garp husumeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
garp husumeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2018 Pazartesi

Gezi'de neden gaza geldik?

Murat Batmankaya, Küçülteç isimli kitabında, 'musibet' ve 'manipülasyon' arasındaki nüansa dair önemli birşey söyler: "Doğal afette insan ne olup bittiğini bilir; neyin yıkılıp gittiğini, zararları gidermek için nerede, nasıl harekete geçeceğini bilir. Ama bir spekülasyonda kimse ne olup bittiğini kestiremez. Kimse kalkıp da bu işin nedeni kömürdür diyemez; paradır, demir sıkıntısıdır, zahiredir, pamuktur ya da petroldür diyemez. Bu yüzden de kimse felaketin kaynağına el uzatamaz, çünkü kaynak sadece tek bir kişice bilinmektedir; o da kargaşalıkta çıkarını bulmak için sırrını asla açığa vurmayacaktır."

Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.

"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.

Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?

Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.

Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.

Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.

O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.

Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.

Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...

Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.

6 Temmuz 2017 Perşembe

Garp husumeti baki mi kalmalı? (2): Bediüzzaman AB'ye üye olmamızı ister miydi?

"Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum." (17. Lem'a'dan.)

Elhamdülillah. Ben bir Risale-i Nur okuruyum. Ümidim odur ki: Nur talebesiyim. (Bunu ucb ile iddia etmem ama Allah'tan dua dua dilerim.) Senelerdir de külliyatı okuyorum. Ara ara, parça parça, şöyle böyle değil. Tekrar be tekrar okuyorum. Bitirince yeniden başlıyorum. Doyamıyorum. Üzerine yazıyorum. Hakkında düşünüyorum. Fikir üretiyorum (becerebildiğimce). Araştırıyorum. Soruyorum. Dinliyorum... vs. Fakat Risale-i Nur'dan geliştirilen (belki de ona 'dayatılan' demeliyim) bazı okumalar var ki, şunca yıldan sonra bile, her defasında beni şaşkınlık içerisinde bırakıyorlar.

İşte, mürşidimin, "Avrupa ikidir!" dediği yer de onlardan birisi. İlgili birçok meselede, bu metin, Avrupa'yla ilişkilerin sıcak tutulmasının karinesi olarak kullanılıyor. (Özellikle bir kısım nur talebeleri tarafından.) Buna, yalnızca bu zeminde kaldığı sürece, söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü 'gayrimüslimlerle ilişkiler' İslam fıkhında da çerçevesi ortaya konulmuş bir alanı ifade eder.

Yani meşru bir alandır. Meşru olduğu bir çerçeve vardır. İslam tarihinin tamamında Daru'l-İslam'da yaşayan gayrimüslimlere hakk-ı hayat tanınmış ve ehl-i zımme statüsünde bir varlık alanı açılmıştır. Vergileri alınmıştır. Güvenlikleri sağlanmıştır. Siyaseten, ticareten, sanaten veya tebliğ anlamında ilişkiler, hem içeride hem dışarıda, kurulmuştur. Hakları verilmiştir. Bunların tamamının belirlenmiş sınırları fıkıh muktesebatımızda mevcuttur.

Yani; müslümanlar gayrimüslimlerle hiçbir şekilde ilişki kurmaz, hayatlarına/haklarına saygı duymaz, onları var saymaz tipler değillerdir. (Allah korusun.) Bu iddia yalandır. Bizden çıkıyorsa ifrattır. Onlardan geliyorsa iftiradır. Yalancıların ve aşırıların sözüdür. Hakikati yoktur. İlk dönemlerinden itibaren, başta tebliğ olmak üzere, birçok alanda gayrimüslimlerle iletişim sürmüştür. Bunun delilleri saymakla bitmez.

Biraz da bu etkin iletişim sayesinde zaten, Mekke'den başlayan nur-u hidayet, çok kısa bir sürede bugünkü kadar geniş coğrafyalara yayılmıştır. (Elhamdülillah.) İslam ordularının o bölgelere seferi olmadığı halde nüfusları İslam olan (Endonezya, Malezya, Filipinler... gibi) ülkeler bu sözümüze sağlam birer delildir. Bu bölgelerde İslam'ın yayılışının en büyük sebebi müslüman tüccarların güzel ahlakıdır. O ahlakın verdiği nasihattir.

