İhsanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2014 Çarşamba

Şeairsiz gel bana, köşkü bile açarım sana

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Muhammed sûresi, 35.

Geçtiğimiz haftasonu SETA İstanbul'da, Mimar Hilmi ve Sırrı Şenalp'in, Mimaride Gelenek ve Bugün başlıklı semineri vardı. Gelenek, Mimari ve Kimlik seminerlerinin dördüncüsüydü bu. Seminer boyunca hocalar, geleneksel mimarinin detayları arasındaki uyum üzerine 'somut' şeyler anlattılar. Temelden ta kubbelere kadar, bir yapının her bir parçasının birbirine oranını, yani geleneksel mimarinin kimliğini oluşturan matematiği izah eder bir seminer sundular izleyicilere. Ancak seminerde anlatılan diğer bilgiler bir kenara; Hilmi Şenalp Hocanın, Berlin Camii inşaası sırasında yaşadıklarına dair anlattıkları cidden ilgi çekiciydi:

Berlin Camiini geleneksel mimariye uygun yapmaya çalıştıkça Alman yetkililerin işlerini zorlaştırdıklarını, bürokratik engellere takıldıklarını; fakat gelenekten vazgeçtikleri her noktada âdeta bütün yolların açıldığını anlattı Hilmi Hoca. Defalarca camiin kapısına def-i hacet edilmiş, bir kere bombalı saldırı düzenlenmiş, bir keresinde de yapının kapılarına yetkililerce el konulmuştu.

Bütün bunları yorumlarken Hilmi Şenalp'in altını çizdiği ise şuydu: Batı, kendi mimarisiyle yapılan camiye karşı çıkmıyordu. Dış görünüşü mümkün mertebe camiyi çağrıştırmadığı, mimarisi İslam'ı hatırlatmadığı sürece inşaaya açıktı. Fakat ne zaman ki yapı, başka bir geleneğe ait olduğunu söyler bir dile/üslûba kavuşuyordu, o zaman rahatsız olmaya başlıyorlardı. (İsviçre'deki minare yasağını hatırlayalım.) Hatta bunu seminerde 'silik para' örneği ile misallendirdi. Batı, İslam parasına karşı değildi, ama üzerindeki İslam yazıları okunmadığı sürece. Yalnız para gibi göründüğü sürece.

Seminer boyunca verilen örnekler bana nedense 'şeair' kavramını hatırlattı. Bediüzzaman, şeairi, 11. Lem'a'da şöyle tarif ediyordu:

"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir."

Bediüzzaman'ın, nafile türünden olanlarının bile şahsî farzlardan kıymetli olduğunu vurguladığı bu sünnetler, metinde de altı çizildiği üzere, 'İslamiyet alâmetleri' olan şeylerdi. Yani bir beldede, bir toplumda, bir coğrafyada İslam'ı hatırlatan, İslamî kimlikten haber veren şeyler: Mesela ezan, mesela Arapça hutbe... Hatta Ramazan Risalesi isimli eserinde Ramazan orucunu dahi şeair olarak anıyordu Bediüzzaman: "Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır."

Fakat yine de külliyat içinde şeair ile mimariyi birbirine en çok bağlayan Lemaat'ta geçen şu kısım olmalı:

"(...) Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan. Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman; güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (...)"

Sanıyorum bu yönüyle Hilmi Şenalp'in dikkatimizi çektiği şeyin hakikati, o mimarinin ruhta yaptığı çağrışımlar. İnsandaki karşılığı. Bu çağrışımların yaptığı hatırlatmadan hoşlanılmıyor. Hem Batı, hem de sabık düzenin inkılapçıları bu yüzden ilk olarak şeaire ilişiyor, ilk onlardan kurtulmak istiyorlar. Türkçe ezandan, müze olmuş bir Ayasofya'dan, kendini belli etmeyen imandan, sakal bırakmayan ve sarık sarmayan bir müminden rahatsızlıkları yok. Taksim'de olmayan bir camiden de öyle. Onların rahatsız oldukları, kendini Çankaya'da, Taksim'de, Nişantaşı'nda bile gösterebilen bir iman. Tesettür konusunda yıllarca gösterdikleri direnç de biraz bunun sonucu sanırım. Görünen İslam'ın yokedilmesi. Zira tesettür Metin Karabaşoğlu abinin ifadesiyle; "Müminelerin tanınmaması için değil, iradesini Allah'a teslim eden müminelerin tanınma isteğinin göstergesidir."

Çankaya deyince nedense aklıma birden CHP ve MHP'nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu geldi. Sahi, nasıl başlık atmıştı bir gazete onun adaylığı için? '71 yaşında, 4 dil biliyor, eşinin başı açık...' Ah, evet, ıskalamamak lazım: Eşinin başı açık. Öyle ya, Kemalizmin doksan yıldır bu topraklarda söylediği şarkı bu zaten: "Şearsiz gel bana, köşkü bile açarım sana..."



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...