10 Şubat 2025 Pazartesi
Yoksa Zülkarneyn aleyhisselam 'Santorini patlamasını' mı gördü?
Neyse. Uzatmayayım. Mesela: Suallerinden birisi Zülkarneyn aleyhisselamın kıssasıyla ilgiliydi. Hani Kehf sûresinin 86. ayetinde kısacık bir mealiyle buyruluyor: "Nihayet batıya vardığında güneşi balçıklı bir suda batarken gördü." İşte sualcimiz de bu ayet hakkında diyor: "Güneşin balçıklı bir suda batması nasıl mümkün olabilir? Bugün astronomi ilmine sahip olan herkes bilir ki böyle birşey vâki değildir. Güneş uzaydadır. Gün de dünyanın kendi etrafında dönüşüyle oluşmaktadır. Yoksa güneşin çamura girmesiyle değil." Oy, oy, oy... Vay, vay, vay... İnsan gerçekten hayret ediyor. Hatta bir de "Yoksa edebiyat dersleri mekteplerden kaldırıldı mı?" diye endişeleniyor.
Zira ayeti bu şekilde 'zâhirine hapsederek' anlamak ancak edebiyattan hissesi sıfır olmakla mümkündür. Yani; bir âdem 'mecaz' nedir, 'benzetme' nedir, 'tasvir' nedir, ne çeşitleri vardır... vs. bilmez; hiçbir şekilde gündelik hayatta kullanmaz, kullananana da rastlamaz veyahut rastlasa da anlamaz; ancak o zaman Furkan-ı Hakîm'e böyle bir suçlama yapar. Fakat, demek ki, biz bu arkadaşların dünyasından epey kopmuşuz. Paralel evrene geçmişiz. Veya o arkadaşlar normal dünyadan epey kopmuşlar. Google'da şöyle birkaç tıklamalık bir arama yapıp ayetin herhangi bir tefsirini dahi okumuyorlar. Evet. TDV İslam Ansiklopedisi'nin uzunca 'Zülkarneyn' maddesine bile bakmıyorlar mesela. Çünkü orada katılacağınız-katılmayacağınız birçok yorum/tefsir altalta sıralanmış veriliyor.
Oraya da geleceğiz. Lakin önce mürşidimizin metinlerine bir bakalım. Bediüzzaman Hazretleri, Lem'alar'da, bu ayet hakkında gelen suali şöyle bir cümleyle karşılıyor: "Âyât-ı Kur'âniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor." Yani, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, böyle suallere sahip olmanın temelinde yatan şey 'edebiyatın inceliklerinden bihaber olmak'tır. Kur'an'ın anlaşılmasının da bir usûlü vardır. Belagatının farklı boyutları vardır. İhtisas isteyen yanları vardır. Maalesef, şimdi eline meal alan herkes müfessir kesildiği için, ortalık karışmıştır. Hakikate dönersek cevap şudur:
"(...) güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbînin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurup ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani, zâhir nazarda, Bahr-i Muhit-i Garbînin sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, ebahhur ettiği bir zamanda, o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhitin bir kısmında, güneşin zâhirî gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş. Evet, Kur'ân-ı Hakîmin mucizâne belâgat-i ifadesi bu cümle ile çok mesâili ders veriyor. Evvelâ, Zülkarneyn'in mağrip tarafına seyahati, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurup âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam-ı istilâsı gibi çok ibretli meselelere işaret eder."
Peki Zülkarneyn aleyhisselam kimdir? TDV İslam Ansiklopedisi'nin maddesine baktığınızda kesinlik ifade etmeyen birçok tefsirin yapıldığını görürsünüz: İran'da hüküm süren hükümdarlardan bazıları olabileceğine dair tahminler vardır. Yemen hükümdarlarından birisi olabileceğine dair tahminler vardır. (Bediüzzaman da etimolojik bir çıkarımla böyle olabileceğini söyler. Mezkûr maddeden anladığımız kadarıyla bu konuda yalnız da değildir. Birunî gibi isimler de böyle düşünmektedir. Fakat daha başkaları da 'olamayacağını' söylemişlerdir.) Hatta Yunan hükümdarlarından birisi olduğunu söyleyenler olmuştur. (İskender'in Zülkarneyn aleyhisselam olabileceği tahmin edilmiştir. Bediüzzaman da, tıpkı Fahrüddin-i Râzî Hazretleri gibi, bu ihtimale katılmaz. Evet, o, Zülkarneyn aleyhisselamın İskender'den evvel yaşadığını söyler.) Hülasa: Tahminler çoktur. Hakikatini ancak Allah bilir. Bize nasslarımızın söylediği ise, doğuya ve batıya seferler düzenleyen, hikmet sahibi bir hükümdar olduğu bilgisidir.
Şimdi yazının asıl konusuna gelelim. Bugünlerde Santorini yanardağında yeni yeni kıpırdanmalar oluyor malum. Adalar denizi sıksık depremlerle sarsılıyor. Ne diyelim? Günahımız çok. Yunanlıların günahı bizden de çok. Başımıza ne gelse hakedecek kötülük mevcuttur. Hüda taksiratımızı affetsin. Bizi azabıyla değil rahmetiyle terbiye etsin. Âmin. Fakat burada şöyle ilginç birşey var: Bediüzzaman Hazretleri, Zülkarneyn aleyhisselamın batıya yaptığı seferin 'volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini' beyan ediyor. Evet. En azından ayetin tefsirlerinden-tevillerinden birisinin bu olabileceğini söylüyor. "Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş..." Eğer TDV İslam Ansiklopedisi'nin mezkûr maddesine geri dönersek orada şöyle bir bilginin verildiğini de görüyoruz:
"Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre Zülkarneyn’in Büyük Koreş olduğunu gösteren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imgesinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Koreş olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Koreş’e ait olduğu kabul edilen heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Öte yandan Koreş’in doğuya ve batıya seferler düzenlediği, batı seferinde Lidyalılar’ı mağlûp ederek Ege denizine kadar ilerlediği, doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve Orta Asya’ya kadar genişlettiği, kuzeyde ise İskitler/Sakalar üzerine seferler tertip ettiği bilinmektedir (Ebü’l-Kelâm Âzâd, S̱eḳāfetü’l-Hind, I/1 [1950], s. 60-62, 71; I/3, s. 26-27, 32). Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerindeki Daryal Geçidi eski Ermeni kitâbelerinde Koreş Geçidi adıyla anılmaktaydı (Şîrâzî, VII, 589)."
