Asch etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Asch etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2016 Salı

Yezit neden bir Hitler kadar olamadı?

“Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?” başlıklı bir önceki yazıdan devamla konuşalım. (Yazar burada “Okumayanlar mutlaka okusun!” demek de istiyor) Hatırlayalım: Stanley Milgram'ın veya Solomon Asch'in arayıp pek nadir rastladıkları ‘denek tipi’ kimdi? el-Cevap: Doğruya karar verirken çevresinin kem etkisinden, daha doğrusu baskılamasından, körleştirici lansesinden kurtulabilmiş vicdanlı bireydi. İşte ben, bir önceki yazıda da altını çizmeye çalıştığım gibi, bunun zikri geçen mektupta mürşidimin ortaya koyduğu bir duruş olduğunu düşünüyorum. Hatta bu iddiamı daha ileriye de taşıyorum:

“Hakikatli âlimleri hadisin ifadesiyle ‘peygamber varisi’ yapan sır da burada yatıyor!” diyorum. Neden? Açmaya çalışayım: Kanaatimce ‘peygamber’ aynı zamanda hakikati ifadesinde kavminin baskın küfrî/fasık etkisinden sakınabilmiş ve fıtratının saflığını ismet derecesinde muhafaza edebilmiş insandır. Vahyedileni tebliğde hiçbir tereddüt yaşamamıştır. Bunu elbette Allah'ın inayetiyle/hidayetiyle başarır. Ve her peygamber bu yönüyle aynı zamanda insanlığa bir 'asl-ı insana dönüş çağrısı'dır. Beşeriyete bahşedilmiş bozulmamış fıtratlardır peygamberler. Ve o bozulmamış aynalar üzerinden insanlık kendi günahkârlığının çirkinliğini seyreder. Hakikate uyanır. Aslına ayılır. Güzelleşmeye doğru gayretlenir. Yani, bu perspektiften bakarsak, ‘ismet’ sadece ‘günahsızlığın’ değil 'etkilenmemişliğin' de ifadesidir.

Kur'an'ın ‘Furkan’ olmasının bir sırrı da budur. Doğru ile yanlış evveliyetle nübüvvetin hayat ayracıyla ayrılır. Vahiy de ancak bu ayracın sahibine emanet edilir. Hem peygamberler, hem de onların hakiki mirasçıları olan âlimler, doğruya karar verirken bunu çevrelerinin etkisiyle ve lansesiyle değil, nasların kendilerine verdiği bakışla, imkanla, çerçeveyle ve dengeyle yaparlar. el-Emîn oldukları zaten yaşamlarının tasdikiyle sabittir. Bu tebliğlerinin deliline dönüşür.

Elhamdülillah. Yüzlerinin kalabalığa değil öncelikle naslara dönük oluşu onları çevrelerinin kem etkilerinden korur. İçinde şüphe olmayan bir bilgi kaynağından yapılacak hakikat çıkarımı elbette beşerin aldanmaya ve aldatmaya meyyal temayüllerinden daha istikametlidir. Böylece doğru ‘trendler üstü’ bir anlam kazanır. Kur’an korunmuştur. İstikametli hayat vahyin ilk müfessiri olarak hazırdır. Hadisleri kaynağıdır. Yine Kur'an'ın bağlamına ve onunla en güzel dönüşmüşlerin örnekliğine yakın olanların sözleri de sağa-sola bakmadan önce bakılacak üçüncü, dördüncü 'doğruluk ölçüsü' olarak hazırdırlar.

Milgram'ın veya Asch'in üzerinde çalıştığı etkilenmiş bireylere bedel, İslam âlimi, kendisini zamanının arzîliğinden bir ölçüde soyutlayıp Asr-ı Saadet'in semavî bağlamına güdümlenmiş durumdadır. Bu hakikatin koruyucu hekimliğidir. Asr-ı Saadet’in normlaştırılması günaha/yanlışa elbette daha yatkın başka zamanların normlaştırılmasına karşı kıymetli bir tedbirdir. Yezit bu ümmet için asla bir Hitler etkisi yapamaz. Çünkü Asr-ı Saadet’i aşıp idealleşemez.

