"Nitekim, bu din telakkisi ve ona uygun yürütülen din eğitimi sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları eski bularak kullanılmış bir mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir." Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı kitabından.
Bir Irmağa Yolculuk'u çocukken izlemiştim. 'Devrimci sinema'yı takip edenler belki hatırlayacaklar: Haydar, işçilerin gözünü açmaya çalışan bir devrimciyken, ihanetlerinden dolayı onlara kinlenir. Patronlara yamanır. Hatta zulümde onları da geçer. Gel zaman git zaman eski aşkı Nazlı kasabaya döner. Bıraktığında sıradan bir köylü olan bu kızcağız sosyalizmi öğrenmiş, yani ki gözü açılmış, bir gazeteci olarak da taze kapitalist Haydar'ın karşısına dikilmiştir. Aralarında şöyle bir tartışma geçer:
- Önce onlar sattı beni. Sen bile sattın. Aleyhimde ifade verdiniz. Sizin yüzünüzden yattım ben içerde yıllarca.
(...)
- Sen bana neyi anımsatıyorsun biliyor musun? Yol açan bir makineyi. Kocaman yollar açan bir buldozeri. Onların açtığı yoldan binlerce kişi geçer. Yalnız bir sakıncası vardır bu makinelerin. Bir parçaları kırıldı mı kalırlar yolun ortasında. Bırak yol açmayı, yolu tıkarlar. Sen artık parçası kırık bir dozersin. Çekil yolumdan.
Yol açmak-tıkamak bahsi açıldı. Aklıma Eşkıya filmi de geldi. Onu da lisedeyken izlediğimi anımsıyorum. Baran'ın dağa çıkış sebebi galiba ağasını vurmaktı. Geçmişte suça karışan insanlar, eğer cezasını göze alamıyorlarsa, dağa çıkarlarmış. Eşkıya olurlarmış. Aslında 'eşkıya' kelimesi tıpkı 'evliya' gibi birşeyin çoğulu. Tekili şakî. Manası: Yol kesen. 'Şak' kelimesiyle etimolojik bir bağı var mı bilmiyorum. Biliyorsunuz 'şak' Arapça 'yarmak' da demek. Belki gidişlere-gelişlere engel oldukları için, yani birnevi yolu yardıkları için, bu isim verilmiştir. Allahu'l-a'lem. Risale-i Nur'da 'katıuttarik' veya 'katiüttarik' şeklinde geçiyor ki yine aynı manaya gelmektedir.
İlk Dönem Eserleri'nde iki yerde istimal ediliyor bu kelime: 1) "Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin." 2) "Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur'ân-ı Hakim dediğini desin." Gelelim şimdi en meşhuruna. Yani 1. Söz'de geçtiği şekline: "İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: Ben filân reisin ismiyle gezerim. Şakî def olur gider, ilişemez."
Eh, evet, yol kesmenin doğasında 'gidecek yeri kalmamak' var. Tıpkı Baran gibi. Suçunuzun bedeliyle yüzleşmek istemediğinizde yolunuz 'yol kesmek' oluyor. Öyle ya: Gidecek yer yok. Dönecek yer yok. Hayatta da kalabilmeniz lazım. O zaman ne yapılacak? Başkalarının hayatlarından çalınacak. Ebu Cendel radyallahu anhın Hudeybiye antlaşmasının ardından yaşadıklarını anımsayalım. Ne yapmak zorunda kalmıştı? Sîfülbahr'a kaçarak yetmiş kadar arkadaşıyla Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başlamıştı. Hatta Mekkeliler onların korkusundan en sonunda antlaşmanın Sîfülbahr'dakiler lehinde bozulmasını rica ettiler. Böylece Medine'ye kabul edildiler.
Eşkıyalığın maddisi olduğu gibi manevisi de var. Bugünlerde İblis'in kıssasıyla Bediüzzaman'ın 'katıuttarik' kullanımları arasında bağ görmeye başladım. Çünkü o da (A'râf sûresinde haber verildiği şekliyle) mealen diyor: "İblis dedi ki: Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." Demek eşkıyaların piri de İblis'tir. Yol kesenlerin ilki odur. Bu istikamette şakîlik eden herkes İblis'in talebeliğini gütmektedir. Fakat şuna da bir dikkatini istirham ederim arkadaşım: Denilir ki: İblis eskiden meleklerin muallimiydi. Yani bilgilidir. Demek hidayetin malumatına, argümanlarına, kelimelerine de sahiptir. O yüzden yol kesenliği eşkıyalığın en beteri olmuştur. Sahi ya: Kurdun en tehlikesi gövdeye girendir. Zira gövdeye giren gövdeyi bilendir.
Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal'á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lazımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini hafî darbelerden kurtarabilsin." Hem yine diyor: "İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin."
Eşkıyalığın psikolojisinde bunlar da var. Mağruriyetinden Âdem aleyhisselam gibi et-Tevvâb ismini alıp sılasına dönmeyen İblis yurtsuz kaldı. Boşlukta kaldı. Anlamsız kaldı. Çünkü tevhidin herşeyi kuşatan anlamından koptu. Fakat anlamsız da yaşanamaz. Boşluk her yükten ağırdır. Aidiyetsiz sürdürülmez ömür. Adressiz huzur olmaz. İşte bu devrede İblis ademden/yokluktan yeni bir amaç tayin etti: Hidayet yollarını kesmek. Âdemoğlunu doğrudan saptırarak cennetinden etmek. Bu yıkımı anlam edinip ona tutundu. Yarımlığını başkalarını yarım bırakma süreciyle telafi ettiğini sandı. Mürşidimin tabiriyle: Dalalette iktidarsızlığı ona muktedirlik göründü. Ehemmiyetsizliğine rağmen şöhret kazandı. Yıkmak kolay yapmak zordu çünkü.