Baştan beri beyan ettiğimiz gibi: Bütün bu okumalar "Allahu a'lem!" kaydıyla kayıtlıdır. "En doğrusunu ancak Allah bilir!" bağıyla da bağlanmıştır. Tartışmasız. Fakat, bidayetteki sual sahibi arkadaş gibi başkalarının da sualleri varsa, şöyle diyebiliriz: Wikipedia'da dahi 'Minos Patlaması' diye arattığınızda, yaklaşık 3600 yıl önce gerçekleştiği tahmin edilen, bir büyük volkanik faaliyetten bahsedildiğini görebiliyorsunuz. Yeri? Yeri, işte, tam da şimdi kıpırdanmakta olan Santorini adası civarı. Bu öyle büyük bir patlama olmuş ki, kayıtlara göre, sesi Mısır'da dahi işitilmiş. Teferruatına dair bilgiler çok. Şu sıralar bültenlerde de çokça paylaşılıyor. Bir özet bırakıp geçelim:
"Minos patlaması aynı zamanda Thera Santorini (M.Ö. 1600) patlaması olarak da bilinmektedir. Tarihte bilinen en geniş patlamalardan biridir. Patlama Thera Adası ve Minion yerleşiminde meydana gelmiştir. Girit kıyısındaki ada ve tarım alanlarını da kapsamaktadır. Patlama konusunda kesin bilgiler yoktur ama Yunan mitolojisinde geçtiği söylenmektedir. Mısır'daki gürültünün de bundan kaynaklandığı düşünülmektedir. Patlamanın eski kayıtları net olmamasına rağmen Mısır'daki Tempest Stele'sinde tarif edilen büyük fırtınanın bu olabileceği düşünülüyor. Çin Bambu yıllıklarında da volkanik kış ve belirtilen soğuk dalga ile bulgular çakışmaktadır."
Şimdi, yine "Allahu a'lem!" demeyi ihmal etmeden konuşursak, eğer Zülkarneyn aleyhisselamın seferi Adalar denizine doğru olmuşsa, yani Ege sahillerine kadar erişmişse ve bu sefer tam da 3600 yıl öncesi civarında gerçekleşmişse, evet, güneşin batışını Santorini'deki bu kıyamete doğru izlemiş olabilir. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin bu okuması gerçekleşmiş sayılabilir. En doğrusunu Allah bilir. Yani, ateist arkadaşım, güneş sahiden çamurun içine batmıyor. Bunu müslümanlar da biliyor. Hem de epeydir biliyor. Fakat Zülkarneyn aleyhisselamın gözüne öyle bir manzara görünmüş olabilir. Kur'an da onun bu celalli hâdiseye bakarak yaşadığı hayreti bize pekçok hikmetlerle aktarıyor denilebilir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak tekrarını yaşatmasın. Âmin. Allahümme âmin.
8 Şubat 2025 Cumartesi
Nurcular Bediüzzaman'ın 'hutbe davasını' unuttular mı?
Mevzua şuradan girizgâh yapacağım: Dücane Cündioğlu'nun istikametli olduğu, en azından zâhirde öyle göründüğü, zamanlarda yazdığı eserler var. Bunlar hâlen istifadeye medardır. Onlardan bir tanesini geçtiğimiz yıl okudum. Adı şöyleydi: Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Din ve Siyaset. 'Kapı Yayınları' tarafından basılmış. Cündioğlu, hakikaten istifade edilesi bu eserinde, Osmanlı'nın son döneminden günümüze 'dini Türkçeleştirme' çabalarını irdeliyor. Üç ana öğesi var bu sürecin: 1) Türkçe hutbe. 2) Türkçe ezan. 3) Türkçe ibadet. Malumunuz: Türkçe ibadet bir-iki teşebbüs dışında hiçbir varlık gösteremiyor. Halk da teveccüh göstermiyor. Ve yürürlüğe konamıyor. Elhamdülillah. Türkçe ezansa halkın muhalefetine rağmen bir 'zulüm' olarak 1932'den 1950'ye kadar sürdürülüyor. Sonra, Adnan Menderes merhumun mübarek himmetiyle, ondan da kurtulunuyor. Yine elhamdülillah. Fakat bu şıklardan birincisi var ki, işte o tutuyor, bugüne kadar geliyor. Hatta hâlâ Türkiye'de devam ediyor.
Önce Cündioğlu'nun eserinden konuyla ilgili birkaç iktibas yapalım. İlk alıntım 15. sayfasından. Orada deniyor ki: "Türkçe Hutbe tartışmaları II. Meşrutiyet'ten itibaren gündeme gelmiş ve hatta kısmen uygulanmış olduğu halde, esasen Cumhuriyet döneminde yasallaşmış ve kısa süre içerisinde içselleştirilmiştir. Nitekim bugün hâlâ hutbeler Türkçe okunmakta ve fakat hiçbir tartışmaya konu olmamaktadır." 30. sayfada ise çeşitli mecmuaların da 'hutbelerin Türkçe okutulmasına taraftar olduğu' aktarılmaktadır: "Dikkat edilecek olursa, Sebilürreşad, hutbe meselesinde taraftar olduğu görüşü fevkalade temkinli bir sûrette dile getirmiş (...) itiyadlı davranmayı elden bırakmamıştır. Ancak İslam Dünyası, Medrese İtikadları, Hayru'l-Kelam, İslam Mecmuası, Ceride-i Sûfiye gibi dergilerin yayım hayatına atılıp hutbelerin Türkçeleştirilmesi, muhtevalarının ıslah edilmesi (siyasi ve dünyevi meselelerde irad edilmesi) lazım geldiğine dair çeşitli makaleler neşretmeleri, hatta Meşihat'a ve Şeyhülislam'a hitaben yazılmış açık mektuplara yer vermeleri, Türkçe Hutbe meselesini hep gündemde tutmuş, böylece devrin bu en iyi propaganda aracını kullanıma uygun hale getirmek teşebbüslerinden hiç vazgeçilmemiştir."
Devamında, Dücane Cündioğlu, yaptığı kimi alıntılarla 'hutbeleri Türkçeleştirme temayülünün' dinî bir maksadla değil siyasete dair emellerle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Yani Meşrutiyet yönetimi-aydınları 'halkı kendi siyasî eğilimlerine yönlendirebilmek için' hutbeleri kullanmak istemektedirler. Zira o devirde halka hutbelerden daha kolay ulaşmanın yolu yoktur. En geniş cadde bu caddedir. (Yakın zamanda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın da "Hutbelerimiz her hafta 22 milyon insana ulaşıyor..." dediğini hatırlayalım.) İnternet yoktur. Televizyon yoktur. Bu nedenle hutbeleri Arapçadan Türkçeye çevirmek arzusu güdülmektedir. Fakat Şeyhülislamlık, Meşihat vs. bu çabalara karşı direnmektedir. Kitabın 32. sayfasından devam edelim:
"1914 yılında bazı Gümüşhaneliler tarafından 'Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının caiz olup olmadığına' dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ'dan bir fetva talep edilmesi ve oradan da kendilerine Türkçe hutbenin 'tahrimen mekruh' olduğunun bildirilmesi üzerine İslam Mecmuası bu hâdiseyi haber konusu yaparak eleştirmiş, birkaç sayı sonra da yine bu münasebetle Mehmed Bahauddin'e ait uzun bir makale yayımlanmıştır. Bu arada Meşihat, hiç değilse vaaz ve vaizler konusunda tedbirler almaya çalışmış; 'ulema-yı kiramın, va'z u nasihat vazife-i mühimmesini âyât-ı Kur'aniye ve ehâdis-i sahiha-i nebeviye'ye müstenid olarak telkin ve tefhim ve edille-i nakliyye'yi herkesin anlayacağı surette edille-i akliye ile tersin ve tahkim ederek' ifa etmesi için çeşitli tâmimler yayımlamış ise de Türkçe hutbe meselesinde radikal bir karar almaya yanaşmamıştır."
