30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

26 Aralık 2021 Pazar

Pirenin derdi Ahmed'i niye gerdi?

Bu meseleyi sıkça gündeminize taşıyorum. Fakat ne yaparsınız? O da benim gündemimi meşgul ediyor. Evet. Bugün 'virüs' mevzuuna dokunacağız. Okuduktan sonra ellerinizi falan yıkamanıza gerek yok ama. Sakın. Zahmet buyurmayın. Zira bizim dokunuşumuzla bulaşan virüs yok. En azından biyolojik olarak olay böyle. Biyolojik olmayan virüslerse bahsimizden hariçtir. Onlara yazımızda yer vermeyeceğiz ki size bulaşsınlar. Ancak yine de dikkatli olun. Ben de hastalığının farkında olmayan bir taşıyıcı çıkabilirim. Ahirzamanda fikri/zikri hastalıksız mü'min bulmak kolay iş değildir. Hele ben nefsimi temize hiç çıkarmam.

Şöyle bir yerden alayım: Virüslerin doğasını biyoloji derslerinde öğrenmiştik ilk. Lisedeydik. O zaman da çok ilginç gelmişti. Hâlen de ilgim sürüyor. Zaten köftehor da bizi hiç rahat bırakmıyor. Sözgelimi: En son golünü 72 millet bir olduk da kalemizden çıkaramadık hâlâ. Covid 19 canım. Nam-ı diğerle Korona. Ondan bahsediyorum. Kulak misafiri olduğum bir esnafın tabiriyle de 'Cavid abi.' Cavid abi esnafın işlerini mahvetti. Sadece esnafın mı? Aslında bütün devletlere bir şok yaşattı. Hiç hesapta olmayan bir fırtınaydı. Salgından üç ay önce kimse böyle bir sürecin dünyanın başından geçebileceğine inanmazdı. Ama geldi. Hatta yatıya da kaldı. İnşaallah geçecek. Kadîr-i Zülcelalin kudretine küçücük bir ayna oldu kendisi hem de. Hak Teala, nasıl Nemrud'u bir sineğe devirtti, koca koca süpergüçleri de bir Cavid abiyle sarstı. Titretti.

Virüslerin enteresan bir özelliği vardır. Meraklıları bilirler. Onlar biyoloji âleminin 'güdümlü füzeleri'dirler. Rızıkları olarak tayin edilmiş tek bir hücre tipolojisiyle ilgilenirler. Başkasını yemezler. Mesela: Hiv virüsü akyuvarlara saldırır. Zaten biyologlar derler ki: Aslında öldüren AIDS değildir. AIDS sadece ortam hazırlar. Bağışıklık sistemini çökertir. Ondan sonra basit bir soğuk algınlığı dahi hastayı defnedebilir. Zira savunmasız kalmıştır. Evet. Hangi virüsün mahiyetine baksanız benzer bir durum görürsünüz. Bu nedenle bilimadamları da peşlerini bırakmıyor. İyi niyetliler de araştırıyor kötü niyetliler de.

İyi niyetliler ondan bir şifa vesilesi bulmayı amaçlıyorlar. Mesela: Yalnız kanserli dokuyu yiyebilecek şekilde virüsleri ayarlabileceklerini umuyorlar. Onlara göre sorunlu hücrelerin genetiğine güdümlenmiş bir virüs pekala bu işi başarabilir. Çalışmalar sürüyor. Belki yakında bununla ilgili müsbet neticeleri görmeye başlayacağız. Allahu'l-a'lem. Lakin kötü niyetlilerin arzusu pek fena. Onlar da virüslerden bir 'suikast silahı' veya bir 'kitle imha aracı' elde etmeyi diliyorlar. (James Bond serisinin son filminde de bu konu işleniyordu.) Kara umutları şu mantıkta saklı: Eğer sadece bir milleti/coğrafyayı etkileyebilecek bir virüs üretebilirsek kurşun atmadan savaşları kazanabiliriz. Yahut da başka hiçkimseye zarar vermeden birisine kolaylıkla suikast düzenleyebiliriz. Virüsü ayarlamamız yeter. Gerisini yerimize hastalık halleder.

Yalnızca Çinlileri öldüren bir virüs düşünün. Yahut da yalnızca Türkleri. Veyahut yalnızca Arapları. Artık böylesi korkular gerçeklikten çok uzakta değil. Genetik olarak karışık olmamak bir bela. Hitler bu çağı görse 'saf Alman ırkı' gayretinden vazgeçerdi zannederim. Çünkü bu teknoloji başarıya ulaşırsa saf ırkları öldürmek daha kolaylaşacak. Konuyla ilgili birçok Hollywood kehaneti izlemişsinizdir zaten. Belki Youtube'da şöyle bir gezinirken de birçok komplo teorisini gördünüz. Son salgınla birlikte tavan yaptılar artık. Ancak ben sizi karanlıkta oyalamayacağım. Şimdi esas konumuza doğru bir sıçrama yapıyoruz:

Bugünlerde Mektubat'ı okurken bir ayete tekrar tekrar rastladım. Dikkatimi istemsiz kendisine celbetti. Ankebut sûresinin 60. ayeti. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Rızkını yüklenemeyen nice canlılar (dabbe) vardır ki, onları da, sizi de Allah rızıklandırır. O herşeyi işiten, herşeyi bilendir." Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme 'debelenme' demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Bediüzzaman merhum da 'dabbetü'l-arz'la ilgili suali yanıtlarken buna yakın bir noktaya gelir:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu'l-a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş." Yaşları müsaitler hatırlayacaktır. AIDS'in çok yayıldığı dönemlerde onun da dabbetü'l-arz olduğuna dair tahminler dile getirilmişti. Çünkü yayılma şekli cidden ahlak ayrımı gözetiyordu. Ekseriya insanların sefihlerine bulaşıyordu. Cinsel sapkınlıkların arttığı toplumlarda/coğrafyalarda çok daha yaygındı.

Veba, İspanyol Gribi, AIDS veya Korona... Bence hepsinin bu kanundan bir hissesi var. Hepsi bu külliyetli hükmün bir parçası. Yani durum 20. Söz'de denildiği gibi: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ancak yanısıra birşey daha öğretiliyor bize sanki: Dabbe karşımıza virüs olarak da çıkabilir. Nihayetinde o da bir canlıdır. Hatta canlıların en küçüğüdür. Görünüşte en acizidir. Debelenir. Lakin o acziyetinin içinde muazzam bir güç de saklanmıştır. Saklı olan bu güç de rızkını bulduğunda ortaya çıkar.

Bakınız. Rızık konusuna geri döndük. Dolayısıyla hâlâ Ankebut sûresinin 60. ayetini anlamaya çalışmaktayız. Hatta şaşırmaktayız: Kur'an-ı Hakîm neden böyle bir konuyu mü'minlerin gündemine taşıdı? Sadece dabbenin aczini anlatmak için mi? Elbette hikmetlerden birisi de bu. Ama sadece bu değil. Rızık hususunda da uyarıldığımızı hissediyorum ben o ayete baktığımda. Yahut da bize ikinci birşey öğretiliyor: Açlıkla rızık arasındaki ilişki 'anahtar' ve 'kilit' arasındaki ilişkiye benziyor. Bir 'indirgenemez komplekslik' durumu sözkonusu sanki. Evet. Sözgelimi: Bir virüs kendi rızkını yüklenemiyor. Yani rızkını üretemiyor. Yaratamıyor. Ya ne yapacak peki? Çaresiz kendisi için yaratılmış olanı bekleyecek. İnsanlarda çok etkili olan bir hastalık olabilir. Lakin hayvanlar arasında dolaştığı sürece ölümcül olmuyor. Yahut da hiç etkilemiyor. Bazı hastalıklar da bazı milletleri/kavimleri rahatsız edemiyor. Ama diğer bazı milletlerde büyük kayıplara sebep olabiliyor. (Sömürge döneminde Afrika'da-Amerika'da birçok yerli halk beyazların taşıdığı 'yeni virüsler' sebebiyle ölmüşlerdir. Çünkü bünyeleri bu virüslere karşı beyazlarınki kadar dayanıklı değildir.)

