İttihad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İttihad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2016 Pazar

'Selamsızlar' ittihad edemez

Şuradan başlayayım arkadaşım: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz birşey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" hadis-i şerifini eksik anladığım kanaati hasıl oldu bende. Özellikle 'selamı yayma’yı sadece 'denk geldiklerime selam vermek' şeklinde anlamak pek az göründü. Peki bu ‘parıldama’ nasıl yaşandı?

Oraya geleyim: Hayat insanı bazen öyle yerlere savuruyor ki, pek yakın olduğunuz dostlarınızla dahi, ancak teknoloji vasıtasıyla görüşebiliyorsunuz. Belki bir zamanlar yediğiniz-içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar bunlar. 'Bir selam vermiş olayım!' diyerek ya yılda bir arıyorsunuz yahut da benim gibi ‘mailleşmeyi’ tercih ediyorsunuz. Peki bu selamlaşma ihtiyacı nereden geliyor?

Bu nokta önemli. Çünkü hadis-i şerifin nasihat ettiği hakikatin özü sanki burada saklanıyor. Yani ‘selam vermediğinizde’ birşeylerin giderek yitiyor olduğunu hissediyorsunuz. Aranızda muhabbetten bir bağ vardı. (Muhabbet ki öteki olanı parçamız kılar.) O bağ da bir açıdan imanınızla bağlı idi. (İman cümle mevcudatla tevhid bayrağı altında kurulan kardeşliktir.) İşte, evet, belki selamlaşmadığınızda giderek açıldığını farkettiğiniz mesafe aslında onlarla da aranızda açıldığını hissettiğiniz mesafe. Silsile halinde büyüyen bir çağrışım.

Bu yoksunluk korkutuyor. Yeniden hatırlamak-hatırlatmak gece rahat uyumanızı sağlayacak. Varlığını hissetmek-hissettirmek, bir parçanızın daha güvende olduğunu göstermekle, içinizi huzurla dolduracak. Uzun süre alçıda kalan parmaklarını oynatarak mutlu olan hasta gibi olacaksınız. O hâlâ orada yani. O hâlâ sizinle.

Birşeyin yokluğunu tanımak varlığını tanımaya bağlıdır. Varlığı tanınan/tadılan şeyin ancak yokluğu bilinir. Hiç varolmamışken yokolanın yoksunluk sancısı da varolmaz. ‘Panda’ diye bir hayvanın varlığını bilmeyenler için nesillerinin tükenmesinin acısı da yoktur. Acı ademden/yokluktan doğar. Varolmayan nasıl yokolabilir? İşte bu yüzden varlığı tadılmayanın yokluğu da tanınmaz.

Allahu’l-a’lem: İman böylesi tevhidî bir bakışla-uyanışla tanıştırdığı için 'selamlaşmamak' bize acı verir. Mürşidimin altını sıkça çizdiği birşeydir: İman varlığı insana dost kılar. Sahi, ehline meleklerin vereceği selam, cennetten daha mı az mutlu edecektir bizi? Bence selamlaşmadığımız yerde huzur da duymayız biz. Varlıklarına mutlu/duacı olduklarımızın yanındadır saadetimiz.

Meselenin bir de şu boyutu var: Selam, yukarıda saydığım şeylerin başı olduğu gibi, başka bir dizi eylemin de sonucudur. Ne demek bu? Yani 'yalnız bir eylem' değildir selam. Meyve gibi ağacıyla bağlıdır. Devamıdır. Selam vermek için öncesinde başka süreçlerin sizde (veya sizin tarafınızdan) işlenmesi gerekir. Hadis-i şerifin ‘dinamik sevgiyi netice verecek amel’ olarak zikrettiği selam aslında zaten ‘potansiyel sevginin neticesi olarak’ vücuda gelir. Yani başlangıcı sevgi olduğu gibi sonucu da o sevginin artmasıdır.