Şimdi gelelim mürşidimiz Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tartışmalar hakkında kaleme aldığı metinlere... Evet. Sonda söyleyeceğimizi başta diyelim. Okuyanlar zaten bilirler. Bediüzzaman Hazretleri Türkçe hutbeye karşıdır. Arapça hutbenin korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu konuda hiçbir 'acaba'sı yoktur. Hatta, yukarıda, hutbeleri Türkçeleştirmek için sunulan maslahat, yani siyasetten halkı haberdar etmek meselesi, Bediüzzaman'a göre bilakis hutbenin Arapça kalmasının gerekliliğine bir karinedir. Zira hutbe gibi bir şeair-i İslamiye gündelik siyasetin alanı yapılamaz. İçtihad Risalesi'deki izahatından okuyalım:
"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.
Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: 'Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.' Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin. İkinci sebep: 'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu.
Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor...' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"
Evet. Mürşidimizin ifadeleri açıktır. Fakat bu mesele, her nedense, günümüzde nurcuları dahi pek 'enterese' etmemektedir. Bugünün siyasilerinden, bin maşaallah, Ayasofya Camiini, Risale-i Nur'un devlet eliyle basımını rica eden büyüklerimiz, 'hutbelerin tekrar aslına dönmesi' gibi Bediüzzaman Hazretlerinin çok ehemmiyet verdiği bir meseleyi hiç dillendirmemektedirler. İşte Ahmed kardeşinizin kafasını kurcalayan da budur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin farklı bir beyanı daha mı vardır? Ömrünün ahirinde İçtihad Risalesi'ndeki bu duruşundan vaz mı geçmiştir? Türkçe hutbeye 'Olur!' mu vermiştir? Yoksa, Allah muhafaza, biz de mi kemalist dönemin genel geçer hale getirdiği bu uygulamayı içselleştirdik? İtiraz edemeyecek duruma geldik? Bu sükûtumuz gizli bir 'ikrar' mı saklıyor? Kardeşlerimle mevzuu bir istişare etmek istiyorum.
4 Şubat 2025 Salı
Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur değildir
Gençken kolay vesveseye kapılınıyor. Zaten doğru düzgün bir ilmimiz de yok. Karşı koyamıyorsunuz. Bir süre ne yapacağımı bilmez halde sağa-sola bakındım. Cevap aradım. Bazı cevaplar tatmin etti. Bazıları etmedi. Bazı cevaplar bazı hususlar hakkında ikna ediciydi. Ama diğer bazılarını açıklamaya yetmiyordu. Bir zaman böyle gitti.
Sonra, yine mübarek bir hoca vesilesiyle, göğsüme genişlik veren bakış açısını kazandım. Vesveseler dağıldı. Rahatladım. Tekrar Nurlara döndüm. Bir daha hiçbir sarsıntı yaşamadım. Peki beni yaralarımdan kurtaran kimdi?
O kişi de Ebubekir Sifil Hoca'dır. Ebubekir Hoca'nın gerek derslerinde gerek kitaplarında öğrettiği 'ehl-i sünnet mizanı' eksik kalan parçamı tamamlamış gibi oldu. Kalb u aklıma şifası çoktur. Hepsini buraya sığdıramam. Lakin 'tahrif' hususunda vesveselerimi Risale-i Nur'a dair yanlış bir yönelişimi düzeltmekle iyileştirdi. O da şudur:
İnsan, bir mürşidin cazibesine kapıldığı zaman, onu bir ölçüde 'müstakilleştirmek' istiyor. Öyle görmek arzu ediyor. Bunu iki sebepten istiyor: 1) Muhabbetinin ziyadeliğinden dolayı başkalarını hatırına getirmeyi istemiyor. (Aşk ikincilere katlanamaz derler.) Seven sevdiğinde kaybolmayı arzuluyor çünkü. Garkolmayı arzuluyor. Bir tür 'vahdet-i şuhud' hali yaşamayı diliyor. 2) O halin bir tezahürü olarak da 'lazım her cevabı yalnız mürşidinde bulmak' kolaylığına koşuyor. Sağına-soluna, önüne-arkasına, yukarısına-aşağısına nazar etmiyor. Meşgul olmuyor.
Nefsimizi temize çıkarmamak lazım. Bunda tembelliğimizin de bir hissesi olabilir elbette. Eh, evet, bu türden tavırlar 'muhabbetlerinde' mazur olsalar da, Allah korusun, 'istikametlerini' yitirmeye müsaittirler. Zira bir mürşid 'müstakilleştirildikçe' korumalarından mahrum kalır. Nasıl Furkan-ı Hakîm, kendisi 'Furkan' olduğu halde, Sünnet-i Seniyye'den mahrum edildikçe tahrif edilebilir hale gelir; aynen öyle de; bir ehl-i sünnet mürşidi de; yolunu anlamaya yardımcı diğer mürşidlerin, meşayihin, ulemanın ilminden; yani ehl-i sünnet çizgisinden; mahrum bırakıldıkça tahrif edilebilir hale gelir-getirilir. Çünkü, o bir sıradağın parçasıdır, müstakil bir ada değildir.
Bir çizgi, çizginin devamlılığı, aslında o çizginin her noktası için koruyucudur. Geometride ilk öğretilen şeylerden birisidir: Müstakil bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçebilir. Ama birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnız tek bir doğru geçer. 'Tek bir doğru' sahibi olmak isteyen, bu yüzden, birden fazla nokta sahibi olmak zorundadır. Yanlış anlaşılmasın. 'Kıblesini tevhid etmesi' ihtiyacı değiştirmez. Mürşidini bir halkaya bağlı olarak mürşid tutmak mecburidir. Kıble edinmek budur. Yoksa, o, mürşidin sözünü doğru anlamasına medar olacak kıstaslara sahip olamaz. Yanlış anlaşılmaktan mürşidi mesul olmaz amma kendisinin mesuliyeti de elbet kalkmaz.
"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."