Rızkını yaratamayan virüsün de mutlaka bir rızkı var. Varoluşu kadar kesin bu. Yoksa varolamazdı. 'Anahtar' ve 'kilit' ilişkisi derken bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Uyumun kokusunu almamız gerek. O dabbe başka bir rızkı tüketemiyor. Güdümlü. Onu kendisi de yaratamıyor. Aciz. O halde bir Usta hem onu hem de rızkını yaratmış olmalı. Tıpkı anahtarın kilide uyumu gibi. Kilitle anahtarı yapan Usta aynı olmazsa anahtar kilide uymaz. Çünkü içerisinde onlarca detay vardır. Diş vardır. İş vardır. Kırtiş vardır. Birisi kilidin kalıbına göre anahtarı dökmezse tesadüfen hiçbir demir anahtara dönüşmez. Hiçbir anahtara tesadüfen kilit oluşmaz. Virüsün rızkına ulaşması da böyle değil mi? Ta kaderde alnına yazılmış bir 'adrese teslim' durumu yok mu? Biraz dikkatle bakınca böyle bir durumun sezilebileceğini düşünüyorum arkadaşım.

Oradan yukarıya çıktıkça da hepimiz için benzer bir durumun sözkonusu olduğu kanaatindeyim. Evet. Biz virüs kadar sıkışık durumda değiliz. Çünkü önümüzdeki sofra daha zengin. Daha çeşitli. Daha alternatifli. Fakat nihayetinde bu alternatiflerin bir sınırı var. Bir aralığı var. Bir 'sindirebileceklerimiz dairesi' var. O listenin dışına çıktığımızda bizim da beslenmemiz mümkün değil. Taş yiyerek hayatta kalamayız. Bitkiler gibi ışığı tutamayız. Balıklar gibi sudan oksijen çekemeyiz. Hayvanlarda da durum aynen böyle. Et yiyenler ot yiyemez. Ot yiyenler et yiyemez. Yani biz de esasında 'rızkını taşıyamayanlar' sınıfındayız. Kendimiz yaratamıyoruz. Hâşâ. İçinde varoluyoruz. Etrafımız onlarla sarılı oluyor. Füze güdümlendiğiyle yaratılıyor. Beraber takdir edilmemiş olsak hangimizin gücü bir narı yaratmaya yeterdi?

Neyse. Daha fazla uzatıp seni yormayayım. Meramımı anlamışsındır. Elhasıl: Rızkımıza daha dikkatli bakmamızda fayda var bence arkadaşım. Zira bizde de bir 'anahtar' ve 'kilit' durumu var. Bir tevhidî ayarlanışın kokusu var. Daha da yukarılarda evrenin başından sonuna kurulmuş tıkır tıkır işleyen kocaman bir 'rızık sistemi' var. Ne anahtarın gücü kilidi yaratmaya yetiyor ne de kilidin gücü anahtarı yaratmaya. Ancak ikisi de beraber yaratılmış. İşte, işliyor, arıyor, yiyor, kavuşuyor, seviyor. Beslenme piramidinin en üstündeki pire parazitinin midesini tanzim eden Hak Teala, piramidin en altındaki bitkinin rızıklanması için manzume-i şemsiyeyi de o takdir ediyor. Güneşten başlayan düzen ta pirenin midesine kadar uzanıyor. O yüzden mürşidim diyor: "Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."

23 Aralık 2021 Perşembe

Matematik ilhamdan anlar mı hiç?

Nilüfer Kuyaş Başka Hayatlar'da diyor ki: 

"Felsefeyi de edebiyat merakım sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. (...) Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılama koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu."

Bu satırları okuduğumda son cümleye epeyce takıldım: "Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu." Kalbimde hakikatini doğrulayan bir şahit buldum. Tecrübenin biberi de katıktı içinde birazcık. Şöyle ki: Geçmişte sunum yapmam istenen etkinliklere yazılar gönderdiğim olmuştu. Fakat emeklerim 'akademik üslûpta olmadıkları için' iade ediliyordu hep. Daha insaflılarsa 'düzeltip göndermemi' rica ediyorlardı. Eh. Evet. Anladınız. Ricaları boşa çıkardım. Gönlüm elvermedi. Başlarına bu niyetle her oturuşumda boğazımı sıkıyorlardı sanki. Dağlarda başınabuyruk yürümeye alışmıştım. Akışımı sırrım belirlerdi. Onların bekledikleriyse dümdüz bir cadde üzerinde yürümek gibiydi. Renksizdi. Mucizesizdi. Hayretsizdi. Beceremedim. Becermeyi istemedim. İstemeyi beceremedim. "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar!" demiş ya Faruk Nafız Çamlıbel. Ne güzel söylemiş. Yakalamış saçlarından. Cidden hakverdim.

Bundan fazlası da var arkadaşım. Ne zaman birisi neyi/nasıl yazmam gerektiğini söylese düşmanı olurum. Çocukluğumdan beri böyle. Sanki herşeyi en başından biliyormuşum gibi. Bu aptalca bir yanılgıdır. Elbette hiçbirşeyi en başından biliyor değilim. İçimde sadece bir sezgi var. Yok. Sezgi de denmemeli belki ona. Bir tanıdıklık. Aşinalık. Edebiyattan bana bahşedilen ilk şey başkalarının güzel cümlelerini farketmekti. Onların güzel olduğunu sanki doğuştan biliyordum. Öğrenmiyordum. Tanıyordum. Matematikle gelen birşey değildi bu. Formülü yoktu. Şablonu yoktu. Fiziği, kimyası, biyolojisi yoktu. Düzensizlik gibi görünen bir düzendi. Kaderce bir aşinalıktı. Bütünlenme hissiydi. O cümleleri güzel yapan anahtar neyse bendeki kilide uyuyordu. Kalbim seviniyordu. Tevhide bir delilim de budur sahi. Ben onları tanıyorum. Onlar da beni. Bu ferah anahtarla kilidin ustasının aynı olduğunu gösterir. Başkaları yapsaydı elbette birbirlerine böyle yakışmazlardı. Evet, arkadaşım, altını iyice çiz bu satırın: Uyum tevhidin bir delilidir.

"İntizamsızlık içinde kemâl-i intizam." Mürşidim bu ifadeyi Kur'an'ın 'cahile dağınık gibi görünen' uslûbu için söylüyor bir. Ayetlerin herbirini yıldıza benzetirken 13. Söz'de, Kur'an'ı da, o yıldızlarla bezeli uzaya bakmak gibi resmediyor. Bir de Hakkın evrendeki tasarrufunda çözemediğimiz hikmetlere bakmamız için kullanıyor benzer tâbiri: "İntizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne!" diyor mesela dağlardan yuvarlanıp düşen taşların sırrını anlatmak için 20. Söz'de. Zaten onun tedrisinde Kur'an kainatı okuyor. Kainat Kur'an'ı tefsir ediyor. İnsanlık da hem okuyor hem okutuyor. Yani okunuyor. Nasıl hem okuyor hem de okunuyor? Taaccüb ettiysen Aleyhissalatuvesselamın sünnetine bak sen. Farketmiyor musun? "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrini alan oydu. Ama aynı adla en okunuşlu olan da yine odur.