İçtihad Risalesi'nde mürşidimin bu konuya dair pekçok izahı olmakla birlikte en özet biçimini 'arzîlik' ve 'semavîlik' kavramlaştırmalarında buluyorum. Ve onları bencileyin şöyle konumlandırıyorum: Selef-i Salihîn hüküm verirken yüzleri semaya dönük insanlardı. Kıstasları semadan gelen kıstaslardı. Sağları-solları değildi. Twitter rt’leri, Facebook like’ları, Youtube’daki izlenme sayıları değildi. Yani ki popüler kültürleri değildi. Bu yüzden içtihadları da arzî değildi. Arza sadece basıyorlardı. Üstlerindeki göğe bakıyorlardı. Herbiri bir yıldız olan sahabeyi tefekkür ediyorlardı. Fakat biz seküleriz. Yüzümüz arzımıza dönük. Meşruiyetimizi kalabalıktan arıyoruz. Karıncalarla meşgul oluyoruz. Kıstaslarımız da arzdaki hâkim söylemden etkileniyor. O yüzden içtihadlarımız arzîlikten kurtulamıyor. Milgram'ın ve Asch'in da tecrübe ettiği şekilde çevre etkisiyle apaçık doğruyu yanlışa tercih edebilen deneklerle doluyuz.

Ben bu deneylerin bir yönüyle İçtihad Risalesi'ne de delil oluşturduğunu düşünürüm. Ve o Rusya’nın masumları için içi yanan o mektubun II. Dünya Savaşı şartlarında yazılmasını daha zengin anlarım. Evet. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi: Almanlar ve Ruslar arasındaki bu kanlı muharebede muhtemelen Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu Almanları tutmaktadır. Ne de olsa bir önceki savaşta müttefikimizdirler. Hem de Rusların Anadolu'da döktükleri kan daha kurumamıştır. Komünizmin baskısı Türkiye'de hissedilmektedir. Bu şartlarda mantıklı olan Almanların Ruslara karşı askeri başarılarına sevinmektir. Konjonktür bu sevinci desteklemektedir. Peki, özbeöz yeğenini Ruslarla harpte kaybeden, yıllarca ellerinde esir kalan Bediüzzaman, Kastamonu'da talebelerine 'ne içerikte' bir mektup yazmıştır?

"Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..."

İşte bizi modernistlere/reformistlere karşı daha tedirgin hale getirmesi gereken birşey de bu: Modernistler, normalde Kur'an'dan ve sünnetten çıkarılmış hükümlere göre hareket etmeye eğitimli olan müslümanları, konjonktür üzerinden meselelerini referanslandırmaya alıştırarak, seküler zihinli hale getiriyorlar. Etkileri altında kalanları daha arzî beyinlerle donatıyorlar. Bu arzî beyinlerin, özellikle fitne zamanlarında, istikametinden emin olamayız. Konjonktüre göre fetva vermeye alışanların ikilemlerde kaldıklarında nerede duracakları belli olmaz. Çünkü maslahatçılardır. Siyasete bakışları da, fıkha bakışları da, nefsin fayda eksenine kaymıştır. Kıstasları anlıktır. Konjonktüreldir. Menfaatçidir. Ve Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır."

Yani arkadaşım, unutmayalım, biz Ehl-i Sünnet usûlü sayesinde içimizdeki canavardan da kurtuluyoruz. Bir usûl sahibi olmak insten ve de cinden şeytanların cerbezeli söylemleriyle etkilenmekten bizi koruyor. Belki biraz da bu yüzden İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri böyle diyor: “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.” Zira bu usûlsüzlük illa vusûlsüzlüğe gider.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?

Bediüzzaman'ın tedrisinin iki şekilde olduğunu farkediyorum. Bunlardan birincisi daha doğrudan gerçekleşiyor ve izahlı/isbatlı marifet aktarımından oluşuyor. Erkan-ı imaniyeye veya ibadetlerin ehemmiyetine veya takvanın zaruretine dair izahlarını hep bu sadedde örnek olarak gösterebiliriz. İkincisi ise biraz daha talibin dikkatine ve gayretine bırakılmış bir 'farkedişe' ve 'yoğunlaşmaya' bağlı. Buna verebileceğim en kolay örnek 'tevafukatla' ilgili bahisler.