Yine, Bediüzzaman Hazretlerinin başka bir yerdeki ifadesiyle, bu ümmet istikametini 'sünnet' ve 'cemaate' dayanarak muhafaza etmiştir. Kendisinin ehl-i sünnete aidiyeti ise 'tartışılmaz'dır. Yalnız eserlerinde 'ehl-i sünnet' ifadesini taratmakla bile mürşidimin mesleğini kimlerden saydığı apaçık ortaya çıkar. O yüzden ben diyorum ki:
Risale-i Nur külliyatı yalnız Risale-i Nur külliyatından ibaret değildir. Risale-i Nur külliyatı bir anahtardır. Ehl-i sünnet mirasıyla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Amacı budur. Kendisini sünni bilmeyen nurcular yetiştirmek değildir. Nurculuğu sünniliğin muhafazasına araç kılmaktır. Eğer ona bu niyetle değil de 'müstakilleştirerek' müracaat ederseniz, tıpkı Kur'an'da dalalet için müracaat edenlerin dalaletlerini arttırarak ayrılmaları gibi, siz de yanlışınızı çoğaltacak 'yanlış anlamalar' arttırarak dönersiniz. "Bana Kur'an yeter!" diyenlerin durumuna "Bana Risale-i Nur yeter!" diyerek düşersiniz. Halbuki Risale-i Nur ancak sünni mirasıyla bağ kurmak isteyenlere yeter:
"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir."
Tahrif konusundaki fitne de tam buradan kaynıyor bence. Risale-i Nur'u 'müstakilleştirerek' duruş sahibi olmaya çalışanlar kelimeler üzerine boğuşuyorlar. Halbuki, o kelime 'öyle' olsun 'böyle' olsun, yorumcunun ehl-i sünnete aykırı yapacağı her yorum zaten bâtıldır. Yani, Bediüzzaman Hazretleri, Kürt demiş olsa da bu Kürtçülüğü meşrulaştırmaz, Türk demiş olsa da Türkçülüğü meşrulaştırmaz. İslam'ın kavmiyetçiliği gömdüğünü biz tâ Veda Hutbesi'nden biliyoruz. Kur'an'dan biliyoruz. Sünnetten biliyoruz. Bu konuda Risale-i Nur külliyatındaki herhangi bir kelimenin yerinden oynaması şeriatın amel edişine veya itikada sirayet etmez ki üzerine kavga etmeye değsin. Nihayetinde ben hangi kelimeyle okusam oradan yine sünniliği anlayacağım. Başta Şafiî-Eş'arî ekolü olmak üzere, zira müellifin kendisi Şafii-Eş'ârî'dir, ehl-i sünnetin manalarıyla manalandıracağım. Öyle manalandırdıktan sonra zaten metin bana bid'a öğretir olamaz. Ve bid'a öğretir olmayan metnin de kelimelerine takılmanın anlamı kalmaz.
İşte, arkadaşım, bu endişeyi aştıktan sonra, mürşidimi bir 'ada' olarak değil de ehl-i sünnet dağ silsilesinin çağımdaki parçası olarak gördüğümde yani, kelimeler üzerindeki kavgam bitti. Vesvesem geçti. Rahatladım. Neyi anlayacağımı öğrendikten sonra ne okuduğumu araçsallaştırmam mümkün oldu. Fakat "Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur'dur!" bakışına sahip olanlar için bu tür mevzular içinden çıkılmaz olmaya devam edecektir. Hatta bu şekilde bakıldıkça ifrat-tefrit çok acayip yaklaşımlar da ortaya çıkacaktır. 'Cemaate' ve 'sünnete' yaslanılmazsa hiçbir grup istikametini muhafaza edemez. Beni düzelten bizliğimizdir. O yüzden böyle denmiştir:
"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Biz bir 'dava' değiliz. Dava ehl-i sünnet davasıdır. Biz dava içindeki burhanız. Mürşidimiz eserlerini bize böyle tanıtıyor. Ne itikadda üçüncü bir mezhebiz ne de amelde beşincisiyiz. Anlaşılacaklar yeni değil bellidir. İtikadımızın çizgisi bellidir. Yol Aleyhissalatuvesselamın yoludur. Bizim itikat umdelerini yeniden şekillendirmeye değil inanmak için burhana ihtiyacımız var. Mürşidimiz de eserleriyle bize bunu öğretiyor. Hizmetimize bakalım. Yeni davalar keşfetmek peşinde olmayalım. İnsan, kem bir niyetle aranırsa, 'arzusuna fikir sureti giydirecek' tuzakları şeytan illa kurar-buldurur. O Rahman u Rahîm'den dileyelim de sırat-ı müstakiminden ayırmasın. Âmin.
16 Ocak 2025 Perşembe
Menzil'in derdiyle eteklerin zil çalmasın!
Halbuki, Bediüzzaman Hazretleri, yine bir ehl-i sünnet mürşidiyle aralarındaki gerilimde ne güzel öğretiyor:
"Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Peki burada zâhir-i şeriata muhalif birşey var mı? Yok. Haram birşeye helal demek var mı? Yok. Helal olan birşeyi haram saymak var mı? Yok. Yok. Yine de yok.
Anlaşmazlıklarının böyle şeylerle ilgisi yok. Kendi has dairelerindeki bir mesele. O halde bize ne oluyor da pek çabuk 'Cık, cık'lanıyoruz? Hem yine demiyor mu mürşidimiz: "Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir..." O halde bize denmeli ki: "Sizin ehl-i imana muhabbetiniz yalanmış. Dostluğunuz tasannuymuş. Ne de çabuk aleyhlerine geçtiniz! Hiç acımak duymadınız." Evet. Bu kadar kolay aleyhlerine geçmekten husumet kokusu geliyor. Yoksa mutlaka acımak olacaktı.
"Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder." Korkarım ki, bazılarımız da, 'sinek kanadını' son zamanlarda bu mübarek dergâhlarda yaşanan tatsızlıklardan buldular. "Suizan mümkün oldukça hüsnüzan etmez!" karakterlerine layık olmaya çalışıyorlar. 'Biz'e ne kötülük ettikleriniyse sonra görecekler.
Üstelik, mezkûr mektupta Bediüzzaman Hazretleri, 'avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek...' görevimiz sayıyor. Başka bir yerde 'müteşeyyih'i ise şöyle tarif ediyor: "Eğer mesleği, tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya tehevvüs-ü süflî bir içtihad-ı hatâ onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe ve zevât-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır." Şimdi, eğer, o mübarek sâdâtın yaşadıkları tatsızlıkları mesleklerinin tenkisine vesile sayıyorsak, bize denmez mi, "Sen de müteşeyyih değil misin?" Zira bizim yaptığımız da çatlak kapamak değil açmaktır. Kırığı onarmak değil yarmaktır. Halimiz kardeşlik değildir.
Nurcular alelekser bu mevzulara karışmazlar. Elhamdülillah. Dillerini karıştırıp günahkâr etmezler. Çünkü muhatapları da aynı yolun mürşidleridir. Aynı mesleğin hâdimleridir. Lakin kimileri kem tiynetlerine uyup böyle meselelerde şakk-ı şefe ediyorlar. Haddimiz olmayan yorumlarda bulunuyorlar. Öylelere kardeşane diyorum ki: Nurculuk tarihinde de ağabeylerimiz arasında çok anlaşmazlıklar olmuştur. Hatıralarda nakledilir. Bazılarının izleri halen devam eder. Biz, bunlara bakarak kendi mesleğimizi kötülemiyorsak, kardeşlerimizin de mesleğine kem söz etmeyelim. Allah kebirdir. Sıfatları azizdir. Büyük konuşanı sevmez. Kınayanın kınadığı elbet başına gelecektir. Ne diyelim: Cenab-ı Hak o mübarek menzillerin nurlarını kıyamete kadar söndürmesin. Aralarındaki anlaşmazlıkları tez zamanda sulhe çevirsin. Mukaddes davamızı böyle yüce hamiyetli omuzlardan yoksun bırakmasın. Âmin. Âmin.