Dikkat çekmekse her zaman varolmak, hünerli olmak, aferin almak demek değildir: "Nasıl ki, böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ, telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."
Şimdi bu yazının nasıl olup da Cübbeli Ahmed Hoca'ya bağlanacağını merak etmişsinizdir. Ona geleyim: Kanaatimce Hoca da (daha pekçokları gibi) bizi 'kurdun gövdeye girişi' hakkında uyarıyor-uyardı. Hatta tesiri adına tokat etkisi yapan bir söylem de kullandı. Öyle de oldu. Epeyce ses getirdi. Ciğer yakan bu konu nihayet gündem oldu. Şunu da kabul edelim: Hocanın İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkındaki çıkışı birçoğumuzun ciğerindeki nefesin dışarıya salınmasıydı. Hatta çocukları halihazırda İmam Hatiplerde-İlahiyatlarda okuyanlar dahi çıkışına destek verdiler.
Neden? Zira onlar da kimi şahitliklerinden ötürü bu türden bir eşkıyalığın hidayet müesselerini ele geçirmesinden korkuyorlardı. Tıpkı Bediüzzaman'ın endişelendiği gibi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Evet. AK Parti iktidarı dindarlığın yeniden hürriyet kazanmasına vesile oldu. Fakat bu zaferin neş'esini kullanmak isteyenler yok muydu? İlahiyatçıların söylemlerindeki gariplikler neyi ifade ediyordu? Bu defa da farklı bir delikten ısırılmamak için dikkatli olmak gerekmez miydi? Çünkü mürşidim de kendi çağının tecrübesini anlattığı metnin devamında diyordu: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."
Bence İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkında bu türden kaygılarını ifade eden herkes bir ejderhanın önünü almaya çalışıyorlar. Ki, takip edenler görmüştür, mevzu üzerine merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca'nın eleştirilerinden paylaşımlar yaptım. Birçok isimden daha benzer alıntılar yapabilirdim. Göğsünde 'ümmetin sahih itikad üzere kalması' adına dert taşıyan herkesin az-çok bu tarz endişeleri var zira. Peki karşılarında ne var? Bazen kocaman bir sessizlik. Bazen körkütük bir tepki. Hatta "Kur'an insan sözüdür!" diyen Mustafa Öztürk'e veremedikleri karşılığı Cübbeli Ahmed Hoca'ya veriyorlar. (Halbuki hangisinin dediği daha muzırdır bellidir.) Bu da "Neresi/ne kadar elden gitti?" sorusunu akıllara getiriyor. Korkuyorum. Belki de cepheyi çoktan kaybettik. 1438'de 1338'in tekrarını yaşıyoruz. Ejderha başardı.
Modernizm Kemalizmin evladıdır. Bunu herkes bilir. Zaten 'Türkçe ibadet' gibi çoğu başlığı Kemalizm açmıştır. Modernizm, kendi tabiatına da uygun gördüğü için, Kemalizmin arkasından gitmiştir. Bugün Kur'an Müslümanlığı, Tarihselcilik vs. gibi hangi ekolün ipini takip etseniz Tek Parti Dönemindeki uygulamalarda izlerine rastlarsınız. Zaten dinde reform yapmak isteyenlerin, zâhirde nizâ da görünse, özde böylesine iyi anlaşmaları kaçınılmaz. Ancak bu defaki fitnenin Kemalizmden daha farklı yönleri de var. Mesela: Ehl-i Sünnet aidiyetini önemsemeyen, ama dinî argümanları kullanabilme yeteneğine de sahip, İblis gibi 'yarı âlim' kitleleri var. Bunlar tam âlim olmuyorlar. Çünkü ya güçleri yetmiyor yahut da sonuçları işlerine gelmiyor. Yarı âlimlikse hakikatleri çarpıtmak için yeterli malzemeyi sağlıyor.
Düz liseye gidenler dinî konuları sahiden bilmiyorlar. Ama İmam Hatip'e-İlahiyata giden bazıları hem bilmiyorlar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Yani birisinin talebeleri cahilse diğerininkiler cehl-i mürekkep sahibi. Bu yüzden doğruyu tekrar kabullenmeleri daha da zor oluyor. Anlatıldığında da onu aşağılıyorlar. Çünkü kibrin zirveleri 'yarı âlimlik' rütbesiyle hakedilmediği halde tutulmuş vaziyette.
İmam Hatipler-İlahiyatlar müslümanlar için medreselerin-tekkelerin kapatılmasından doğan boşluğu aşmaya bir dozerdi. Hayırlı işlerinden Allah razı olsun. Fakat Bir Irmağa Yolculuk'ta dendiği gibi: Dozer bozulunca yolu daha beter kapıyor. İşte, yazının özeti, Cübbeli Ahmed Hoca bundan başka ne söyledi ki? Üstelik İblis'in kıssası da bize aynı şeyi söylüyor. Çokbilmişin sapıtması cahilin haline benzemez. Yahut yine mürşidimin dediği gibi: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Eh, evet, bizim mahallenin çocukları katıuttarikliğe başlarsa, dinde reform çığlıkları her yanımızı kuşatırsa, İmam Hatipler-İlahiyatlar Ehl-i Sünnet olmayı 'taassub' gibi görürlerse, artık hazırlanalım: Kıyamet yaklaşmış demektir. Cenab-ı Hak cümle vatanın evladını böylesi zararlı akımlardan korusun. Âmin. Âmin. Âmin.