bunu her şekilde yapardı zaten. Ha başka sözlüğe bakmış, ha sayfa altına.

Birinci hadisede ise külliyatta böyle bir kayıt bulunmamakla birlikte, hatıra nevinden aktarılan bir hadiseye göre abilerden birisi (ismini yazmayayım) böyle bir çalışma yapmış, Üstada göstermiş, Üstad da ona tepki göstererek 'altına Bediüzzaman değil, kendi adını yazmasını' söylemişti. Hadisenin naklolurken ne kadar sıhhatli nakledildiğini ve kaçıncı ağızdan bize geldiğini bir kenara koyuyorum. Bir kere o abinin yaptığı çalışmanın nasıl bir çalışma olduğuna dair elinde kesin bir bilgi olan var mı? Yani ne yazmış? Nüshası nerede? Sadece kelimelerin anlamını mı yazmış? Şerh mi yapmış? Yorum mu katmış? Düz kelime manası mı vermiş? Üstadın vermediği, onun kastettiğinin çok dışında manalar vermiş ve Bediüzzaman Hazretleri aslında buna kızmış olabilir mi? Çalışmasını o dönem için malayani bulmuş sayılabilir mi? Bediüzzaman çalışmanın metoduna mı kızmış, yoksa orada yazanlara mı kızmış? Bunların hiçbirisi analiz edilmiş veya tartışılmış değil. Çünkü çalışma da yok ortada. Yani neye kızıldığını ancak tahmin edebiliyoruz.

Kaldı ki, altı kelimeli külliyat çalışmaları ilk dönemde çok tepki almasına rağmen sonradan bu saff-ı evvel abilerin iltifat ve desteklerine de mazhar oldular. Madem Bediüzzaman bu kadar karşıydı, bu destek neden verildi? Ben bu sözlük çalışmalı külliyatlardan birisinin kenarından şahidi olarak kaç tane abinin bu külliyat çalışmasını gördüğünü, önce biraz kızsalar da sonradan destek verdiklerini, öyle külliyatlardan ders yaptıklarını biliyorum. Şimdi sormak istiyorum: Hayırdır, o zaman akla gelmeyen vesayet, şimdi ortam buldu da yeniden mi ortaya çıkıyor? Haydi bu soruları da geçelim. Bediüzzaman lügat düşmanı mıydı? Talebelerine "Aman lügata bakmayın. Kelimelerin anlamı, ayet mealleri falan önemli değil, sadece metinleri okuyun!" Böyle bir tane tavsiyesi var mı Allah aşkına? Onun yokken sizin nereden aklınıza geliyor bu endişeler?

Tamam, o mealleri ve sözlük anlamlarını tek geçer akçe görmeyelim, eyvallah, o da yanlış. Fakat onun ötesinde bu tasarıma, yeni şeyler üretmeye, hem de metne zarar vermeden çalışan şeyler nasıl yasak kılınabiliyor? Bu da bir istibdat, bir vesayet değil mi? Buna karşı mücadele vermek gerekmez mi?

11. Lem'a'da Bediüzzaman Kur'an'la ve sünnetle çelişmeyen, aykırı bir hüküm içermeyen uygulamalara bid'a-yı hasene namı verildiğini söylüyor. "Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev'inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat 'bid'a-i hasene' namını vermiş." Peki siz kim oluyorsunuz ki, Kur'an'la ve sünnetle, külliyatın metinleriyle hiçbir çelişkisi olmadığı halde, her yeni tasarım uygulamasını bid'a diye nitelendirebiliyorsunuz? Mutlak vekillerin mutlak vekillerinin mutlak vekilleri misiniz? Uzayacak mı daha bu silsile? Bir bitseniz de Nurcular hayırlısıyla hür düşünmeye başlasa. Sizin bağnazlıklarınıza takılmaktan, bırak adım atmayı, nefes alamıyoruz.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Filistin neden gayretullah'a dokunmaz?

Hadi biraz özeleştiri yapalım. Bıçağın ucu bana da dokunduğunda kesikten daha emin oluyorum. Yazdığım daha bir işe yaramış gibi geliyor. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Özeleştirisi olmayanın dış eleştirisi hiçbir işe yaramaz. Bu sebepten iğne yine kendime, çuvaldızı yine başkasına. Filistin meselesi hakkında konuşmak istiyorum bugün sizinle. Hani şu artık acısını neredeyse kanıksadığımız, çektiklerinin bahtları olduğunu düşündüğümüz Filistinli kardeşlerimiz. Sahi, biz onların haklılığına ne kadar aldırıyoruz? Ne kadar tarafız onlara?

Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.

Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.

Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.

Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.

Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!

Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.

Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.

Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.

Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.

Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?

3 Temmuz 2014 Perşembe

Epeydir aşağılardayım

EPEYDİR AŞAĞILARDAYIM. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta, bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Aramızda endişelerim/korkularım kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur, 'uzak' dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Doğrudan emin olmadığım her yerde cehennem, cennetten daha yakın. Rehbersizlik, beni aşağı çekiyor.
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı."
Her 'acaba' bir zebani gibi. Her ikircik, zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi: keşke. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış, istemediğin kadar. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle, bitmiyor.
"Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o 'o' mu, emin olamıyorum.
"Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı."
Doğru, tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam. Fakat iki? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?
Ey sıratını çizmek için gayrına muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktasını arayan! İhsanına bak ki; Allah sana bir nokta değil, bir doğru vermiş: İnsan cinsinden yarattığı cetveller var. Peygamber deniyor onlara. Olayların üzerine koyup iskametini öylece çizebilirsin. Pusula gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan, akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel.
"İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Sünneti hayatıma koymayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda olduğu gibi, herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet, ümmetin gözlüğüdür. Takıverirsen gözüne, yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın. Çünkü keder, durduğu yerden emin olmayanın sıkletidir. Kadere iman edenin, kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, Bakara 38'de dendiği gibi:
"Dedik ki; 'Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.'"

Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.

Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?

Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.

Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:

Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.

Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.

Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.

Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...