11 Ocak 2025 Cumartesi
Kürtler ittihad-ı İslam'a nasıl vesile olacaklar?
Kanaatimce, bu vesilelik, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalarda 'ulus devlet sistemlerine' getirdikleri tenkidle mümkün olacaktır. Evet. Kürtler; İran, Irak, Suriye, Türkiye gibi ülkelere dağılmış bir şekilde çoklukla bulunuyorlar. Toplam nüfuslarını 50 milyon da söyleyen var ama biz makuliyetten ayrılmayıp '35 milyon civarı' diyelim. (Yalnız Türkiye'de 12 milyon civarı Kürt olduğu söyleniyor.) Ve bu Kürtlerin tamamı bölgelerine dayatılmış modern rejimlerle kavgalılar. Zira o rejimler, ulusçu kökenlere sahip olmalarından dolayı, azınlık saydıkları kavimlerin 'baskılanması' üzerine kurulmuşlar. Belki içlerindeki birçok küçük kavim de az-çok bu rejimlerle barışmış. İtirazları kalmamış. Durumu kabullenmişler. Ancak Kürtler kabullenmek istemiyorlar. Kendilerine dair bir kavmiyet bilincine sahipler. Vazgeçmeye razı olmuyorlar. Erimiyorlar. İşte, mevzuun hem bir 'imtihan' hem de bir 'imkan' olan noktası burasıdır.
İmtihan, çünkü, buradan 'tefrika' da kök salabilir. Nitekim Kürt solu elinde meselenin aldığı şekil böyledir. Onlar hiçbir şekilde başka kavimlerle birlikte yaşamak istemiyorlar. Artık kendi devletlerini kurmanın zamanının geldiğini düşünüyorlar. Bu hususta epeyce sabit fikirliler. Dillerinde 'halkların kardeşliği' gezse de bu sadece bir 'zaman kazanma' bana göre. Nereden biliyorum? Ben de bir Kürdüm çünkü. Ve hasbelkader bu tarz insanlarla karşılaştım. Tecrübelerimin tarihçesinde kendimce bir kanaat sahibi de oldum. Başka hedefleri olmadığına inandım. İmtihan işte burada. Zira bu arkadaşlar savaştıkları şeyin aynadaki aksi gibiler. Kavga ettikleri kötülüğün kötü bir kopyasından ibaretler. Ulus devletin karşısına koydukları çözüm yine bir ulus devletten başkası değil. Üstelik sekülerleşmede kemalist veya baasçı rejimlerden geri kalmayacakları anlaşılıyor. Evet. Çizgileri, giderek koyulaşan bir tonda, İslam'a husumet barındırıyor.
Peki 'imkan' nerede? İmkansa dindarların duruşunda saklıdır bence. Dindar Kürtler iki şeyi birbirinden ayırma isabetini gösteriyorlar: 1) Kimliklerinin tanınması için ayrıca bir ulus devlet kurmayı şart görmüyorlar. 2) Ayrıca bir devlet kurmanın dünya-ahiret saadeti garantisi olmadığının farkındalar. Evet. Hakikaten de Kürt kimliğinin seküler rejimlerce uğradığı gadrin çözümü yine ulus devlet kurmak olamaz. Zira bu ulus devlet de 'farklılarına' aynı zulmü tekrarlayan başka bir 'problem alanı' oluşturacaktır. Anadolu, Arabistan veya Kürdistan coğrafyasında hiçbir kavim yalnız başına yaşamamaktadır. Hemen her yerleşim biriminde birçok kavmin ikameti sözkonusudur. Çözüm, yeni bir problem alanı inşa etmekte değil, problem alanlarını problem olmaktan çıkarmaktadır. Bu da ümmet tecrübesinden bize tevarüs eden ve dört mezhebin genişliğiyle şekillenen şer'î bir sisteme kavuşmakladır. Bu sistemde kavmiyetçilik asla esas edilemeyeceğinden devlet 'herkesin devleti' haline gelecektir. Ve her müslüman da aslî vatandaş muamelesi görecektir. Dindar Kürtlerin alelekser üzerine amel ettiği çözüm yolu budur. Devlet kurmaktansa mevcut devletleri Batı'dan ithal seküler kodlarından kurtarmaya çalışmaktır. İşte, evet, bu tenkidin ittihad-ı İslam'a vesile olması umulur.
İttihad-ı İslam mevcut devlet sistemlerini aynıyle muhafaza ederek sağlanamayacaktır. Bu çok açıktır. Arabı Türke, Türkü Araba, Kürdü Türke, Türkü Kürde, Kürdü Araba, Arabı Kürde... vs. düşman etmekten başka bir ideolojik angajmanı olmayan bu sistemler ingiliz-yahudi kurnazlığının bir mahsûlüdür. Türklere kendilerinden başkalarının 'iblis' gösterdiği gibi Araba, Kürde vs. de Türkü şeytan göstermiştir. Ancak, acıdır ki, ulus devlet sahibi olan kavimler bu zehirli balın tadından kolay vazgeçemiyorlar. Kendi iç eleştirilerini geliştiremiyorlar. Geliştirenlerin boğazına da çok çabuk çökülüyor. Yeterli etkiye ulaşmalarına izin verilmiyor. O yüzden Kürtlerin tenkidi kıymetli bir konum iktiza ediyor. Çünkü çok az Kürt bu kemalist rejimle tastamam barışacak kadar karaktersizlik gösterebilir. (Yani Metin Uca gibi tipler az çıkar Kürtlerden.) Genelin kimliğine cibilli taraftarlığı aksi yönde tutum sergilemelerine neden olacaktır.
Böylece, tıpkı Kürtleri yuttuğu gibi, kendilerini de yutmakta olan seküler rejimden kurtulmak isteyen dindar Türkler dindar Kürtlerle çoğunluk teşkil edebileceklerdir. Eğer bu ittihad sağlanmazsa Türkler kemalizmin ağzında lokma oldukları gibi Kürtler de apoizmin tabağında çerez kalacaklardır. İki tarafın solcuları seslerini zorla bastıracaktır.
