Narnia Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Narnia Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2017 Salı

Bağışladığı boşluklar için de Allah'a hamdolsun!

Herşeyin zulmü kendine göre. Mesela hayalin uğradığı zulüm bilinirliğin şiddetindendir. Birşeyin bütün detayları 'haklarında hakikatten başka şekilde düşünülemeyecek netlikte' ortaya konduğunda hayal kendisini baskıda hisseder. Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakan'da, bu hissi çok güzel anlatır: "Artık herşeyi açıkça görmek ızdırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu." Bir manzaranın 'daha az görünmeye başlayarak' yaşattıklarını anlatmak için söyler bunu Haşim. Sözünde hayalden doğmuş bir hakikat vardır.

Batı'nın yükselen trendi fantastik yapıtların birçoğunda, öykü, I. veya II. Dünya Savaşları'nın karanlık sahneleriyle ilişki içindedir. İster Marvel karakterleri olsun ister Narnia Günlükleri (veya Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları) bir felaketin eşiğinde filizlenirler. Kaptan Amerika II. Dünya Savaşı'nın kurtarıcısıdır. Wonder Woman I. Dünya Savaşı'nın kahramanıdır. Narnia Günlükleri, yine II. Dünya Savaşı'ndan, bir bombardıman sahnesinin görsel etkileyiciliği ile bizi karşılar. Bütün bunlar hatırda tutularak denilebilir ki: Dönemin şartları içinde artan bilinmezlikler, endişeler, tehlikeler, karakterlerin (ve de okurun) zihnini 'gerçekliğin bilinen düzleminden vazgeçmeye' hazır hale getirirler. O yeni arzu düzleminde en tuhaf şeyler bile 'inanılabilir' hale gelir.

Hemen söyleyelim: Bu yapmacık bir sistir. Ahmet Haşim'in 'doğal belirsizlik' içinde yaşadığı rahatlamayı, öykücü, uyduracaklarına ikna edebilmek için kurgular ve uygular. Okurdaki muhtemel rahatsızlıkları böyle giderir. Bir grup masum çocuğun serseri bir bomba yüzünden öldüğüne inanmak istemeyen yanımız Bayan Peregrine'in zamanı kontrol edebildiğine inanmayı tercih eder. Elbette tek filmlik bir inançtır bu. Ama nihayetinde bir inançtır.

Peki inanç nedir? İnanç, insanın içinde yanan, gözünden bakan ve elinden mahsul mahsul (kurgu kurgu) dünyaya katılan bir gerçeklik düzlemidir. Cam fanus içinde yanan bir kandildir. Her farklı inanç, daha başka kurguda, bir gerçeklik düzlemiyle karşılar bizi. Örümcek Adam'ı izleyen bir çocuk bir süre dünyanın kurtarıcısının o olduğunu düşler. Her yere bu düşün düşüncesini işler. Alır-satar. Defterine çizer. Üstüne giyer. Yüzüne takar. Kapitalizmin ürünleri onu bu inancından yakalar. Sonra fikri değişir. Başka bir kurgu farklı bir kahraman öğretmiştir. Düzlem yeniden ayarlanır. İnanç dünyasında değişen hiyerarşi düşlere de tesir eder. Eşyalar değişir. Seçimler değişir. Hatta rüyalar bile değişir.

Hayal, yeri geldiğinde, en tuhaf inançlara dahi yaslanarak kanadının altındaki duyguları istenmeyen gerçekliğin acısından kurtarır. Evet, hayal, bu açıdan tam bir kurtarıcıdır. Sayısız varlık hikmetinden birisi de budur. Bir sarsıntıdan diğerine geçerek yaşadığımız şu hayatta belirsizliğin sıkleti ancak hayalgücüyle kaldırılır. Akıl, karamsarlığının sınırlarına dayandığında, iyi ihtimalleri ondan öğrenir.

Ben, vehmi ayrı tutarak, hayali iyimserliğe daha yatkın bulmuşumdur her zaman. İnsan kötü şeyleri 'herhalde böyle olur' diye aklıyla kurgular gibi gelir. Vehmin akla yakınlığı hayale yakınlığından fazladır. (Yani aklın da vehme yaraşır ve karamsarlığa yatkın bir kurgu yeteneği vardır.) Ancak aklın bu baskısından insanı kurtarmak için, yine kısmen akıllı-kısmen delifişek, ikinci birşey devreye girer. En inanılmaz mucizelere bile, belli bir makuliyetle, inanmamızı teklif eder.

İşte, bence, bunu yapan hayaldir. Hayalin de bir aklı vardır fakat ne kadar ümitvâr bir akıldır o! Ne mübarektir! Varoluşa dair hüsnüzannı sayesinde sahibini aklın gerçekçi baskılarından bir nebze âzât eder. Acılarını giderir.