Madem 20. Söz'ün kapısını çaldık, durmayalım, buradan şuraya da geçelim: Bediüzzaman orada peygamber mucizelerinin de beşer için 'ufuk açıcı' bir mahiyeti olduğundan bahseder. Yani bugün teknoloji diye övündüğümüz ne varsa aslında bir peygamberin mucizesinden ilhamını almıştır. İnsanlığın ufkuna arzusunu o düşürmüştür. Rüyasını o gördürmüştür. Gemiciler Nuh aleyhisselamın öğrencileridir. Demirciler Davud aleyhisselamın çıraklarıdır. Hekimler İsa aleyhisselamın talebeleridir. Saatçiler Yusuf aleyhisselama teşekkür etmelidirler. Uçak mühendisleri Süleyman aleyhisselamın rüzgârı teshir eden mübarek ellerini öperler. Denizaltılarda da Yunus aleyhisselamın balıkla fırtınalı macerasının hatırası-hissesi vardır.

'Edebiyatın geniş nefesini' bilenler söylenene hayret etmezler. Zira duymuşlardır: Jules Verne henüz keşfedilmemiş çok sayıda teknolojik aygıttan bahseder hikâyelerinde. Bunlardan birçoğu ölümünden sonraki yıllarda başarılmıştır. Einstein'ın çağdaşları da onun matematik-geometri gibi konularda çok zayıf olduğundan yakınırlar. Ancak fiziğin topyekün rengini değiştirebilecek hayalgücü ondadır. (Bunlardan matematikçi David Hilbert hatta şunları söylemiştir bir keresinde: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur.") Lemeat'ta geçen 'zihindeki meratip' meselesi kavrandığında bu müşkülün düğümü de açılır. Evet. Yolun başı 'tahayyül'dür. Herşey önce bir hayaldir. Sonra 'tasavvur' olur. Sonra 'taakkul'a geçer. Sonra 'tasdik' edilir. İz'an, iltizam, itikad hepsinin ilerisindedir. Demek ki: Hayale düşmemiş olana itikad edilmez. İhtimali içimize 'acaba' ile ilham edilmezse keşfin perdeleri büsbütün çekilidir. Çünkü varlık sahası tanıtılmamıştır.

Kelamullahın insanlık için önemi de buradan parıldıyor arkadaşım. Hatta bir güneş gibi ışıldıyor. Eğer Alîm-i Mutlak olan Allah, yani ki herşeyin bilgisinin sahibi Zat-ı Ehad, o bilginin gölgesinin gölgesini hayalimize düşürmeseydi biz nasıl yürüyeceğimiz yolu seçebilecektik? Nereye basılacağını, hatta basılacağını, nasıl bilecektik? Onun bildirdiğinden başka bilgi mi vardı? Bilmenin başka bir yolu mu olabilirdi? Hayalden öncesinin formülü yok ki elimizde. Bir fikir yokluktan varlığa nasıl çıkıyor bilmiyoruz ki! Meleklerin Âdem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ederken ettikleri dua hepimize ders. Bize açılan yollar üzerinde yürüyoruz hepimiz. Nasıl açıldığını bilmiyoruz. Neyle açıldığını biliyoruz. Bir dilenci uyanıklığıyla açılacağı sezdirilen kapıda bekliyoruz yalnızca. Açılması için de hayale ihtiyacımız var. Duaya ihtiyacımız var. Dilenmeye ihtiyacımız var. Yazmaya ihtiyacımız var. Evet. Çünkü yazmak da bir duadır. İnsana 'kalemle öğreten' Odur. Öyle ya. Kalemi elimize aldığımızda daha önce aklımıza gelmeyen birçok şey misafir olur fikirhanemize. Kelamullahla meşgul olduğumuzda gönlümüze yepyeni evrenler açılır.

Kur'an'ın mucizeliğini buradan da düşün arkadaşım. Yahut da şöyle diyeyim: Bize Kur'an gibi bir mucizenin bahşedilmesindeki hikmeti buradan da okumaya çalış lütfen: Edebiyatın imkanları eğer insanların aklını/kalbini açıyorsa 'belagatı mucize seviyesinde' bir Allah kelamının açtıkları-açacakları kimbilir ne yüksek boyutlarda olabilir-olacaktır. Bize neler katabilir-katacaktır. Neler değiştirebilir-değiştirecektir. Arada sadece bir perde var: Bizim cahilliğimiz. Hatta daha kötüsü: Cehl-i mürekkebimiz. Bilmediğimiz halde bildiğimizi sanmamız. Kibirli inadımız. Bunu aşmamız da Ehl-i Sünnet ulemanın müstakim eserleriyle mümkündür. Bana sakın meallerden bahsetme. İnsan çevirisinin sınırlılığı içinde Allah kelamının genişliği kavranmaz. Çamurdaki parıltı da güneştendir amma Everest'in başındaki müneccim sana onu çok başka anlatacaktır. Neden topraktan olana bakıp duruyorsun? Hünerliysen rasathane ehline talebe olmaya çalış.

12 Aralık 2021 Pazar

Risale-i Nur okumak sadece 'okumak' mıdır?

Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.

Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.

Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."

Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.

Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"

Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.

İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?

Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.

30 Kasım 2021 Salı

Mehmet Özhaseki'nin değil Ali Erbaş'ın yanındayım

Muhammed Said Bilal Hoca, 2018'de İİKV'da verdiği, "İnsan Haklarının Fıkhî Temelleri" seminerinin bir yerinde diyor ki: "Komünizmin yıkılmasıyla kapitalist-liberal anlayış insan hakları yaklaşımlarına tamamen hâkim olmuş durumda. Ve bu kapitalist-liberal anlayışın günümüzde kendisine antitez olarak İslam'ı seçtiğini görüyoruz." İlerleyen kısımda da ekliyor: "Müslüman devletlere-milletlere kendi insan hakları yaklaşımlarını kabul ettirmeye dönük-dönüştürücü bir çalışma var." (Merak edenler için linkini de paylaşayım: https://youtu.be/BTtMPGl21Go) Bu cümlelerle özetlediğim kısımda Muhammed Said Hoca ayrıca İslam coğrafyasında karşılaştığımız kimi sorunların da 'yola gelelim' diye aynı kesimler tarafından 'kurgulandığını' ifade ediyor. Savunmanın zemini olarak da, bazıları şaşıracaktır ama, 'fıkhı' işaret ediyor.

Bunu bir ehl-i sünnet âlimi söylese elbette sosyalmedya lincini çoktan haketmiş(!) olurdu. Hem de sadece solcular tarafından değil İslamcı geçinen kimi isimler tarafından da. Ama Muhammed Said Bilal Hoca eğitimini yurtdışında almış birisi. O nedenle hem solcular hem de yeni nesil İslamcılar için etini dişlemek kolay değil. Zira, onlar için kendi topraklarının değil fakat, Batı'dan gelen seslerin kudsiyeti var. Einstein'ın itibarı İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyhten fazla. Ayarlar bu derece şaşmış-şaşırılmış durumda. Şu yüzden Muhammed Said Hoca'nın tesbitlerini ayrıca önemsedim. Onunla sizi yazıma hoşamedî ettim.

"Ayarlar şaşmış!" dedim de aklıma geldi arkadaşlar. Buradan bir sıçrama yapalım. Mehmet Özhaseki'nin Siyasetin Ev Hali programında LGBT'liler hakkında sarfettiği şu cümleleri alıntılayalım: "Madem ki Allah yaratmış, hepsinin başımızın üstünde yeri var. Onu Allah'ın yarattığı bir emanet gibi görmek her kulun vazifesi diye düşünüyorum. Her inançlı insanın işi diye düşünüyorum. Onun dışında tercihlerine sonuna kadar saygı duymaktan başka elimizden birşey gelmez bana göre." 