Kürtler hem İran hem Irak hem Suriye hem Türkiye vs. coğrafyalarında yaşadıkları rejimin kodlarına bir eleştiri geliştiriyorlar. İnsaflı hükümetler de bu sese kulaklarını kapatamıyorlar. Özellikle seçim sisteminin sağlıklı işlediği ülkelerde Kürtler 'oylarına ihtiyaç duyulan' bir vatandaşa dönüşüyorlar. Karşılıklı etkileşim arttığındaysa birlikte yaşamak için "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" bazı şeylerin 'değiştirilmesi' ihtiyacı gözkırpıyor. İslam coğrafyası gibi çok renkli bir toprak parçasında yaşamak, geçmiş İslam devletleri kadar, geniş gönüllü olmak zaruretini doğuruyor.
Farklı bir durumda değiliz. Sultan Alparslan merhumun Malazgirt'teki konumu neyse, Yavuz Sultan Selim Han'ın Çaldıran'daki hali ne idiyse, bizim de halimiz bugün odur. İki taraftan kuşatılmış bir varlık-yokluk kavgası içindeyiz. Bu varlık-yokluk kavgasında sünnilerin birbirlerine sarılmaktan başka çözümü yok. Miras kendisini tekrarlıyor. İhtiyaç tekerrür ediyor. Birbirimizin hamiyetine bu kadar muhtaçsak, o halde, burnundan kıl aldırmayan bağnaz rejimleri de sigaya çekmenin zamanı geldi. 100 yıllık arızalı ara dönemin ardından Osmanlı bakiyesine tutunmaktan başka çare görünmüyor. İşte, Kürtler, çoklukla yaşadıkları bölgelerde ulus devletleri değişime mecbur kılarak ittihad-ı İslam'a dolaylı hizmet ediyorlar. Fakat, aman, imkanın imtihana dönüşmemesi de yüzümüzün birliğe bakmasına bağlıdır. Parçalanmayı düşleyenin hareketi müsbet olmaz. Tenkidi de müsbet kalamaz. Allah sırat-ı müstakime hidayet eylesin.
3 Ocak 2025 Cuma
Ya evrenin tamamı bir canlıysa?
Hayatın özünde bir çeşit 'ilme' dayandığını düşünüyorum. Ve her ilim esasında farkındalıktır. Sahibinin farkında olmadığı şey ilim değil kayıttır. Kitapta ilim kayıtlıdır ama kitap âlim değildir. Çünkü üzerindeki ilmin farkında değildir. Onun ne olduğunu bilmez. Onunla nereye varılacağını da bilemez. Evet. Hayat sahibi herşey, hatta tek hücreliler bile, en temelde iki şeyin farkındadırlar: 1) Kendi bütünlüğünün farkındadırlar. 2) Kendisine dair olmayanın farkındadırlar. Yani bir 'iç bilgisine' ve bir de 'dış bilgisine' sahiptir hayatlı herşey. 'Kendisinin varolduğunu bilir' ve bir de 'kendisi olmayanların varolduğunu bilir...'
Böyle bir farkındalığı olmayan hayatta da kalamaz. Zira dışarısıyla içerisi arasında farklı düzenler işlemektedir. İçerisini dışarıya alabildiğine açarsa iç düzeni bozulacaktır. Alabildiğine kaparsa yine devamını sağlayamayacaktır. İşte tam da bu noktada kuvvelerimiz meydana çıkıyor. Varolan herşeyin de iki temel temayülü var: 1) Varolan herşey var kalmak ister. 2) Varolan herşey varlığını arttırmak ister. Var kalabilmeye devam etmesi için kendisini çevresinin zararlarından koruması gerekir. Herşeyi gelişigüzel düzenine dahil etmemesi gerekir. Ancak varlığının arızî oluşundan dolayı, yani kendi yaratılışını kendisi yönetmediğinden dolayı, yani yaratmak elinden gelmediğinden dolayı, yaralanan yanlarını da çevresinden sarmalıdır.
Bir 'tek hücreli' bile şu temel temayüllere sahiptir. O yüzden çevresinin zararlarından sakınır. 'Kuvve-i gadabiye.' Ve faydalarını elde etmeye gayret eder. 'Kuvve-i şeheviye.' Geriye bir de zararlıları faydalılardan ayırmak kalıyor. 'Kuvve-i akliye.' Bu üç temel kuvve varolan herşeyin varda kalması için sahip olduğu temayüllerdendir. Göze görünmeyen virüslerin dahi hayatı olarak bildiği şeyi/bütünlüğü korumaya/çoğaltmaya arzusu vardır. Bu yolda çabalar-çalışır. Ancak, elbette, hayat mertebesinin düşüklüğünden dolayı kuvvelerinin tezahürü zayıf görünür. Hem gazabı, hem şehveti, hem de aklı 'yüklendiğine göre' zayıflar.
'Emanet' yükü herkesin sırtındadır. Ancak insandan başkası için emanetin yükü daha hafiftir. Vacibü'l-Vücud olan Allah'ın bahşettiği vücud nimeti her varolanda bir emanettir. Sahibi değildir. Birşeyin asıl sahibi ancak yaratıcısı olabilir. Yoktan yaratamayan herkes emanetçidir. Yani emanetleri ancak Onun devam ettirmesiyle devamdadır. O devam ettirmeyi bıraktığında ellerinde tutamazlar. Ellerinde tutamamalarından asıl sahip olmadıkları anlaşılır. Hatta mecazî sahiplikler içinde de vesilelik gücü üzerinden mertebeler oluşur. Sözgelimi: ABD'dan F-35 alsanız bile aslında bir emanetçisinizdir. Çünkü onu üretecek gücünüz yoktur. "F-35 aslında kimindir?" sorusunun cevabı "Amerika'nındır!" diye cevap bulur bu yüzden. Fakat ABD'nin de F-35 üretirken kisbini dayandırdığı herşey aslında Allah'a aittir. Metalleri yoktan yaratmamıştır mesela. Yahut da uçağı yaparken kullandığı aklı yokluktan varlığa çıkarmamıştır. Bunlar hesaba katıldığında Amerika da bir emanetçiye dönüşür.
Dağıtmayalım. Konumuza dönelim. el-Hayy olan Allah Teala'nın da hayatı bu çeşit bir 'farkındalıkla' açıklanabilir. Ancak elbette Subhaniyetine yakışır manalarla düşünmek gerekir bunu. Allah hiçbirşeyin sonradan farkına varmaz. Sonradan farkına varmak öncesinde bir cahillik imâ eder. Ancak el-Alîm-i Hakîm elbette yarattıklarına karşı cahil değildir. Olamaz. Zira onları yaratan zaten Odur. "Yaratan bilmez olur mu hiç?" diye soran Kur'an bu hususta da gözlerimizi açar. Yarattığını sonradan öğrenen bir ilah 'ilah' olamaz. Eğer O sonradan öğreniyorsa vücuda gelenin inşası kimin ilmine yaslanmaktadır? Tabii ki bu soruya verilecek cevapların sürükleyeceği çıkmazlardan kurtulmanın yolu Allah'ın ilminin herşeyi kuşattığını kabullenmektir.
