22 Ekim 2014 Çarşamba

Mutlak vekilliğe serzenişler 2: Faziletlerinin mi esiriyiz?

Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Sizin bağışlarınıza Allah’ın ihtiyacı yoktur; O kullarına yumuşaklık ve müsamaha ile davranır." Bakara sûresi, 263

Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.

"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:

"Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim. Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular."

Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.

Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.

Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.

Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."

Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...