Duyarlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Duyarlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2016 Çarşamba

Herşey yokedicidir...

Yok, delirmedim. Ama bazen sormadan edemiyorum: Niye üzerimize geliyorlar bu kadar? Neden bir kerede söylenip bitmiyor hiçbirşey? Söyleyip kaçsak ya şu hayattan! Hesap vermek ağır değil inan ki. Beşere hesap vermek ağır geliyor. Muhtaç olmak kötü değil. İnsanla zor herşey. Ondan başkasına el açmak azap. Allah'a yüzünü döndüğünde herşey kolaylaşır. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna." Ben nastan sıkılmış kulağıma bazen şöyle de fısıldarım: Herşey kendisiyle birlikte yokedicidir, Ona bakan yüzü müstesna.

Nasıl tarif etsem? Şöyle biraz: En azından senin iyiliğini isteyen ve eğer fâsıkça inad etmezsen cennetine koymayı arzu eden bir Rabb-i Rahim'in karşısında olduğunu biliyorsun. Bu büyük bir ferahlıktır. Karşında "Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır..." buyuran bir Allah var.

Din bu yüzden kolaylıktır. Muhtaç olduğunun seni sevdiğini veya hikmeti elverdiğince rahmet niyetiyle baktığını bilmek. Buna aç doğmuşuz: Senden birşey almadan/beklemeden seni dinleyen birisi. Senin hiçbirşeyine muhtaç olmadan/istemeden seni dinleyen bir Samed. Ne kadar güvenilesi! Bir çocuk için annesi ve babası da kısmen böyledir. Sevgisi garantidir. O yüzden rahattır. O yüzden öldüklerinde başına dağ yıkılmış gibi olur.

Günah kalpte bir lekedir. Koyulaştırır. Bu doğru. Bir tarafından bakınca öte yanı görünmez olur. Bakarsın, beni görmez olursun mesela. Bana olabilecekler sana görünmez olur. Kafa gözüyle ilgili birşey de değil bu. Beni anlamaz olursun. Yaralarım sana para etmez. Bana acımaz olursun. Kur'an da der bunu: "Kalbiniz katılaştı. Hatta taştan da katılaştı." Ne demek bu? Bence önce empatiyi yitirmek. Ötekini görmez olmak. Kalbin katılaşarak şeffafiyetini yitirmesi. Eskiden su gibiydi. Nereye bir taş atılsa o da dalgalanırdı. Duyarlıydı. Şimdi katılaştı. Duyarsızlaştı. Sonra ötekini tefekkürü bırakmak. Sonra ötekine merhameti. Bunların her birisi bir katılaşma. Bir etkileşim yitimi. Bir körelme. Hem de 'güçlenme' sanılan bir 'körelme.' O yüzden daha tehlikeli.

Önceleri kendini onun yerine koymakla anlamaya çalışırken, sonra onları kendinden ibaret saymakla eşyayı bitirmek. Kendinleştirdin, bildim sandın, aslında hakkında düşünmeyi bıraktın. Zalim böyle bir yolu katediyor. Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi amel etmeyen herkesi sapıtmışlıkla suçluyor. Kıstası kendisi oluyor. Hodbinleşiyor. İşte oradan bakıyorum ben de bu ayete bazen: "Şirk büyük bir zulümdür."

"Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder."

26 Mayıs 2015 Salı

Allah'tan alınmak...

İmanımızın bir delili de 'alınganlaşmamız'dır. Fakat nasıl bir alınganlaşma? Allah'a ve Onun marifetine dönük bir alınganlaşma bu. Bir duyarlılık/farkındalık artımı. Ama önce duyarlılık. Meseleyi aşk üzerinden konuşmak istemiyorum, lakin gayet somutlaştırır bir örnek olduğu için zikredeceğim: İnsan, birisine âşık olursa, onun yaptıklarına yönelik alınganlaşır. Umursamazlık/ülfet azalır, duyarlılık artar. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." cümlesinde altı çizilen, benim de hakverdiğim birşeydir bu. Sevmenin delili ilgi göstermek değildir sadece. Öncesi vardır. Aktif olanı belki, ilgidir. Pasif olanı ise alınganlaşmadır/duyarlılıktır. "Bana mı söyledi? Beni mi işaret etti? Benden mi bahsediyor? Beni mi takip ediyor? Bana mı kızdı? Beni mi ima etti?" Böylesi soruların tamamını soruyor âşıklar. Peki böylesi bir alınganlık Allah'a karşı da yaşanmaz mı?

