Eşya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eşya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2015 Perşembe

Bana herşey mucize...

Bu, bana çok olan birşey olduğu için hakkında yazacağım. En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. (Üretim, çok kapitalist kaçsa da, durum bu.) Ama aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun şiddetinden kafamın karıştığı zamanlar ve onlar arasında bulduğum bir boşluk, bir dinleniş, bir yazarken dinleniş... İki sıkıntının arası bir cennet.

En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.

Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.

Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]

Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."

Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.

"Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"

Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."

Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"

Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.

Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.

"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami', en bedi', en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur."

İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.

"Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.

Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.



[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html

6 Kasım 2013 Çarşamba

Zerre Risalesi'ni neden okumalıyız?

"Modern felsefe, termodinamiğin ikinci kanunu altında enkaza dönmüştür." (William Inge)

Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.

Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.

Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.

Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:

“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”

Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:

Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.

Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:

“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”

Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."

Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...