Özhaseki'ye bu ifadeleri söylettiren neydi? Kalbini Allah bilir. Ben kanaatimi arzedeyim: Ona bu cümleleri söylettiren Muhammed Said Hoca'dan aktardığım 'dönüştürme çalışmalarının' etkisiydi. Evet. Bu 'dönüştürme çalışmaları'  bugünlerde en çok 'fıtrîlik' üzerinden yapılıyor. Daha doğrusu: Liberal endoktrinasyon 'fıtrîlik' üzerinden kendisine İslamî bir argüman (müslümanlar için de geçerli bir argüman) elde ettiğini sanrılıyor. Halbuki bilmiyor: Müslüman için fıtrî olanın tayini vahyin/sünnetin emrine tâbidir. Vahye, sünnete, kısacası 'şeriata' aykırı bir şekilde fıtrîlik olmaz-olamaz. "Onu da Allah öyle yaratmış. Ne yapsın canım. İçinden geleni tutarak mı yaşasın?" denilmez. Zira standart müslüman bilir ki: Sırr-ı imtihan zaten bizzat bunun üzerine dönmektedir. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' insaniyeti gaybî bir yardıma, Allâmu'l-Guyûb'un vahy u hidayetine, muhtaç eder.

 Hepimizin içinde kötülük işlemeye meyyal yanlar vardır. Fakat Allah 'nehyettiği' için korunmaya çalışırız. (Bunu daha önce irdelediğimden yazının linkini bırakıp kaçmak istiyorum: https://cemaatsiznurcu.blogspot.com/2017/01/ftrat-aksna-brakmak-degildir.html) Yani Özhaseki'nin sandığı gibi yaratılmış herşeye başımızın üstünde yer aramayız. Ya? Cenab-ı Hakkın ona nasıl muamele etmemizi dilediğine bakarız. İblis'i de Allah yaratmıştır ama baştacı edilmez. Firavun da Allah'ın kuludur ama sevilmez. Karun da sonuçta bir mahluktur ama beğenilmez. Zina-hırsızlık da birer dürtüdür ama eylenmez. Tırnak da sakal gibi fıtrattandır ama birisini kesmek diğerini kesmemek sünnettir. Faiz zekattan daha mal arttırıcı görünür ama buyrulan tam aksidir. Zekat emredilir. Faiz reddedilir. Domuz da geyik gibi dağlarda gezer ama yenilmez. Yani ki arkadaşlar: Bir Bektaşî kolaycılığıyla haramlar-helaller aynı torbaya toplanmazlar. En azından beyni bulanmamış normal-istikametli müslüman mevzua böyle yaklaşır.

'Beyni bulanmamış' dedim de yine aklıma birşey geldi. Bir sıçrama daha yapalım. Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" hâdisini zikretmesi solcularca linç edilmesini sonuç verdi. Neden? İçerdeki derdi şöyle sezinliyorum: Beyanın nereye gittiğini anlamada solcular daha ferasetliler. Evet. Onlar bu sözden gayet alındılar. Çünkü liberal söylemin İslamlaştırılmasını engelleyecek bir duvara çarptılar. Öyle ya. Kendileri diyorlar: "Doğduğu zaman cinsiyeti dahi belli değildir çocuğun. Sonradan kendisi karar verir. Dünyaya nötr olarak gelir. Erkek olan kadın olmayı, kadın olan erkek olmayı, seçebilir."

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ne diyor peki: "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" Hadi bakalım. Ne yapsın tatlısu solcusu şimdi? Yutamaz da tutamaz da. Düpedüz liberalizme reddiyedir bu. Onca biyo-psikolojik LGBT lansesini boşa çıkaran bir hükümdür. Her çocuk 'İslam fıtratı' üzerine doğuyorsa, bu böyle kabullenilirse, o zaman gayrısı 'sonradan aşılanıyor' demektir. Özhaseki Bey'in dediği gibi "Onu da Allah öyle yaratmış!" durumu yoktur. Çünkü Allah onu İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Ayarları sonradan bozulmuştur. Elbette bu bozulmada ailenin, çevrenin ve medyanın payı büyüktür. Cinsel sapkınlıkları karizmatik hale getirmek, saygı duyulası Allah eseri olarak tasvir etmek, doğallığını savunmak, elbette maneviyatı zayıf çocukları-gençleri imrendirir. Merak ettirir. Çünkü zaten o yaşlar çocukların mütereddit yaşlarıdır. Batı'da cinsiyetini çocukken değiştirip sonra pişman olmuş bir yığın insan vardır. (Bunlarla ilgili bir yapımın linki de şurada: Cinsiyet değişiminin görünmeyen yüzü... https://youtu.be/CbbBxSsWaGE)

Hülasa: Kabul etmek gerekir ki arkadaşlar; Ali Erbaş Hoca'nın linci solcu-seküler kesim için büyük bir 'feraset' barındırıyor; Özhaseki'nin gafıysa adımıza acıklı bir durumu ortaya koyuyor. Evet. Onlar nereden-nereye varmak istediklerinin gayet farkındalar. Bizse neye/kime karşı konuştuğumuzun farkında değiliz. Yoksa Kur'an'da Lut kıssasıyla durumu apaçık ortaya konmuş bir arıza hakkında, hem de AK Parti gibi muhafazakâr bir fırkanın yetkilisi, böyle bir açıklama yapabilir miydi? İnsan Ankara'nın kaybedilmesinin arkasındaki hikmetini böyle vesilelerle teşhis ediyor. Kurt gövdeye girmiş. Fakat, öyle bir girmiş ki, kurdun bile kurtluğundan haberi yok. Hele gövdenin kurttan hiç haberi yok. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham etsin. Siyasetçilerimize istikamet versin. Çocuklarımızı böylesi tuzaklardan korusun. Âmin.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Bediüzzaman 'helalleşmeye' ne derdi?

Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim.

Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır.

Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor.

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor:

"Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."

Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez."

Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' olarak isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var:

Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır.

CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor.

Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu.

Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır.

Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim.

Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyorlar. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı 'birer CHP seçmeni' olarak yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Çarkları aynı şekilde işlemektedir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.

8 Ekim 2021 Cuma

Hayreti yöneten gayreti de yönetir

Said Alpsoy Hoca, Youtube derslerinden birisinde, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Batılılaşma serüvenimizi şu üç cümleye sığdırıyordu: "Önce hayret ettik. Sonra hayran kaldık. Sonra da teslim olduk." Kendimce açarsam: Önce başardıklarına bakarak şaşırdık. (Çünkü kısa bir sürede büyük seküler bir gelişim yaşadılar.) Sonra kendimiz kalmaktan bunalmaya başladık. (Çünkü bu durum dünyevî anlamda 'geri kalmak' gibi görünüyordu.) Sonra da her açıdan onlar gibi olmaya karar verdik. (Çünkü uhrevî anlamda ileri olmanın kıymetini unuttuk.) Yani enformasyon ihtiyacıyla başlayan etkileşim/temayül en nihayet endoktrinasyona kadar dayandı. Kuyuya merakla bakanlar buharından zehirlenerek içine daldılar. Belki ismimiz Davud-İbrahim olarak kaldı. Fakat içimiz çoktan David-Abraham oldu. Kıvamımız bozuldu.