'Farkındalık' kelimesini bu yönüyle eksik buluyoruz. Evet. Şân-ı Uluhiyete yakıştırmıyoruz. O yüzden yerine 'bilmek' koyacağız. el-Hayy olan Allah Teala da hem Zat-ı Subhanîsini bilir hem de mahlukatını bilir. Yukarıda 'iç-dış' dedim. Elbette Hüda'nın cihetten, mekandan, mahlukata ait özelliklerden münezzeh oluşuyla bu iki kelimenin de bir anlamı kalmadı. Yerine 'kendisi-başkası' yahut 'Zâtı-masivası' demeyi tercih edeceğim. Kendi Zât-ı Sübhanîsini, sıfatlarını, isimlerini, yaratışını en bilen yine Cenab-ı Haktır. Yine kendisi olmayanı, yani masivasını, kusurlarını, dualarını, ihtiyaçlarını, yaralarını vs. en iyi bilen Odur.
Kendimizde kuvvelerden bahsediyoruz. Çünkü bizim varlığımız arızî. Biz varolmakta tedirginiz. Varlığımızın yaratılışı elimizde olmadığı gibi devamı da elimizde değil. 'el-Hayy' Hak Teala olduğu gibi 'el-Kayyum' da yine O. Zaten O, el-Hayy olup, kendisi-masivası ilmine sahip olmasa bizi devam ettirmenin ilmine de sahip olamaz. el-Hayy ile el-Kayyum isimlerinin kardeşliği de buradan. Allah, hayat sahibi olduğu için, kayyum da oluyor. Çünkü Zât-ı Sübhanîsini bildiği gibi mahlukatını da biliyor. Ve Onun varlığı bizim varlığımız gibi, hâşâ, arızî değil. Başkası tarafından varda tutulmuyor. O Kadîm. O Ezelî. O Bakî. Bu nedenle kendi kuvvelerimizden Cenab-ı Hakkı tenzih ederiz. Zira bu kuvveler bizde bizim arızîliğimizden dolayı varlar. Biz varda kalmak elimizde olmadığı için varda kalmaya çalışıyoruz. Aslında varda kalmaya dualanıyoruz. Kuvvelerimizi varlıkta tutuşunun vesilesi yaparak vücudumuzu devam ettirense el-Hayyu'l-Kayyum olan Rabbimizdir. Onları kendisine yakarmamıza sebep kılmıştır.
Varlığını şehvetle arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Varlığını menfaatini celble arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Aynı şekilde gadabıyla korunmaya çalışan herşeyde de aynı dualanma mevcuttur. Bizim gibilerde bu iş şuur düzeyine de çıktığı için lisan-ı kâl ile de dua edilir. Ancak varlığın tamamı fiilen zaten dua etmektedir. Herşeyin ameli onun duasıdır. Tohumu tarlaya atmak yaratılışının içinde zerre kadar yer tutar. Olmazsa olmaz. Tamam. Ama olmasına da yetmez. Tohumun bin ihtimal içinde serpilip ekin haline gelmesi Rabbin her an devam eden birbir yaratışından başkasıyla açıklanamaz.
Bizdeki kuvveler gitti. Onlar kusurlu. Ve onlar arızîlerin lazımı. Hüda ise Vacibü'l-Vücud'dur. Samediyetinin şânı gereği herşey Ona muhtaç ama O hiçbirşeye muhtaç değildir. O halde Hakkın hayatında kuvve-i gadabiye yok. Hayır. Hâşâ. Ona zarar verebilecek hiçbirşey yok ki korunmaya çalışsın. Fakat Onun da gazabı var. Evet. Çünkü rızasına uygun işler yapmayanlar isimlerini-sıfatlarını tahkir ediyorlar. Muhtemel hayırların ademine sebep oluyorlar. Rabbimiz mahlukatını onlardan korkmadan cezalandırıyor. Onlardan sakınmıyor. Onları cezalandırıyor. Bu ayrıma dikkat edelim. Ve bizdeki kuvve-i şeheviye de Hüda'nın Zât-ı Sübhanîsinde, hâşâ, bulunmuyor. Onu faydalandıracak, yokluğunda eksik kalacağı, bir varlık çeşidi yok ki öyle birşeyi olsun. Fakat Onun da rahmeti var. Çünkü rızasına uygun işler yapanlar isimlerini-sıfatlarını hamd u sena ediyorlar. Hak Teala mahlukatını faydalarından yararlanmadan mükâfatlandırıyor. Onlardan yararlanmıyor. Fayda görmüyor. Onlara rahmet ediyor. Bu ayrıma da dikkat edelim. Rahmeti asla mecburiyeti değildir. Kibriyasının şânıdır. Azametine yakışandır.
Son olarak, "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal..." bahsine de bir dokunalım. Yukarıda dedik ki: Hayatlı olan herşey bir iç-dış farkındalığına sahip olur. Dışının düzeninin kendisi gibi olmadığını bilir. O yüzden biyolojide öğretilir: Canlı olan herşeyin seçici-geçirgen bir zarı bulunur. Yani zararlıyı bünyesine almaz. Faydalıyı bünyesine katar. Böyle baktığınız zaman dünyanın atmosferi de bir hücre zarı gibi çalışmaktadır. Mesela: Güneşten gelen zararlı ışınları süzer. Almaz. Veya uzaklaştırır. Fakat yararlı ışıkları da içine çeker. Bırakır. Yolunu açar. Yine meteorların zarar verecek büyüklükte bünyesine katılmasına izin vermemeye gayret eder. Ufaltır. Parçalar. Fakat meteorlar aslında dünyanın gıdasıdır. Madenler onlarla birlikte dünyaya teşrif ederler. O yüzden büsbütün de almamazlık etmez onları.
19 Aralık 2024 Perşembe
Cem Yılmaz'ın arabası sırat köprüsünden geçer mi?
Mürşidim 13. Lem'a'nın 4. İşaret'ine şöyle yüksek bir giriş
yapıyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud
hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet,
ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve
ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa esası sübutîdir ve vücudîdir.
Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin
esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden
geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir,
nefiydir."
İmtihanımızı çetrefilli kılanın da bu olduğunu düşünüyorum.
Evet. Hem şeriatı rahmet kılan da burası. Âlem 'ademî görünen ademîlikler' ile
'vücudî görünen vücudîlikler'den ibaret değil. Bir de 'vücudî görünen
ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' var. Mesela? Mesela: Sadaka.
Sadaka zahirde yokluksal görünüyor. Verdiğin zaman malın azalıyor. Fakat, Hakîm-i
Kerîm, Hadid sûresinde mealiyle buyuruyor: "Sadaka
veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere
harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik, onlar için bitmez
tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır." Demek ki o ademî değil.
Kabuk ehline ademî görünen bir vücudîliktir. Cihad da böyledir. Oruç da
böyledir. Hatta namaz da böyledir. Aldığından çok daha fazlasını verir.
Diğer tarafta da 'faiz' var. Faiz de zahirde varlıksal görünüyor.
