Dimağdaki Meratip etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dimağdaki Meratip etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2020 Pazar

Peki cennetten hangi soruları öğrenebiliriz?

Bunu başka yazılarımda da anlatmıştım. Tekrar da olsa güzeldir. Hele birazcık sabredin kârilerim: Lisede Sadi isminde genç bir biyoloji öğretmenimiz vardı. Allah selamet versin. Mesleğine cidden âşık bir insandı. Derslerinin en ufuk açıcı yanıysa 'yorum soruları'ydı. Sözgelimi: Sadi Hoca virüsleri anlatmışsa derslerinde, sınavda bu 'öğrettiklerini sormak'tan başka, şöyle birşey daha yapardı: Cevabını belletmediği bir suale en büyük puanı verirdi. İşte o soru imtihanın 'yorum sorusu'ydu. Diğer soruların doğru yanıtları ancak 10 puanla karşılığını bulurken bu 8. sorunun değeri tam 30 puandı. Üstelik cevabın doğru olması da şart değildi. Virüslerle ilgili ne sorduğunuysa iyi hatırlıyorum. Çünkü yanıtımı tebrik etmişti.

Sual şuydu: "Virüsler kanser tedavisinde nasıl kullanılabilir?" Bu kadar. Siz de öğrendiklerinizden hareketle fikir yürütüp suali cevaplamalıydınız. Yani fikir üretmeliydiniz. Kafanızın çalıştığını göstermeliydiniz. Zorlamalıydınız. Yanlış da olsa bir teori kurmalıydınız. 

Buradan şuraya geleceğim: 20. Söz Kur'an'da aktarılan peygamber mucizelerinin de böyle bir yanı olduğunu söylüyor. Yani onlar bizim yorum yeteneğimizi güçlendiriyorlar. Nasıl? "Yorumun başı hayaldir!" dersem belki özünü kavrarsınız. Evet. 'Dimağdaki meratip' üzerinden düşünürsek her fikir bizde öncelikle bir 'tahayyül' olarak şekillenir. Sonra sair aşamalardan geçerek somutluğunun bir yüzünü bulur: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..." Peygamber mucizeleri de aslında beşeriyette böyle bir iş eyliyor. Tabir-i caizse insanlığın aklına karpuz kabukları düşürüyor. Gözünü açıyor. Sözgelimi: Süleyman aleyhisselamın havada seyahat edebildiğini duyduğunuzda hemen zihninize şöyle bir soru damlıyor: "Böyle birşey mümkün olabilir mi?" İşte artık siz de bir 'yorum sorusu'na sahipsiniz. Kişisel serüveniniz boyunca cevap arayabilirsiniz. Ve nihayet gün gelip uçabilirsiniz. Tıpkı insanlığın muvaffak olduğu gibi.

Bediüzzaman'ın dediği de biraz bu. Yani mucizeleri duymakla sahip olduğumuz soruların/merakların birçok keşifte 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği: "(...) enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..." 

Eh, evet, demiştim. Bunlar önce de anlattığım şeyler. Bugünün ilavesiyse şu: (Allahu'l-a'lem kaydıyla dersem:) Cennet tasvirlerinin de böylesi bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat daha farklı bir tonda. Daha aşkın bir şekilde. Neden daha aşkın? Çünkü cennete dair haberler bilindik fiziğin sınırlarını da aşıyor. Bir yanlarıyla "Acaba mümkün mü?"  diye sordursalar da diğer yanlarıyla alışılmışın duvarlarını da inceltiyorlar. Onun sarsılmaz sandığımız kaidelerinin de berhava edilebilirliğine kapı açıyorlar. Hayal seviyemizi yukarılara çekiyorlar. Misaller vererek uzatmayayım. Meraklısı şöyle bir araştırsa fazlasıyla bulacaktır. Özetle demem o ki: Peygamber mucizelerinin ayak izlerini öperek insanlık bugünkü birçok teknolojiye ulaştı. Gemi yaptı. Uçak yaptı. Zırh yaptı. Acaba cennet tasvirlerinin izlerini öpmekle de ulaşacağımız birşeyler var mı? Tefekkür etmeyi teklif ediyorum. Bu yazılık bu kadar muhterem kârilerim. Zira yazının makamı mevzuyu yarım bırakmayı iktiza ediyor.