Süreç halen devam ediyor. Zira her çocuk, elhamdülillah ki elhamdülillah, İslam fıtratı üzerine doğuyor. Üstelik Batı'nın bozulması da bitmiyor. O (me)deniyette sürekli ilerlediği için beraberinde sürüklediği başkalıkları da aşağıya çekmeye çalışıyor. Dalaletinde mesafe alıyor. Daha önce "O kadar olmaz!" dediği kötülükleri artık normalleştiriyor. Onlara da meşruiyet alanları açıyor. (LGBT gibi örgütlerin dünyanın her köşesinde milyonlarca dolar bütçelerle yürüttüğü faaliyetler başka nasıl açıklanabilir ki?) Lakin hepsinin meş'um muvaffakiyet sırrı yine aynı formülde gizleniyor gibidir arkadaşım. Nedir? Hayret-merak-ilgi-irade-gayret ilişkisidir. Biraz daha detaylandırırsak diyebiliriz belki: Neye hayretleniyorsak merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak ilgimiz ardından yürüyor. Neyle ilgileniyorsak irademiz, aklımızın/duygularımızın tüm gayretini/imkanlarını alıp, oraya-onlara temerküz ettiriyor.

Popülarite sahte bir gerçeklik kurguluyor. Bununla duyguları manipüle ediyor. Bu 'sanrı itibar alanı'nı da medya illüzyonuyla vurgulayarak aklı/kalbi gayrısına körleştiriyor. Çünkü vurgu azı çoğa galip eder. Altı çizilmiş tek satır bir sayfa metinden fazla dikkat çeker. Arkadaşım, Deccal'in sahip olacağı söylenen, 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler de buradan bakınca azıcık anlaşılır oluyor. Nasıl? Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik radyallahu anh gibi cennet bahçeleri açacaklar, ne yazık, yerde Enes Batur çalılığı olarak kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği birşeydir. Yani bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır:

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir."

Bilmem bana hakverir misin arkadaşım. "Namaz dinin direğidir!" hadis-i şerifinin bu makamda da bize söyleyeceği şeyler olduğunu düşünürüm. Yani onda ahirzamandaki bozulmayı açıklayan bir yan/yön görürüm. Hatta mürşidimin Birinci Cihan Harbi musibetini "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât..." diye açıklamasını da bununla bağlarım. "Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı mahbubun gaddârâne adâvetidir." Evet, eğer sen ilgini Allah'ın murad ettiği şeylerde tutmazsan, Allah da seni yanlış ilgiler üzerinden cezalandırır. Bu kelamî şeriata uygunsuz hareketinin kevnî şeriatça tokatlanmasıdır. Zira Allah'ın bütün şeriatları birbiriyle uyumludur.

Namaz neden dinin direğidir? Belki de bu sorunun cevabı şudur: Namaz kulun Rabbiyle kurduğu en dinamik ilişkidir. Günde beş vakit tekrarlanan, yani İslamî manaların kalpte diri tutulmasını garanti eden, ikinci bir ibadet yoktur. Oruç yılda bir aydır. Zekat yılda bir seferdir. Elbette insan bu türden ibadetlerin sayısını arttırabilir. Lakin namazın zorunlu-garanti ilgisi onlarda yoktur. Namaz, Allah'ın size bağışladığı zamanın 24'te 1'ini, tekrar Ona vermektir. Onun rızası için sarfetmektir. Ancak güne serpiştirilmiş haliyle aslında 24'te 24'ü de etkisi altında bırakır. Bu nedenle "Namaz dinin direğidir!" hadisiyle başlayan 4. Söz şu cümlelerle biter: "Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder."

Yıkımları takip ettiyseniz, ki İstanbul'un her yerinde görmek mümkün, dikkatinizi çekmiştir: Anasütunlar en sona bırakılır. (Çünkü onlar yıkıldığında bina çöker.) Önce başka bölgeler darbelenir. Tekrar kullanılacak şeyler varsa sökülür. Duvarlar dökülür vs. En nihayet iş son darbeyi vurmaya bakar. O darbe de en çok ayakta tutana vurulacaktır. Yani anasütuna/sütunlara. İşte müslüman için namaz da böyle bir anasütundur. Hatta beş sütundur. Direktir. Ayakta tutucudur. En dinamik-devamlı süreçtir. Onu çatlattığınız zaman, aksattığınız zaman, ihmal ettiğiniz zaman yıkım mukadder olur. En azından tehlike başlar. Diğer yerleri onarmanın da pek anlamı kalmaz. Maneviyatı hayatta tutan namazdır çünkü. Onun bağıdır. Hatırlattığıdır. Terapisidir. Çağrısıdır. Ama eğer namazınızı kılarsanız, yani ki anasütunları korursanız, bir güçlendirmeyle depremi atlatabilirsiniz. Tadilatınız-tamiratınız boşa gitmez. 'Mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır' sırrını buradan da kavrayabilirsiniz.

Peki bu mevzunun ahirzamanla ne ilgisi var? Onu da şöyle tefekkür ediyorum arkadaşım: Yukarıda zikrettiğim 'hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ilişkisinin, yani "Hayreti yöneten gayreti de yönetir!" meselesinin, öncesinde anmadığımız bir 'gizli nesne' daha var. Hayretin yönetimi de biraz ona bakıyor gibi duruyor. Nedir? Zamandır. "Zamanı yöneten de hayreti yönetir." Yani ancak zamanının yönetimini kaybedenler hayretlerinin de yönetimini kaybederler. Bunu da bir parça açmaya çalışalım: Bugünün popüler sahte kahramanlarından birisini sıkıca takip ettiğinizi düşünelim. (Çünkü böyle yapmanız size medya tarafından pompalanıyor.) Bu hayreti ona ne karşılığı duyarsınız? Daha doğrusu: Neyinizden verirseniz bunun karşılığının-anlamının 'hayret' olduğunu düşünülebilir?

Bence bu sorunun cevabı 'zaman'dır. Eğer takibi teşvik edilen kişiye zamanınızdan feda ederseniz bu kişiye hayransınız denilebilir. Yok, onunla ilgili şeylere zaman ayırmıyorsanız, vaktinizin merkezinde böylesine tahsil edilmiş bir aralık yoksa, muhabbetinize inanılmaz. Zaten bu 'zaman ayırmama'nın tezahüratı da bilgisizlik/ilgisizlik olarak tebarüz etmeye başlar. Yani insanlar konu kişi hakkındaki bilgisizliğinizden/ilgisizliğinizden 'zaman ayırmadığınızı' keşfederler. Dünyanızda olmadığını anlarlar. Demek hepsinin özü zamana bakıyor. Üzerimizde oynanan her oyun zamanla kurgulanıyor. Zaman ayırmaya devam ettiğimiz şeyler hayatımızda kalıyor. Ayırmadığımızsa yavaş yavaş ölüyor.

Namaz burada nereye düşüyor? En doğrusunu Allah bilir elbette. Ama bence namaz 'zaman yönetiminde istikametimizi yitirmemizi' engelliyor. Nasıl oruç irade yönetimi sağlıyor. Namaz da zaman yönetimine alıştırıyor. Aslında her ibadette böyle bir eğitim var. Bediüzzaman'ın onlara asıl muhtaç olanın biz olduğumuza dikkat çekmesi bu yönüyle de düşünülebilir. Evet. Bize ibadet emrediliyor. Çünkü herbirinden almamız gereken bir eğitim var. Bir şifa var. Onları hakkıyla alamazsak ahirzaman girdaplarına kapılmamız mümkün. Namaz kılanları tenzih etmem, ama bir istatistik çalışması yapılsa, kılmayanlara oranla zamanlarını yönetmek hususunda hassasiyet kazandıklarının görüleceğini iddia ederim. Çünkü bütün bir ömrü böyle bir talimle yaşamak tesirsiz olamaz. İşte bir hadis-i şerifi anlamak için yazılmış şu satırların ahiri bir ayet-i celileye dayandı. Elhamdülillah. Ankebût sûresindeki 'namazın kötülüklerden alıkoyacağı' haberini de bu pencereden okuyabilirsin arkadaşım. Onu da 'zaman-hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ekseninde düşünebilirsin. Görebilirsin. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi hidayetinden ayırmasın. Âmin.