Böylesi kısımlarda müellif-i muhteremin paylaştığı bilgi daha kuşatılmaz bir üslûb içinde geliyor. Farkettiği tevafuklar üzerinden bizde tevafuk aramaya/kollamaya dönük bir hassasiyet oluşturuyor. Yaşadıklarımıza alınganlığımızı arttırıyor. Bir nur talebesi, Üstad'ından "Hayatındaki tevafukları ara!" ödevi almadan geliştiriyor bu yönünü. Çünkü mürşidinin keşfedişleri onu meraklandırıyor/heyecanlandırıyor. Birinci yöntem, bir babanın oğluna namazın nasıl kılındığını ve ehemmiyetini anlatışı gibi; ikinci yöntemse babanın namazlarında gösterdiği hassasiyetle oğlunu 'ilgi duyar' hale getirmesine benziyor hal diliyle.

Nur talebelerinin kolaylıkla kabul edeceği birşeyden bahsettiğimi düşündüğümden uzun uzun delillendirmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur metinleriyle aşinalığı artmış bir insanın dilinden 'tesadüf' kelimesi uzaklaşırken, 'tevafuk' kelimesi nasıl da yaklaşıyor! Hatta ilk dönemlerinde, daha dilinin yeni yeni bu güzel âdeti kaptığı zamanlarda, 'tesadüf' dediği zaman ya kendisi düzeltmeye çalışıyor veyahut çevresindekiler 'tevafuk' olduğunu hatırlatarak ona tevhidin bakış açısını yeniden yüklüyorlar. Bu o kadar güzel birşey ki! Nur talebeleri birbirlerini en kolay böyle tanıyorlar. 'Tevafuk' kelimesini kullanmaya alışmışsa, büyük ihtimal, o bir nurcudur. Ve bu alışkanlığı kazanırken Üstad'ından aldığı bir tane bile şöyle nasihat yok: "Bundan sonra tesadüf demeyeceksiniz, tevafuk diyeceksiniz!" Demeden diyor mürşidimiz bunu bize.

Risale-i Nur'un, özellikle Bediüzzaman'ın kendi hatıralarını/halini veya talebelerinin kendi yaşadıklarını/hallerini anlattıkları bölümlerin böylesi bir 'demeden deme' eğitimi içerdiğine kaniyim. Hatta İmam-ı Azam'a (r.a.); "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." dedirten veya Süfyan b. Uyeyne'ye (r.a.) 'salihlerin anıldığı yere rahmet iner'i söylettiren sır bu. Hem zaten Kur'an-ı Hakîm de demiyor mu: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..." İşte bu ibret, bir yanıyla kıssaların içinde barındırdığı hisseler, yani 'demeden deme' eğitimidir. Allah dostlarının hayat hikayelerini bilmek, okumak, dinlemek ve anlatmak bu yüzden önemlidir. Çünkü Allah da 'dostlarının kıssalarını' kelam-ı ezelisinde anlatmıştır.

Tevafuk meselesine geri dönelim. Bu sıralar kütüphaneden aldığım kitaplar genelde aynı dönemin yazarlarına denk geliyor. Stefan Zweig, Uwe Timm, Hermann Hesse, Christopher Isherwood, Vasili Grossman... Bu yazarların tamamı II. Dünya Savaşı'na bir yanından dokunmuş/yaşamış insanlar. Kimisi savaşın etkisiyle intihar etmiş, kimisi uğradığı sarsıntılar nedeniyle rahatsızlanmış ve tedavi görmüş, kimisi o savaşta kardeşini kaybetmiş, kimisi de annesinin yakılmak üzere götürüldüğünü ve buna engel olamadığını asla unutamamış. Savaşın her kesiminden insan vardı bu kitapların içinde. Sovyet tarafında savaşan, Alman tarafında yeralan, savaşa hiç müdahil olmamış ama uzaktan dizlerini dövmüş...

Hepsinin de bana hissettirdiği şuydu: II. Dünya Savaşı sadece şiddetin zirve yaptığı değil insanlığın da dibe vurduğu bir dönem. Mesela; Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı'sında sadece Almanların değil Rusların da sebep olduğu ölümleri anlatıyordu. Hatta işgal edilen bölgelerinde Ruslar bizzat yahudi komşularını Almanlara ihbar ediyorlardı evlerindeki eşyaları paylaşabilmek için. Alman ordusunda Ruslara karşı savaşırken ölen abisinin günlüklerini okuyan Uwe Timm de kırıntı kadar olsun bir 'pişmanlık' izi arıyor ama bulamıyordu. Yaşananlardan dolayı hiçkimse "Yanlış yapıyoruz!" hissine kapılmamıştı.