Hayalle aklın duruşları birbirlerini bu noktada dengeler. Akıl, tıpkı arkadaşı diğer kuvveler gibi, sahibinin güvenliğini/varlığını önemsediğinden endişelenmek hakkıdır. Hakkını kullanır. Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye sahibi için nasıl her tehlikeyi/fırsatı gözetir yaşıyorlarsa, Kuvve-i Akliye de öyle yaşar. Hayalin insana karşı böyle bir sorumluluğu yoktur. Yardım ettiği doğrudur. Ancak bu yardımı endişeli değildir. Aklı 'at üstünde dolanan bir asker' gibi tarif edersek hayali de 'elinde değneği ile yürüyen bir derviş' gibi tarif edebiliriz. Derviş de kentimize bir huzur verir. Ama bunu asker gibi yapmaz.

Aman! Ben ne yaptım? Hayalde çok oyalandım. Yazı da çok uzadı. Hemen eteklerimizi toplayıp akla geçelim. Bence aklın zulmü de kendisine pay bırakılmamasıdır. Ne demek bu? Biraz şu demek: Akıl, ancak kendisinin de yürüyebileceği bir mesafe verilirse, öğretileni kabul eder. Yolu kabulü ayaklarına izin verilmesi nisbetindedir. Küçük yaşlarımızda ebeveynimizin elini iterek kendi başımıza yürümeye çalışmamızdan tutun, ergenlik döneminde nasihatle yönetilmeye ettiğimiz isyan ve hatta yaşlılıkta yönetememeye ettiğimiz isyan, hepsi aklın bu haliyle ilgilidir. Akıl mutlaka ve mutlaka kendisine pay bırakılsın ister. Varlığını kendisine bırakılmış boşluklar sayesinde hisseder.

Mürşidimin eserlerinde sıklıkla tekrar ettiği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." sırrı bu noktada daha da anlaşılır bir hale gelir. Kaderde zaten bilinir olanın dünyada bir de yaşanılır hale getirilmesi bu türden latifelerin hakkı içindir.

Küçükken ebeveyninden bağımsız yürümeyi arzulayan afacan çocuk, mucize kadar olsun, o hilkat sırrından ayrılmaya dayanamaz. İhtiyarının elinden alınmasına katlanamaz. Amaçsızlaştığını düşünür böyle olduğunda. Boşluksuzluktan dolayı anlamsızlığa düşer. (En yaman boşluk da budur.) Bir fıkra anlatıp neden/neresine gülünmesini gerektiğini de izah eden arkadaş, polisiye veya başka türden bir filmin içinde izleyicinin tahmin yürütmesine hiç fırsat vermeyen senarist veya yönetmen, romanında okurunun kendileyin farketmesi gereken hiçbir sır bırakmayan yazar, bunların tamamı, bu yüzden cansıkıcıdır. Kurgu dediğimiz şey, bıraktığı boşluklarla, bu sıkıcılığı atlatır.

Bize pay bırakmayanlar canımızı sıkarlar. Her türden istibdadın bu türden bir sıkıcılığı vardır. Doğru ancak delille ikna ederse kabul edilebilir olur. Çünkü ikna da akla verilen bir hissedir, paydır, yürüme alanıdır, nefestir. Siz de en çok sıkıldığınız ortamları, metinleri veya kişileri bu terazi ile tartın; az-çok aynı hissi yaşadığınızı görürsünüz onlarda. Gelini bile kaynanadan bıktıran buna benzer bir haldir. Bireylerin birbirlerini emir erine dönüştürme çabası, hayattan istedikleri payları alamadıklarını düşündüklerinden, onları birbirlerinden soğutur.

Şimdi buradan, bir boşluk bırakarak, yine mürşidimin söylediği Kur'an'ın bir mucizevi yönüne gelelim. Önce cevabın ortaya çıkmasını sağlayan şeytan sorusunu alıntılayalım: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Kur'an'ın üslûbuna dair bu suale Bediüzzaman'ın cevabı yazımızın ana temasına temas eder içeriktedir: "(...) çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder." Devamında ise şöyle der: "Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder."

Ben bu ifadelerde Kur'an okurken veya üzerine tefekkür ederken neden sıkılmadığımın cevabını da bulurum. Evet, Kur'an, Fâtır-ı Hakîm'in kelamı olarak fıtratımızı çok iyi bilmektedir. Hiçbir yanımızı ıskalamadan, hiçbir latifemizi görmezden gelmeden, gereken havaleleri yaparak, bize hakikati beyan etmektedir. Yani: Anlattığı hakikatler kadar bıraktığı boşluklar da hikmetlidir. Bildirdikleri kadar bildirmedikleri de yerindedir. Biz kendi kurgularımızı bize bağışlanan boşluklar sayesinde yaparız. Tasarım budur. Yani boşluk yönetimidir.

Tıpkı doluluklar gibi boşluklar da fıtratımızın onları arzulayan yanlarına bakar. Onlar da bırakılmış paylar ister. Bu paylar, türlerine göre, kendilerinden beslenen latifelerimizi doyurur. Bana bu yazı kadar uzun katlanan arkadaşım, işte hayal, işte akıl. Cenab-ı Hak lütfu ile bize boşluklar bağışlamasa şunların otağını nereye kuracaktık? Öyleyse, her nimeti için, hatta bıraktığı boşluklar için, Rabbimize hamdederiz. Ve bu yazıyı da mürşidimizin bir sözüyle bitiririz: "Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...