paylaşmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
paylaşmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2017 Perşembe

Sen kendini unutursun ama kendin seni unutmaz

"Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur." 23. Söz'den.

Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.

Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.

Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:

Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.

Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!

Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.

Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.

Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?

Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?

Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.

Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."

İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.

Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Bir 'niyet çoğaltıcı' olarak sosyalmedya

Daha evvel de yazmıştım hakkında. "Ölüm hayatın bereketidir..." demiştim. Bunu derken dayanağım şu idi: Ölümün varlığı ile 'doldurulası' oluyordu hayat. Kabın sınırlılığı doldurulacağı fikrini doğuruyordu. (Kimse dibi olmayan kovayı doldurmak istemezdi.) Onun müphem bir son olarak ufukta duruşu ufuktan öncesini yeterlilik noktasında telaşlı kılıyordu. Hatta demiştim ki: Nasıl ki; tuzağın belirsizliği, dikkatimizi, karşımıza çıkabilecek her türden tehlikeye açık tutar ve rızkımızın biteceği korkusu bizi her gün çalışmaya iter; aynen öyle de; imtihan süresinin belirsizliği de her anın kıymetini anlamamızı sağlar. Zamanın sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir.

Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.

Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:

"İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü'l-Hüsnâ'da muzmer iksir-i ism-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan. Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin. Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin."

Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:

"Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen."

Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."

Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."

İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.

Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...