Aldığın zaman malın artıyor. Fakat, Alîm-i Hakîm, Bakara sûresinde yine kısa
bir mealiyle buyuruyor: "Allah, malı
artırdığı sanılan faize bereket vermez ve eksilte eksilte sonunda mahveder.
Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir.
Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez."
Demek ki o da vücudî değil. Yine kabuk ehline vücudî görünen bir ademîliktir.
İşte, Kur'an'la-sünnetle belirlenen şeriat, tam bu noktada gerekliliktir. Zira,
akıl 'vücudî görünen vücudîliği' veya 'ademî görünen ademîliği' tanıyabilse de,
tersi durumlarda perdelerini aşamaz. Bütünün Sahibinin ezel denen manzar-ı
âlâdan haber vermesi gerekir. Haberdar ettiği hakikatler sayısınca Ona
hamdolsun.
O halde 'dalâlet, şer,
musibetler, mâsiyetler ve belâlar...' kabilinden her varsa onun aslında bir
ademîlik bulmalıyız. Bulamayanlara bulup göstermeliyiz. Gösterirsek vücudî
sanmakla aldananların gözleri açılabilir. Başta kör nefsimiz olmak üzere, cümle
nefisler, kem lezzetlerinden vazgeçebilir. Yoksa? Yoksa kurtulmak da yok. Zira
nefis bu dünyada vücudî görünen herşeyi vücudî olarak kabul ediyor. Ademî
görünen herşeyi de ademî sayıyor. Onun gözleri ileri derecede miyoptur. Uzağı
seçemez. Vicdan gibi yapamaz. Öteye bakamaz. O yüzden belki de, Bediüzzaman
Hazretleri, ahirzamanın irşad usûlünü tayin ederken şu hususa dikkat çekiyor: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır
lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve
fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi,
aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir."
Bu çeşit bir cihad her türlü araçla yapılabilir. Romanla olabilir.
Sinemayla olabilir. Tiyatroyla olabilir. Zira böylesi yöntemler zaman
kayıtlarından da kurtarırlar bir ölçüde. Akıbette çekilecekleri günümüze
getirebilirler. Yani hayırda kullanılırlarsa 'rabıta' faydası verebilirler.
Evet. Nefis neticeyi görmeden sezemez. Tatmadan bilemez. Batmadan çıkamaz.
Miyopa resmi yaklaştırmak zorundayız. Onu körlükten kurtarmak ancak
yaklaştırmakla olur.
Hayırlı olan herşeyde bir 'vücudîlik' var. "Mehmed
Ahmed'den daha cömert!" dediğimde bir varlıksallık kastediyorum. "Ahmed
Mehmed'den daha uzun!" dediğimde de kastettiğim yine bir varlıksallık. İki
varlık arasında bir kıyas yaparak kendi 'hayır' tayinimi kurguluyorum. Tayin
ettiğim hayır sahiden 'hayır' mı? Bunu ancak bana Bütünün Sahibi söyleyebilir.
Zira vücudî olanın hakikati de Vacibü'l-Vücud'un razılığına dayanır. Âl-i İmran
sûresinde şöyle denilir: "De ki: Ey
mülkün sahibi olan Allahım! Sen, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip
alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır
Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter."
Arkadaşım, bütün kainatı bir makine gibi düşün, kendini de o
makinede bir dişli olarak hayal et. Senin dişlin makineyle uyumlu çalışıyorsa,
onunla bir düzen hareketteyse, hareketinde bereket olduğundan bahsedilebilir.
Yoksa eylemlerinde varlıksallık yoktur. Vücudîliklerin hep ademîliktir. Münkir
bu âleme kendi çarkıyla ne katarsa katsın nihayetinde düzenden dışarıya düşer.
Düzenden dışarıya düştüğü için de cezalandırılır. Hem bu dünyada hem ahirette
cezalandırılır. Ahiret cezasını teşhis edememesi nefsinin miyopluğu
nedeniyledir. Öyle ya! Körler uçurumlardan korkmazlar. Niye korksunlar? Görmezler
ki. Derinliğin endişesi miyopluklarında kaybolur. Ancak onlar bastonları
alındığında korkarlar. Ayakları boşa geldiğinde korkarlar. Iraktaki
tehlikelerdense havfları yoktur.
Ankebut sûresine ismini veren ayette de kısa bir mealiyle
buyruluyor ki: "Allah'tan başka veli
edinenlerin hali, örümceğin durumu gibidir. Örümcek de bir yuva yapar; fakat yuvaların
en zayıfı örümceğin yuvasıdır—keşke bilseler!" Hakikaten de örümceğin
ağını uzaktan gördüğünde birşey var sanırsın. Halbuki elini sürdüğün anda sanki
yokolur. Yani 'aslının yokluk olduğunu' fısıldar sana. Sadece sûretten ibaret
olduğunu fısıldar. İşte, arkadaşım, Deccal'in 'cennet sûretindeki cehennemleri'
ve 'cehennem sûretinde cennetleri' de örümcek yuvasına benziyor.
Fitnesi, vücudî görünen ademîlikler üreterek, asıl
vücudîlikleriyse ademî göstererek genişliyor. Bu nedenle bir komedyene hayret
ediliyor da İslam âlimine hayret edilmiyor. Tumturaklı albenisi pek fazla. Her
tarafı sarmış gibi. Çok çok şeyler üretmiş gibi. Lakin yekünü örümceğin yuvası.
Elini sürsen dağılıp gidecek. Çüpçürük ip gibi kopacak. Subhanallah. Örümcek
yuvasının nasıl birşey olduğunu anlatamıyoruz kimseye. Çünkü sinekleştik. Her
eylemsel artığa müşteri olduk. İnsan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe
örümcek yuvası da ona sahileşir. Artık tutar da bırakmaz. Yutar da
hissettirmez. Demek ağı teşhis edebilmek için önce sinekleşmekten kurtulmak
gerek. Her manipülasyona kapılmamak gerek. Her koku için oradan oraya
vızıldamamak gerek. Biraz da bundan belki, mürşidim, 4. İşaret'i şöyle bitiriyor: "İşte,
ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı
tamiriyeniz istiğfardır ve 'Eûzü billâh' demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve
kal'anız Sünnet-i Seniyyedir."
Evet. Durması gereken yeri bilen daha az manipüle olur
sahiden. O zaman Hüdamızdan herdaim dileyelim arkadaşım: Ayaklarımızı ehl-i
sünnet dairesinde sabit kılsın. Yerimizi iyi bilirsek, inşaallah,
oramız-buramız daha ayrı ayrı oynamaz. Ayrı ayrı oynadığı yerler azalır en
azından. Arızalar için de 'istiğfar' ederiz. Nihayetinde sadece âdemiz.
Herşeyden evvel ümidimiz Rahman u Rahim Sultanımızın merhametidir. Dilenmekten
asla vazgeçmeyiz. Eh, hikâyemiz ceddimizin hatasıyla/tevbesiyle başladı, ahiri
de elbette böyle bir umuda yaslanacaktır, vesselam.
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...