Burada selamın sağladığı şey, hiç duyulmamış bir hissi vücuda getirmek değil, potansiyel olarak varolanı açığa çıkarmaktır. Tanım olarak varolanı sahaya yansıtmaktır. Aralarında zaten imanın muhabbet/kardeşlik kıvılcımı bulunanların fırınına kömür atmaktır selam. O ateşi harlamaktır. Çünkü ancak beslenen ateş diri kalır. Bu yönüyle selam verilmesini sağlayacak her teknoloji-imkan yayımının bir parçasıdır. Yani, selamın yaygınlaşması emri içinde, Allahu’l-a’lem, mü’minler mabeyninde iletişim-ulaşım imkanlarının arttırılması emri de saklıdır. Ki mürşidim hacca dair der:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, ba'de harabi'l-Basra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Nihayet demem o ki arkadaşım: 'Selamın yayılması' emri içinde her yardımcının bir hissesi olabilir. Evet. Birbirimizi daha sık ziyaret etmemizden tutun (ulaşım), daha iyi haberdar olmamız (iletişim) ve hatta sohbet mekanizmalarını arttırmamızın da (istişare) bu hadiste payı mümkün görünüyor. Elhak: Sevmek tanımaktan geçiyor. İttihad-ı İslam'ın her açıdan şu 'selamı yayma' çabasına ihtiyacı var. Cennetimiz orada saklı çünkü. Hak Teala kavuştursun. Âmin.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 11: Kardeşliğe asıl zarar veren kim?

Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Mustafa Öztürk gibi isimleri eleştirdiğiniz zaman en sık aldığınız tepki türlerinden birisi de 'iyi niyetli' olduklarına şu an dahi inandığım mümin/mümine kardeşlerden gelen ve o insanların Kur'an'a yaptıkları hizmetleri hatırlatan 'Aklını başına al!' tavsiyeleridir. Tepkiyi koyanın biraz daha vakti varsa, meseleyi Kur'an'a hizmet düzleminde bırakmaz, ta ittihad-ı İslam'a kadar götürür. Yani İslam kardeşliği denilen şey, benim yaptığım şekilde, sürekli hocaları tenkid eden yazılar yazmakla nasıl sağlanır? Cemaatsiznurcu, böylesi yazılar yazmakla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiğini, fitneye sebep olduğunu, ortalığı karıştırdığını, din adamlarını gözden düşürdüğünü farketmemekte midir? Yoksa bilerek mi yapmaktadır? Bu kadar hain bir çocuk mudur?

Bu tarz tepkileri, inanın bana, sık alıyorum. Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazı serisinde de gelmişlerdi, İslamoğlu'nu eleştirdiğim yazı serisinde de geliyorlardı, şimdi de (yani Emre Dorman üzerinden hadis inkârını eleştirirken de) geliyorlar. Bir tanesi demişti ki mesela: "Bu kavgayı sürdürmenin İslam'a ne faydası var? Siz böyle şeyler yazdıkça kavga unutulmuyor. Kardeşlik yara alıyor. Öfkeyi diri tutuyorsunuz." Zâhiren ne kadar da naif bir itiraz bu değil mi? Hatta haklı gibi de... Ben de cevaben; İslamoğlu'nun, yazılarıma konu olan (ve bence uhuvvet-i İslamiye'ye benden çok daha fazla zarar veren) hatalarından/ifadelerinden tevbe etmesi şartıyla seriye devam etmeyeceğimi bildirmiştim. Tabii böyle birşey mümkün olmadı. Hatta muhatabım 'hata' ifadesinden çok alındı.