Bediüzzaman, Fatiha'da atlanan eşikten (Maliki yevmiddin/O hesap gününün sahibidir...'den İyyake na'büdü ve iyyake nestain/Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz...'e geçiş) ders aldığı 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetlerde, manidar bir şekilde, geçişin aşamalarından birisini şöyle tarif eder: "Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür..." Kainatı bir mektup olarak görmek, yani 'sana onunla birşey söylenmeye çalışıldığını farketmek' mürşidimin tedrisinin en açık nakışlarından birisidir. Ve mürşidim böylesi bir alınganlığı kendisi ve talebeleri adına her yerde arttırmaya çalışır. Hatta Kur'an'ın da böylesi bir alınganlık oluşturmak için, özellikle insanların sıradan saydığı, "Yahu bundan da birşey öğrenilir mi?" diyeceği şeyleri misal verdiğini anlatır.

Risale-i Nur'da, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkar edenler ise 'Allah bu misalle neyi murad etti?' derler, O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir. Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır ki onlar Allah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır..." buyuran Bakara sûresi 26'nın izahı sadedinde söyledikleri dediklerime kuvvet verecektir. Fakat ben, yazıyı uzatmamak için, onları buraya alıntılamıyorum.

Demek alınganlık da kulluğun bir parçası. Allah'a yüzü dönük bir alınganlık 'gaibane/gıyabında' bir muhatabiyetten 'hazırane/huzurunda' bir muhatabiyete geçişin temel şartı. Zaten bu denli kolay etkilenir ve 'dokunaklı' yaratılmış insanın böylesi bir işlevi olmayacağı düşünülemez. Allah bize bunca hissi/latifeyi 'onları bastıralım' diye değil, 'Onun tasarruflarına daha alınganlaşalım' diye vermiştir. Ve biz, dökülen yapraklardan da, ağlayan çocuklardan da, rüzgarda sallanan kavak ağaçlarından da ve hatta buzlar arasına sıkışan balinalardan da etkileniriz. Üzülecek ve sevinecek ne çok şeyimiz vardır bizim!

Bediüzzaman'ın tedrisinde, bir yönüyle spesifik çağrışımlara sahip olmasına rağmen, yani külliyatın genelinde sahip olunan burhan-ı yakini/kesin delil yolunun bir açıdan terki gibi görünen 'tevafuk' gibi 'ebced/cifir' gibi şeylere karşı sergilediği meyili de biraz böyle anlarım. Allah'ın yarattıklarına karşı alınganlaşan insanın bunu her yerde okuyabilir hale gelmesi. Her yerde Vahidiyet içre Ehadiyetin izlerini, küçük sürprizlerini, nazik hediyelerini araması. Ve en önemlisi 'takip edildiğini, ilgilenildiğini, sevildiğini' bilmesi. Kendi kendime çokça sorduğum bir sorunun cevabının böylesi bir sırda saklı olduğunu düşünüyorum. Ve bu refleksin külliyatın öğretisini içselleştirmiş her Nurcuda geliştiğini gözlemliyorum. Hiçbir şeyi tesadüf olarak nitelemiyorlar mesela. Hemen 'tevafuk' diyorlar. (Nurcunun nurcuyu tanıma kelimesidir.) Bu, küçük bir Nurcu geleneği gibi görünse de aslında büyük bir bakış açısı farklılığı işareti. Nurcular ne kadar başarıyor elbette tartışılır, ama Risale-i Nur'un oluşturmaya çalıştığı alınganlığın böylesi birçok delili var.

Bu yazıyı yazmama sebep, hoş bir anı. Geçenlerde Hızlı ve Öfkeli 7'yi izledim. Tavsiye etmek için bahsetmiyorum. Aksiyondan başka birşey içermeyen bir film. Sevebileceğiniz tek yönü, benim de sevdiğim yönü, çok sayıda ülkeye gidilmiş olması. Hatta filmi izlerken şöyle demiştim: "Ne güzel meslek be. Hem film çekiyorlar, hem de dünyayı geziyorlar." Sonra yapmaya çalıştığım mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayarak ürperdim: "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." O anda yaşadığım ürpermeyi size tarif edemem. Ancak eğer mürşidim vesilesiyle Kur'an'dan 'alınganlık' dersi almasaydım, muhtemelen bu ayeti üzerime alınmadan okuyup geçecektim. Sonra "Niye Bediüzzaman'ı bu kadar abartıyorsunuz?" diye soruyorsunuz. Allah'a karşı alınganlaştırıyor bizi, yetmez mi?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...