5 Ekim 2021 Salı

Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?

"Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki: Bir meşher açsın. Enzâr-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san'atının harikalarını, mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın." Nur'un İlk Kapısı'ndan.

Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..." 

Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor. 

Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı. 

Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık." 


Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.

Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.

Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle: 

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?


Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir. 

İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.

28 Eylül 2021 Salı

Cübbeli Ahmed Hoca'nın derdi ne?

"Nitekim, bu din telakkisi ve ona uygun yürütülen din eğitimi sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları eski bularak kullanılmış bir mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."
Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı kitabından.

Bir Irmağa Yolculuk'u çocukken izlemiştim. 'Devrimci sinema'yı takip edenler belki hatırlayacaklar: Haydar, işçilerin gözünü açmaya çalışan bir devrimciyken, ihanetlerinden dolayı onlara kinlenir. Patronlara yamanır. Hatta zulümde onları da geçer. Gel zaman git zaman eski aşkı Nazlı kasabaya döner. Bıraktığında sıradan bir köylü olan bu kızcağız sosyalizmi öğrenmiş, yani ki gözü açılmış, bir gazeteci olarak da taze kapitalist Haydar'ın karşısına dikilmiştir. Aralarında şöyle bir tartışma geçer:

- Önce onlar sattı beni. Sen bile sattın. Aleyhimde ifade verdiniz. Sizin yüzünüzden yattım ben içerde yıllarca.

(...)

- Sen bana neyi anımsatıyorsun biliyor musun? Yol açan bir makineyi. Kocaman yollar açan bir buldozeri. Onların açtığı yoldan binlerce kişi geçer. Yalnız bir sakıncası vardır bu makinelerin. Bir parçaları kırıldı mı kalırlar yolun ortasında. Bırak yol açmayı, yolu tıkarlar. Sen artık parçası kırık bir dozersin. Çekil yolumdan. 


Yol açmak-tıkamak bahsi açıldı. Aklıma Eşkıya filmi de geldi. Onu da lisedeyken izlediğimi anımsıyorum. Baran'ın dağa çıkış sebebi galiba ağasını vurmaktı. Geçmişte suça karışan insanlar, eğer cezasını göze alamıyorlarsa, dağa çıkarlarmış. Eşkıya olurlarmış. Aslında 'eşkıya' kelimesi tıpkı 'evliya' gibi birşeyin çoğulu. Tekili şakî. Manası: Yol kesen. 'Şak' kelimesiyle etimolojik bir bağı var mı bilmiyorum. Biliyorsunuz 'şak' Arapça 'yarmak' da demek. Belki gidişlere-gelişlere engel oldukları için, yani birnevi yolu yardıkları için, bu isim verilmiştir. Allahu'l-a'lem. Risale-i Nur'da 'katıuttarik' veya 'katiüttarik' şeklinde geçiyor ki yine aynı manaya gelmektedir. 

İlk Dönem Eserleri'nde iki yerde istimal ediliyor bu kelime: 1) "Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin." 2) "Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur'ân-ı Hakim dediğini desin." Gelelim şimdi en meşhuruna. Yani 1. Söz'de geçtiği şekline: "İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: Ben filân reisin ismiyle gezerim. Şakî def olur gider, ilişemez."

Eh, evet, yol kesmenin doğasında 'gidecek yeri kalmamak' var. Tıpkı Baran gibi. Suçunuzun bedeliyle yüzleşmek istemediğinizde yolunuz 'yol kesmek' oluyor. Öyle ya: Gidecek yer yok. Dönecek yer yok. Hayatta da kalabilmeniz lazım. O zaman ne yapılacak? Başkalarının hayatlarından çalınacak. Ebu Cendel radyallahu anhın Hudeybiye antlaşmasının ardından yaşadıklarını anımsayalım. Ne yapmak zorunda kalmıştı? Sîfülbahr'a kaçarak yetmiş kadar arkadaşıyla Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başlamıştı. Hatta Mekkeliler onların korkusundan en sonunda antlaşmanın Sîfülbahr'dakiler lehinde bozulmasını rica ettiler. Böylece Medine'ye kabul edildiler.

Eşkıyalığın maddisi olduğu gibi manevisi de var. Bugünlerde İblis'in kıssasıyla Bediüzzaman'ın 'katıuttarik' kullanımları arasında bağ görmeye başladım. Çünkü o da (A'râf sûresinde haber verildiği şekliyle) mealen diyor: "İblis dedi ki: Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." Demek eşkıyaların piri de İblis'tir. Yol kesenlerin ilki odur. Bu istikamette şakîlik eden herkes İblis'in talebeliğini gütmektedir. Fakat şuna da bir dikkatini istirham ederim arkadaşım: Denilir ki: İblis eskiden meleklerin muallimiydi. Yani bilgilidir. Demek hidayetin malumatına, argümanlarına, kelimelerine de sahiptir. O yüzden yol kesenliği eşkıyalığın en beteri olmuştur. Sahi ya: Kurdun en tehlikesi gövdeye girendir. Zira gövdeye giren gövdeyi bilendir.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal'á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lazımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini hafî darbelerden kurtarabilsin." Hem yine diyor: "İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin."


Eşkıyalığın psikolojisinde bunlar da var. Mağruriyetinden Âdem aleyhisselam gibi et-Tevvâb ismini alıp sılasına dönmeyen İblis yurtsuz kaldı. Boşlukta kaldı. Anlamsız kaldı. Çünkü tevhidin herşeyi kuşatan anlamından koptu. Fakat anlamsız da yaşanamaz. Boşluk her yükten ağırdır. Aidiyetsiz sürdürülmez ömür. Adressiz huzur olmaz. İşte bu devrede İblis ademden/yokluktan yeni bir amaç tayin etti: Hidayet yollarını kesmek. Âdemoğlunu doğrudan saptırarak cennetinden etmek. Bu yıkımı anlam edinip ona tutundu. Yarımlığını başkalarını yarım bırakma süreciyle telafi ettiğini sandı. Mürşidimin tabiriyle: Dalalette iktidarsızlığı ona muktedirlik göründü. Ehemmiyetsizliğine rağmen şöhret kazandı. Yıkmak kolay yapmak zordu çünkü. 

Dikkat çekmekse her zaman varolmak, hünerli olmak, aferin almak demek değildir: "Nasıl ki, böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ, telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."

Şimdi bu yazının nasıl olup da Cübbeli Ahmed Hoca'ya bağlanacağını merak etmişsinizdir. Ona geleyim: Kanaatimce Hoca da (daha pekçokları gibi) bizi 'kurdun gövdeye girişi' hakkında uyarıyor-uyardı. Hatta tesiri adına tokat etkisi yapan bir söylem de kullandı. Öyle de oldu. Epeyce ses getirdi. Ciğer yakan bu konu nihayet gündem oldu. Şunu da kabul edelim: Hocanın İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkındaki çıkışı birçoğumuzun ciğerindeki nefesin dışarıya salınmasıydı. Hatta çocukları halihazırda İmam Hatiplerde-İlahiyatlarda okuyanlar dahi çıkışına destek verdiler. 

Neden? Zira onlar da kimi şahitliklerinden ötürü bu türden bir eşkıyalığın hidayet müesselerini ele geçirmesinden korkuyorlardı. Tıpkı Bediüzzaman'ın endişelendiği gibi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Evet. AK Parti iktidarı dindarlığın yeniden hürriyet kazanmasına vesile oldu. Fakat bu zaferin neş'esini kullanmak isteyenler yok muydu? İlahiyatçıların söylemlerindeki gariplikler neyi ifade ediyordu? Bu defa da farklı bir delikten ısırılmamak için dikkatli olmak gerekmez miydi? Çünkü mürşidim de kendi çağının tecrübesini anlattığı metnin devamında diyordu: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."