6 Mart 2013 Çarşamba

Cadde-i kübra neresi?

On haftadır bir grup talebe, Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi okumaları yapıyoruz. Amacımız; öncelikle Ene Risalesini anlamak. Fakat Ene Risalesinin merkezleştiği bir düzlemde külliyatı tarama imkanını da elde ediyoruz. Mesela tekrar be tekrar atıf yaptığımız metinlerden birisi; Lema­at’taki ‘dimağdaki meratip’ meselesi. ‘İnanma’ veya ‘bilgiyi işleme’ dereceleri olarak kendimce tarif ettiğim bu me­ratip, başka bir açıdan bakıldığında bilginin ahlaka/hale dönüşüm aşamalarını ifade ediyor kanaatimce.

Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ola­rak sayılan bu mertebeler, doğru bir şekilde oturmazsa zihinde, külliyata, kısmen kör bakılmasına sebep aslında. Lemaat’ın devamında bu mertebelerin her birinin başka bir haleti (belki davranış şekli) olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, külliyat içinde kullanımıyla da bu farklılıkları hissettiriyor. Örneğin; Ene Risalesinde, enenin kendisinde bir rububiyet ‘tasavvur’ etmesini sorunlu görmezken, devamında buna ‘itikat’ etmesinin büyük bir sorun olduğunun altını çiziyor. (Bu nüansa uyanmamızı sağladığı için Metin abiye teşekkürler.)

Eğer iyi bir külliyat okuru olmak istiyorsanız, nüanslara uyanabilecek kadar hassas olmalısınız. Ve bazen bir kelimenin kuyruğunda ileri/geri taramalar yapabilmelisiniz. Bu okumalar esnasında böyle bir hassasiyet ufaktan oluştu bende. Kavramlar gözümde parlamaya başladılar. Mesela iki yazıdır anlamaya çalıştığım “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda da aynı metne yapılan atıflar ve bu atıflar içinde bir gariplik dikkatimi çekti.

Orada Bediüzzaman ‘tasavvur değil tasdiktir’ ifadesini kullanarak meratip içerisinde külliyatı yukarılara doğru çıkarırken; diğer taraftan da ‘iltizam değil iz’andır’ diyerek eserlerini aşağıya çekiyordu. Evet, yazılan Sözler, tasavvurlardan ibaret değildiler. Akılcı bir onaylamaya erişmiştiler. Fakat diğer taraftan Bediüzza­man, aksi yönde bir uyarıyı da yapıyordu peşisıra: “Bu metinler tasavvurdan yukarıdır. Fakat iltizam seviyesine çıkmaya zorlamazlar. Hedefleri önce tasdik, sonra iz’andır.”

Baktım, Lemaat’ta da tasdik ve iz’an peşpeşe geliyor. Yani birbirlerine bitişik aşamalar. Yalnız birinde akıl, diğerinde kalp var. “Peki” dedim kendime “Bediüzzaman eserlerini neden itikad dairesine kadar yükseltmiyor, hatta iltizamı bile yakıştırmıyor, iz’an’a çekiyor?”

Baktım ki, cevabı zaten aynı bahsin devamında varmış. Mesela orada tersten alırsanız diyor ki; “mezcine eğer olmaz muktedir” bu merte­belerden arızalar da ortaya çıkabilir. Mesela tahayyül safsataya ne­den olur. İltizam taassubu getirir. Fakat buna bedel, itikad ta­sal­lub (sağlamlık) belirtisidir. İz’an’ın getirisi imtisal olur. Tasdik de iltizama (taraftarlığa) götürür. Yani bunlardan bazılarının sıralamadaki etkileri tamamen pozitifken, bazılarının durumu biraz daha dengesizdir. Ama illa “mezcine eğer olmaz muktedir.”

Anladım ki; Risale-i Nur insanları akıllarıyla onay verdikleri (tasdik) ve tüm latifeleriyle inandıkları (iz’an) dairelerinde mücadele veriyor. Getirisi taassup olan bir iltizamı (ne kadar yüksek görünse de) aramıyor. Makam-ı tasdike çıkmayan kuru tasavvurlarla da işi yok! Ütopyalar da kurgulamıyor. O bir cadde-i kübra ki; herkesin istifade/kabul edebildiği bir bilgiyi tasdik ve iz’an ekseninde üretiyor, öğretiyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...