Fakat, yukarıda da altını çizdiğimiz gibi, bu ilişkinin naslarla belirlenmiş çerçeveleri vardır. Mesela: Bir yahudi tüccarın dürüstlüğü, eğer dürüstse, İslam'ın ondaki bir eseri olarak sevilebilir. Ancak sırf dürüst bir adam olduğu için Sinagog'a gidişi beğenilmez. İçki içiyorsa bu özelliğine meyledilmez. İtikadındaki veya amelindeki yanlışları, bu iyi huyu nedeniyle, meşrulaştırılmaz. Muhabbet beslenmez. Müslümanın bir gayrimüslimle ilişkisi kendi kimliğini onda yitirmek üzerine değildir. Eğim o tarafa doğru değildir. Ya nasıldır? Eğim daima kendisine doğrudur. Bir yahudi tüccarda sevdiğiniz bir özellik varsa, onu, 'yahudiliğin meziyeti' olarak sevmezsiniz. Müslümanlığın onda kalmış bir parçası olarak seversiniz. Onu İslam'a taşıyacak diye tutarsınız. Tutar ve kendinize çekersiniz.

Yoksa, ondaki hasletleri, itikadınızı veya amel edişinizi oraya doğru kaydıracak bir ağırlık noktası gibi tanımlamazsınız. (Allah korusun.) Yani; onu 'onun gibi olmak için' sevmezsiniz. Ondaki herhangi birşeyi 'onu size getirecek' diye seversiniz. Getirdiği kadar seversiniz. Sizi oraya götürmeye başladıysa da kaçarsınız. Kötülüğe, en azından, buğzetmek mü'minin başkalaşımını engeller. Bireysel veya küresel çapta İslam'a zarar getirici hiçbirşeyi sevginizin bedeli olarak kabul etmezsiniz/edemezsiniz. Bu noktada Ebubekir Sifil Hoca diyor ki:

"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."

Peki ya "Avrupa ikidir!" nedir? Bence "Avrupa ikidir!" ifadesinin iki yanı var. Birincisi: İşte yukarıda aktardığım bahistir. Yani bu sözden murad gayrimüslimlerle 'zaten kurulabilir olan ilişkiler' ve 'yenilerinin kurulabileceği meşru zeminler'dir. Bunların çerçeveleri vardır. Bediüzzaman, Avrupa'yı kıyasıya eleştirirken, müslümanlardaki öfke duygusunun aksi yönde ifrata sebep olmaması için 'hak olan husumetin sınırlarını' birkaç cümleyle hatırlatmaktadır.

Kıyamet kopup imtihan bitmediği sürece gayrimüslimlere karşı tebliğ vazifesi de bitmeyecektir. İlişkiler büsbütün kopmayacaktır. Bireyler 'potansiyel müslüman' olma durumunu sürdüreceklerdir. (Aksi bir savrulmanın DAİŞ'le nereye vardığını görüyoruz. Masum-suçlu ayırmadan gayrimüslim herkesi 'aynı şekilde öldürülmesi gereken düşmanlar' olarak gören bir kafa.) Ve tebliğde ilk muhatap, yapı olarak hakkı işitmeye daha müsait olan, hakiki İsevîliğin izlerini bir nebze korumayı başarmış birinci Avrupa'dır. (Bugün de en çok mühtedi onların içinden çıkar.) Zira onların kalplerinde Kur'an'ın nefesi değince can bulacak tohumlar vardır. Tebliğde bu durum kollanmalıdır.