Bence İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkında bu türden kaygılarını ifade eden herkes bir ejderhanın önünü almaya çalışıyorlar. Ki, takip edenler görmüştür, mevzu üzerine merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca'nın eleştirilerinden paylaşımlar yaptım.  Birçok isimden daha benzer alıntılar yapabilirdim. Göğsünde 'ümmetin sahih itikad üzere kalması' adına dert taşıyan herkesin az-çok bu tarz endişeleri var zira. Peki karşılarında ne var? Bazen kocaman bir sessizlik. Bazen körkütük bir tepki. Hatta "Kur'an insan sözüdür!" diyen Mustafa Öztürk'e veremedikleri karşılığı Cübbeli Ahmed Hoca'ya veriyorlar. (Halbuki hangisinin dediği daha muzırdır bellidir.) Bu da "Neresi/ne kadar elden gitti?" sorusunu akıllara getiriyor. Korkuyorum. Belki de cepheyi çoktan kaybettik. 1438'de 1338'in tekrarını yaşıyoruz. Ejderha başardı.

Modernizm Kemalizmin evladıdır. Bunu herkes bilir. Zaten 'Türkçe ibadet' gibi çoğu başlığı Kemalizm açmıştır. Modernizm, kendi tabiatına da uygun gördüğü için, Kemalizmin arkasından gitmiştir. Bugün Kur'an Müslümanlığı, Tarihselcilik vs. gibi hangi ekolün ipini takip etseniz Tek Parti Dönemindeki uygulamalarda izlerine rastlarsınız. Zaten dinde reform yapmak isteyenlerin, zâhirde nizâ da görünse, özde böylesine iyi anlaşmaları kaçınılmaz. Ancak bu defaki fitnenin Kemalizmden daha farklı yönleri de var. Mesela: Ehl-i Sünnet aidiyetini önemsemeyen, ama dinî argümanları kullanabilme yeteneğine de sahip, İblis gibi 'yarı âlim' kitleleri var. Bunlar tam âlim olmuyorlar. Çünkü ya güçleri yetmiyor yahut da sonuçları işlerine gelmiyor. Yarı âlimlikse hakikatleri çarpıtmak için yeterli malzemeyi sağlıyor.

Düz liseye gidenler dinî konuları sahiden bilmiyorlar. Ama İmam Hatip'e-İlahiyata giden bazıları hem bilmiyorlar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Yani birisinin talebeleri cahilse diğerininkiler cehl-i mürekkep sahibi. Bu yüzden doğruyu tekrar kabullenmeleri daha da zor oluyor. Anlatıldığında da onu aşağılıyorlar. Çünkü kibrin zirveleri 'yarı âlimlik' rütbesiyle hakedilmediği halde tutulmuş vaziyette.

İmam Hatipler-İlahiyatlar müslümanlar için medreselerin-tekkelerin kapatılmasından doğan boşluğu aşmaya bir dozerdi. Hayırlı işlerinden Allah razı olsun. Fakat Bir Irmağa Yolculuk'ta dendiği gibi: Dozer bozulunca yolu daha beter kapıyor. İşte, yazının özeti, Cübbeli Ahmed Hoca bundan başka ne söyledi ki? Üstelik İblis'in kıssası da bize aynı şeyi söylüyor. Çokbilmişin sapıtması cahilin haline benzemez. Yahut yine mürşidimin dediği gibi: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar." 

Eh, evet, bizim mahallenin çocukları katıuttarikliğe başlarsa, dinde reform çığlıkları her yanımızı kuşatırsa, İmam Hatipler-İlahiyatlar Ehl-i Sünnet olmayı 'taassub' gibi görürlerse, artık hazırlanalım: Kıyamet yaklaşmış demektir. Cenab-ı Hak cümle vatanın evladını böylesi zararlı akımlardan korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

22 Eylül 2021 Çarşamba

Cennette nasıl bir fizik var?

Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'da, “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." diyor. Fakat 'irade' konusuna gelmeden önce dikkatini başka bir hususa çekmek istiyorum. Michio Kaku'nun Einstein'dan Ötesi isimli kitabında anlatılan birşeye. Muhtemel kıyamet senaryolarından birisine. Evet. Orada, "Evrenimiz dengesiz mi?" başlıklı bölümde söylenenlere bakınca, fiziğin de bir açıdan kıyameti öngördüğünü kavrıyoruz. Hatta bu kıyameti 'kainattaki tüm atomları kapsar şekilde' geniş düşünebildiklerini anlıyoruz. Neyse. Lafı uzatmayayım arkadaşım. Yerinden aktardığımda meramım billurlaşacak. Her hayrın başı 'Bismillah' diyelim:

"(...) GUT ve süpersicim kuramları dünyanın buharlaşmasından daha büyük bir felakete işaret etmektedir. Fizikçiler maddenin daima en düşük enerji durumunu (boşluk durumu olarak adlandırılır) aramaya çalıştığını öngörürler. Örneğin: Daha önce anlatıldığı gibi su daima yokuş aşağı akmaya çalışır. Bununla beraber, eğer bir nehrin üzerine baraj kurarsak, durumu değiştirmek mümkündür. Barajın arkasında biriktirilen su en düşük enerji hâli olmayan bir 'yalancı boşluk durumu' içerisindedir. Bu, suyun barajı patlatarak aşağıdaki gerçek boşluk durumuna akmak istediği, fakat başaramadığı anlamına gelir.

"(...) kuantum mekaniğinde suyun bir 'kuantum sıçraması' yapması ve barajın içinden geçmesi olasılığı mevcuttur. Belirsizlik ilkesi uyarınca suyun nerede olduğunu bilmediğimiz için onu olabileceğini en az beklediğimiz yerde (yani barajın öbür yanında) bulmamız konusunda belli bir olasılık vardır. Fizikçiler suyun engel içinden bir tünel açacağı kanaati taşımaktadırlar. Bu durum rahatsız edici bir düşünce uyandırmaktadır. (...) Ya evrenimiz olabilecek en düşük enerjili evren değilse? Ya daha düşük enerjiye sahip başka bir evren daha varsa ve birdenbire bir kuantum geçişi meydana gelirse? Bu bir âfet olurdu. Yeni boşluğun içinde fizik ve kimya yasaları tanınmayacak kadar değişebilirdi. Bildiğimiz şekliyle madde mevcut olmayabilirdi. Tamamen yeni fizik ve kimya yasaları ortaya çıkabilirdi. Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Bütün varlığı bir nehir olarak düşünmek... Ama bir saniye. Bu bana tanıdık geldi. Sanki mürşidim de ahiret hakkındaki bir bahiste benzer şeyler söylüyordu: "(...) Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur." Eh, evet, elbette İslamî meseleleri "Bugün böyle, yarın şöyle, öteki gün öyle..." diyen bilimin argümanlarına bağlamamalı. Onlara kat'iyyet atfetmemeli. Fakat sağladığı imkanı da kullanmalı değil mi arkadaşım? Ve dahi bütün evreni kapsayacak bir kıyameti kafalarını sığdıramayanlara göstermeli: Kuantum mekaniği de böylesi bir geçişi öngörebiliyor. En azından ihtimallerden bir ihtimal olarak tanıyor. Cahiller gibi "Olmaz öyle şey!" demiyor.