Zaten bu zümrenin en kolay teşhis edilme yöntemlerinden birisi de, eleştirdikleri müslümanları/ekolleri sık sık; "Mürşidinizi peygamber gibi görüyorsunuz!" diye itham ettikleri halde, dönüp onlara geldiğinizde kendi mürşidlerinin eteklerine küçücük bir çamur bile dokundurmamalarıdır. İnanın, bunların müridleri, yani Taslamancılar, Dormancılar, İslamoğlucular veya diğerleri; kanaat önderlerine kusursuzluk atfetmede hepimizi geride bırakırlar. Siz, sizin mürşidinize yapılan eleştirilere metinlerden hareketle cevap yazarsınız, bunlar sizi iki dakika içinde tekfir bile ederler. Nitekim, ben İslamoğlu'nun facebook sayfasında yazdığım bir eleştiriye doğrudan 'müşrik' ifadesiyle başlayan bir yanıt almıştım.

Peki, kim daha fazla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiyordur? Bu soruyla daha ciddi yüzleşelim. Şimdiye kadar yaşanan dinin 'uydurma' olduğunu söylemekle, o din ile amel eden mümin/mümine milyarları 'sapkınlık' suçlamasına tâbi tutan Kur'an müslümanları mı, yoksa "Sözünüz hatadır!" diyen biz mi? Nedense böylesi meselelerde suç hep 'gelenekçi müslümanların' üzerine kalıyor. Yani mesela; Ali Bardakoğlu gibi birisi çıkıyor, "Dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz!" diyor. Veya Emre Dorman diye birisi çıkıyor, "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" diye racon kesiyor. Yahut İslamoğlu gibi bir başkası ortaya atılarak, mevcut İslam'ı 'uydurulmuş din' diye tezyif ediyor. Veyahut Caner Taslaman gibi bir başka seküler din âlimimiz(!) "Gelenekçilikten kurtulmak lazım!" gibilerinden aforizmik laflar ediyor... Ancak bütün bunları sinenize çekmeyip cevap sadedinde birşeyler söylediğinizde; yalnız siz, evet siz, İslam'ın uhuvvetine zarar vermiş oluyorsunuz.

Neden? Çünkü o insanlar Kur'an'a hizmet ediyorlar. Fakat peki ya onlardan öncekiler? (Öyle ya, zaman ve din Emre Dorman'la başlamadı.) Cümle sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, asfiya, evliya, hukema, muhakkik, ulema... Onların savunulmaya hakkı yok mu? Onları sevenlerin tek hakkı suskun ezikler olup hatalarını kabul etmek mi? Tek ayak üstünde durup dudaklarını büzmek mi bu zamanın müslümanlarına düşen vazife? Bu ilahiyat Zeuslarının, Areslerinin, Heralarının huzurunda ellerimiz önümüze bağlı suspus mu durmalıyız? İtiraza mecal yok mu? Başka bir hürriyet tarifi yok mudur Kur'an müslümanlarının kendileri gibi düşünmeyenlere dair? Efendim, ben çok araştırdım, olmadığına kanaat getirdim. Bu insanlara 'katılmak' dışında yapacağız her iş, biraz daha 'uydurulmuş din'e mensup olmak, biraz daha şirke düşmek, biraz daha ehl-i sünnetçilik yapmak (Senai Demirci abi öyle mi diyordu), biraz daha taassuba takılmak... Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.

Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları 'kafama göre din' anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları... Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe 'yok olmuş' muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini 'sapkınlıkla' itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).

Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman'ın "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil 'peygamber sözüne' denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu'nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam'ı 'uydurulmuş din' sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman'a uyup 'gelenekçilik yapmayı bırakmak' yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam'ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da 'kardeşliği' sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam'ın itikadına göre? Bediüzzaman'ın ifadesiyle mazinin 'nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu' düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?

İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur'an'ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam'daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur'an'ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.

İslamoğlu'na göre bir Kur'an/din, Taslaman'a göre bir Kur'an/din, Dorman'a göre bir Kur'an/din, Öztürk'e göre bir Kur'an/din, Bayındır'a göre bir Kur'an/din... Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur'an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah'ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur'an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur'an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli... Bediüzzaman'ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, 'çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa' dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur..." İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri 'şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye' haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak... Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...