Bütün bunları okuduğum dönemde bir de film izledim. Yine tam olarak ne bulacağımı bilmeden/aramadan. Stanley Milgram'ın hayatını anlatan Deney (Experimenter) filmi. Film sırasında ismiyle meşhur olmuş deneylerinin amacını şöyle anlatıyordu Milgram: "Gayet medeni olan Avrupalı insanlara II. Dünya Savaşı'nda ne olduğunu anlamaya çalışıyorum." İkisi de Avrupa kökenli olan Stanley Milgram ve Solomon Asch, savaşın ardından bu soruyu sorma ihtiyacı hissetmiş ve adlarıyla anılan 'insan kararlarında çevre etkisi ve itaat' temalı deneyler yapmışlardı. Sonuçlar hakikaten ilginçti. Fakat o konuya da girersem yazı çok uzayacak. Merak edenleri filme ve ilgili kitaplara yönlendirmiş olayım.

Tam bu okumalardan ve izlemelerden sonra, bir proje kapsamında, Niyazi Beki Hoca'yla sohbet edebilme imkanım oldu. Sohbetimiz sırasında Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda geçen ve üzerinde pekçok tartışma yaşanmış bir mektubunu da müzakere ettik. İmam Eş'arî'den (r.a.) İmam Gazalî'ye (r.a.) uzanan Eş'arî çizgideki 'ehl-i fetret' yorumlarını ve bu yorumlar ekseninde Bediüzzaman'ın masumiyet ve mazlumiyete bakışını anlattı Niyazi Hoca o sohbette. "Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..." diye başlayıp devam eden mektubun detayları bir yana, Niyazi Hoca'nın bir hatırası, metnin bambaşka bir yönüne dikkatimi çekti.

Aklımda kaldığı gibi/kadar aktarayım. Bir keresinde, Vatikan temsilcisi Thomas Michel, Bediüzzaman'ın bu mektubunu çok ilginç bulduğunu söyleyerek şöyle demişti Niyazi Hoca'nın da bulunduğu bir mecliste: O dönemde Avrupalılar o kadar kötü durumdalardı ki, bırakın başka din mensuplarını, hristiyanlar hristiyanların masum veya mazlum olabileceğini düşünmüyorlardı. Saflar çok keskinleşmişti ve iki taraf için de karşı tarafın masumu yoktu. Sivillerin yaşadıkları yerler bile bombalanıyordu. Ama Bediüzzaman, savaşa müdahil olmamış bir müslüman ülkeden Rusya'daki masumlar için acısını dile getiriyor. Masumluklarından ve mazlumluklarından bahsediyor. Bu çok ilginç birşey...

Bu hakikaten çok ilginç birşey. Sanırım o mektubun neden yazıldığına dair bir hikmet pırıltısı daha gülümsüyor bize bu vesileyle. Evet, o mektubu yazmak ve ehl-i sünnetin masumiyet ve mazlumiyet çizgisini hatırlatmak sanıyorum II. Dünya Savaşı yıllarında sadece Bediüzzaman'ın şefkatiyle açıklanamayacak bir durum. Acaba savaş sırasında müslümanlar daha çok kimin tarafını tutuyordu dersiniz? Rusya'nın mı, Almanya'nın mı? Ben Almanya şıkkını daha büyük ihtimal gibi görüyorum. (Tam bu noktada Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda Ruslara karşı savaştığı, yeğenini ve talebelerinin birçoğunu o savaş sırasında kaybettiğini ve hatta Rusya'da esir tutulduğunu hatırlayalım.) Taraf tutan, tuttuğu tarafın zulmünü görmemeye yatkındır. Yani demem o ki: Belki bu da bahsettiğim o gizli derslerden. Doğrudan "Şöyle yapın!" demeyen türden, ama 'bir müslümanın nerede durması gerektiğini' de hatırlatan cinsten. Savaş zamanı bile olsa bize karşısında olduğumuz tarafın 'masumiyet' ve 'mazlumiyet'ini hatırlatıyor. Sahi, fitne zamanlarında bu hatırlatmayı yapacak kaç âlimimiz kaldı?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...