Bana bu mevzuda ilginç gelen ikinci şey de şu: Cennet-cehennem hayatlarıyla ilgili ayetlerde-hadislerde bugünün fiziği, kimyası, hatta biyolojisi ile anlaşılamayacak şeylerden bahsedilir. Cehennemlikler gördükleri azaba rağmen bir türlü ölmezler mesela. Cennetlikler de yine bizimkinden apayrı, aşkın, daha üst bir fizikte, kimyada, biyolojide yaşamaktadırlar. Şunu da mutlaka anımsayalım bu makamda: Cennetlikler karşılaştıkları nimetleri dünyadakilere 'benzetirler' ama 'apayrılığını' da ifade ederler. (Bediüzzaman'ın böylesi ayetleri tefsir ettiği 28. Söz'ün 1. Makam'ını vaktiyle "Cennette nasıl bir fizik var?" başlığı ile ders konusu yapmıştım. Youtube'da kaydı vardır.) Haşr-i cismanîyi, yani bedensel dirilişi, reddedenlerin kavrayamadıkları şeylerden birisinin de bu olduğunu zannediyorum arkadaşım. Yani: İçinde yaşadığımız fiziği, kimyayı, biyolojiyi mutlak görmek, değişemezliğine körükörüne inanmak, cennet-cehennem tasvirlerini 'ancak maddeyi inkâr etmekle inanılabilecek şeyler' sanmayı zorunlu kılıyor onlar için belki. Bizse, elhamdülillah, bu zorunluluğa katılmıyoruz. (28. Söz'ün 1. Makam'ı haşr-i cismanînin zaruretinin savunusunu da yapar.) Görünüşe göre fizikçiler de böylesi bir zorunluluğun olmadığını söylüyorlar: "(...) Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Şimdi tekrar en başa dönelim: “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." cümlesini Thomas Mann'a söyleten nedir? Bence kıymetli bir farkındalığıdır. Hakikaten irade sahibi olmanın bedeli bir tür boşluğa düşmektir. Evet. Zira seçilecek şeyde tereddüt vardır. Şıklar vardır. Alternatifler vardır. Yollar vardır. Yöntemler vardır. Karar vermeden hemen önceki o anda/dönemde insan bir boşlukta asılı kalır. Michio Kaku'nun yukarıdaki tasvirleriyle ele alırsak: En kararlı enerji düzeyine ulaşmadan, yani dengesini bulmadan, hemen önce bir baraj önündeki su gibi birikir insanın meyelanı. İçimizdeki geçiş/dönüşüm başlarken bir sıçrama da olur. Nihayet karar verilir. Yani karar bulunur. Burada 'karar' kelimesindeki bir zenginliğe de dikkatinizi çekmek isterim: Onun bir manası da sükûnettir. Değişmezliktir. Ölçülülüktür. Durgunluktur. Aleyhissalatuvesselamın Tirmizî'de naklolunan bir hadisinde "Semâ emvâcı karardâde olmuş bir denizdir!" buyurması bu anlam katmanına bakar. Yine Bediüzzaman'ın bu fani âlem hakkında en çok yaptığı benzetme 'kararsız' ifadesiyledir. "Sakın zannetme tebdil-i memleket delilleri bu Oniki Sûret'e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir." Âşık Yunus'a da bir rahmet duası göndermeden ayrılmayalım bahisten: "Ne zaman anarsam seni,/Kararım kalmaz Allahım./Senden gayrı gözüm yaşım,/Kimseler silmez Allahım."

Ben şimdilerde bu iki fizik arasında bir bağ olabileceğini düşünmeye başladım. Belki de zâhirdeki bu âlemin 'kararsızlığı' bâtınımızda 'iradeyle' kendisini gösteriyor. Oradaki boşluk buradaki boşlukla karşılığını buluyor. Âlemden ayrı değiliz. Aynı sırrın parçalarıyız. Mürşidim de "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir..." diyerek başladığı bahiste "Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..." diyerek aynı kararsızlığa işaret eder. Yani kuvve-i gadabiyemiz (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviyemiz (menfaat güdüsü) ve kuvve-i akliyemiz (kârı-zarardan ayırma güdüsü) fıtraten sınır sahibi değildirler. Taşkınlığa yatkındırlar. Onların bu kararsızlığı vahiyle, nübüvvetle, şeriatla, sünnetle bir baraj sahibi yapılmıştır. İfrattan-tefritten korunmuştur. İstikamet böylece tayin edilmiştir. 'Sırat-ı müstakim' de buna denilmiştir: "Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir." Allahu'l-a'lem kaydıyla şunu da ekleyelim:


Belki de fizik âlemin dönüşümü bizimle başlamaktadır arkadaşım? İnsan cennet görmüş bir varlık olarak dünyaya dönmüştür. Harcı dünyadandır. Ancak sırr-ı imtihan gereği beka âlemine ayağını basmışlığı da vardır. İki âlem arasındaki bu gitgelli hukuku belki de köprünün bizzat kendisi veya bidayeti olmasına işaret eder. Michio Kaku'nun 'kuantum sıçramasının başlayacağı tünel' olarak tarif ettiği şey belki de insanın bizzat kendisidir. İmtihanıdır. Biz şu an bâki âlemlerle fâni âlemin arasındaki eşiğiz. Dışımız-içimiz arasındaki bu etkileşim de buna işaret ediyor olabilir. Âlemin özetiyiz. Çünkü belki âlem bizden geçiyor. Bizden geçerek dönüşüyor. Biz nasıl seçersek öyle dönüşüyor. Yahut dönüşmesi bizimle başladı. Kıyamette de tam dönüşümünü yaşayacak. Evet. Belki biraz da bu yüzden herşeyden bu kadar çok etkileniyoruz. Herşeyi bu kadar çok etkiliyoruz. Bu kadar ilgiliyiz. Bu kadar bilgiliyiz. Bu kadar kabiliyetliyiz. Allah'ın katında bu yüzden bir kıymetimiz var. Bu yüzden imtihanla muhatabız. Bu yüzden sınanıyoruz. Bu yüzden şeriatla mükellefiz. O büyük resimde denk geldiğimiz böyle bir eşik olduğu için belki. İblis de bizimle bu yüzden uğraşıyor.

Arkadaşım sözlerim çok mu farazî geldi? Haklısın. Bazen hayallerim aklımın önüne geçiyor. Lakin şu sana da gizemli gelmiyor mu? 'Eûzü' çekerek okumaya başladığımız Kur'an yine 'istiaze sırrı'nı anlatan Felak-Nas sûreleri ile bitiyor. Yani bütün süreç bize bir 'sığınma' öğretiyor. Neyden sığınıyoruz peki? Çok şeyden. Biraz şeytanımızdan, biraz nefsimizden, biraz kararsız âlemin gösterdiği kötü sûretlerin yapacağı tahripten, ama en çok da 'irade sahibi olmanın yaşattığı boşluk'tan. Kendimizden. Kararsızlığımızdan. Düşebileceklerimizden. Seçebileceklerimizden. Onlar sonucu olacaklardan. Yaratılacaklardan.

Evet. Biz, ne zaman şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam ile amel etsek, ne zaman onun öğrettiği marifetullahı hatırlasak, hatta ne zaman küçücük bir sünnete ittiba etsek, bir kararsızlıktan Allah'ın bizim için seçtiği karara kaçarız. Onun bizim için seçtiği şeyin kendi seçimlerimizden hayırlı olduğuna inanırız. Âlemler Rabbi Odur çünkü. Doğru kararı en iyi o bilir. Ona tevekkül ederiz. Yani özetle demem o ki: Belki de kararsız kainatın muhatap olduğu boşluğun bir özü/özeti irade sahibi olmak üzerinden bizde tezahürdedir. İnsanda da irade sûretinde sınanmaktadır. Onun da muvaffakiyeti Allah'a kaçmaktadır. Herşey böylesi bir bütünde bütünlenmektedir. Veya... Neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de sıkmaya başladım. Duayla bitirelim en iyisi: Cenab-ı Hak, bizi, Kur'an'daki ifadesiyle 'kendisine firar edenlerden' eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...