Meselenin ikinci yanını ise, bana göre, ahirzamanla ilgili hadisler belirliyor. Hz. İsa aleyhisselamın nüzul edip Hz. Mehdi'ye namazda iktida etmesi gibi hâdiseleri haber veren hadisler, Bediüzzaman'ı göre, hristiyanların epeyce bir kısmının (veya tamamının) ahirzamanda müslüman olmasını ifade eder. (Bir işarî manası da budur.) Eserlerinde bu tefsirini sıklıkla zikreden Bediüzzaman'ın, Avrupa'ya karşı hakkı tebliğde büsbütün bir kapanmaya veya ümitsizliğe düşmesi elbette beklenemezdi. Biz de düşmemeliyiz. (Âl-i İmran sûresinin 113. ayeti bu hususta hatırlanabilir.) Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.

Fakat burada yanlış anlaşılan şu bence: Hz. Mehdi gelip Hz. İsa aleyhisselama namazda uymayacak. İmamet her şekilde İslam'da kalacak. Meyledilen yine İslam olacak. Bediüzzaman'ın hiçbir metni Batı'ya entegre olmayı övmüyor. İmameti onlara vermiyor. Hatta müellif-i muhteremin I. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyeti okuyuşu bile bu entegrasyonu engelleme ihtimalinden dolayı iyimser. Alıntılayalım hemen: "Eğer galip olsaydık medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu'da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi."

Aslı Lemeat'ta geçen, fakat benim yıllar sonra Kastamonu Lahikası'nda tekrar ettiği halini alıntılamayı seçtiğim bu metin, Bediüzzaman'ın, bir ehl-i sünnet âlimi olarak, ehl-i küfre bakışında hiçbir oynamanın olmadığını ortaya koyuyor. Eski Said ne diyorsa Yeni Said de onu diyor böylesi konularda.

Ben şimdi AB ile bozulan ilişkilerimizi de buradan okumayı teklif ediyorum. AB süreci neydi? Bir 'entegre olma' süreci miydi? Yoksa bir 'entegre etme' süreci mi? Biz biliyoruz ki: AB üyeliği Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonuydu. Yasalar çerçevesinde başlayarak her açıdan Avrupa'ya uyumlu bir hale gelmesiydi. Hatta bu uygun hale gelme, sadece hukuki açıdan değil, bireylerin 'eşcinsellik' gibi birçok meseleye bakışına yön verecek (yani neredeyse kalbe karışacak) bir şekle doğru ilerliyordu. Bütün bunlar konuşuluyordu. O halde şimdi soralım: Böyle bir sürece Bediüzzaman "Avrupa ikidir!" penceresinden mi bakardı? Yoksa onu I. Dünya Savaşı'na baktığı pencereden mi görürdü? Çok keyifler kaçırmak pahasına düşüncemi söyleyeyim: Ben 'ikincisi' olarak görüyorum.

Batı'yla ilişkilerin bozulmasının bizi demokratik anlamda daha kötüye götüreceği iddiası ise... Bu iddianın zorunluluk bağlamında bir geçerliliği yoktur. Batı'yla ilişkisi iyi olanın iflah olacağına dair bir garanti ben bilmiyorum. Sahada da görmüyorum. Sömürge ülkeleri de buna 'evet' demezler zannederim. Batı gibi olmak Batı'dan kurtulmayı netice vermiyor. Hatta aksine tam tersi netice verdiği söylenebilir. Medeniyet(!) misyonerliği hiçbir mağdurunu zulmünden emin kılmaz. Çoğunlukla yeni bir pazar haline getirir. Asıl biz şu soruya yanıt bulalım:

Meşvereti kendi kaynaklarımızdan üretip geliştiremedikten sonra demokrasi konusunda Batı'nın kötü bir taklidi olmaktan daha ileriye nasıl gideceğiz? Kendi ayaklarımız üstünde nasıl duracağız? Şu kurdun ensesi ne zaman kalınlaşacak? Yüzümüz ve yüreğimiz varsa bununla hesaplaşalım. Meşvereti 'meşveret-i meşrua' olarak her köşesiyle üretebilecek gücümüz var mı? Kendi fıkıh usûlümüzle bir model ortaya koyabilir miyiz? Yoksa AB gibi siz de liberalizmin üzerine bir "Hepimiz kardeşiz!" sürüp hakikat diye bize mi yedireceksiniz? Kabrin arkasında geçer akçe midir onun tokluğu? Hiç sanmıyorum.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...