27 Eylül 2012 Perşembe

Köpekle empati

Montaigne’nı seviyorum, çünkü insana yalnızca insan gözüyle bakıyor. Fazlası değil. Flaubert da öyle. Kitaplarını sevin veya sevmeyin, insanı anlamaya çalışana ancak saygı duyarım ben. Ham yanlarını inkâr edenlere, görmezden gelenlere ise kızarım. Neden derseniz? Onların hayatı bir kurgudur çünkü. İkili bir dili vardır. En azından yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesafe vardır. Bu yüzden çok sevdiğiniz bir kitabın veya yazının yazarıyla tanışmamanızı tavsiye ederim size. Çünkü bu tanışıklık büyük ihtimal sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Herkes için söylemiyorum bunu. İstisnaları elbette var. Ama nihayetinde kitabını kaldıracak kalitede yazar az bulunur. Bazen de tam tersi olabilir tabii. Yazar kitabından daha üst birşey olur da yazdığı birşeye benzemez. Bunun da nümunelerini gördüm çok. Hayat insana çok şey öğretiyor. Gerçi hayat kim? İçinden geçilen bir koridor. Allah’ın karatahtası. Onun üzerinde yazıp çizerek bize aslında öğretmenlerin en güzeli birşeyler öğretiyor. Ki o kalemle yazı yazmasını öğretendir.

Bediüzzaman da öyle demez mi? Levh-i mahv ve ispat. Yani günümüz Türkçesine tercüme etmek gerekirse bir nevi yaz-sil, yap-boz tarzı birşey. Allah önce yaratarak birşeyi bize ispat ve izah ediyor, sonra vazifesi bitince mahvedip gözümüzün önünden yok ediyor. Âlemin düzeni böyle. Ayaklarını sürtmenin, geç kalmaya çalışmanın bir anlamı yok. (Hep bunu yapıyorum ama...) Bir çift altı plastik kundurayla âlemi gittiği yoldan çeviremezsin.

Aslında insanı kusurlarıyla birlikte kabul etmek bizim manevî terbiyemizde de var. Nefs-i emmare deyip aşağıladığımız şey, aslında kendi içimizdeki bir yer değil mi? Derviş Yunus (k.s.) da kendinden sık sık yakınmıyor mu? Ve nefs-i levvameye çıkmak, onu sorgulamakla veya kınamakla olan bir iş değil mi? O halde bizim farkımız nedir? Bizim farkımız şudur: Biz hatalarımızdan utanırız. Değiştiremesek bile utanırız. Onlarsa barışmayı seviyorlar. Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar kitabında bu süreci bir yönüyle “vücuduyla barışmak” olarak ifade ediyor. Böylesi değil elbette, ama buna benzer bir fıtratla barışmayı da ben Bediüzzaman’ın öfke gibi, inat gibi hisleri hayırlı yollarda kullanmayı öğrettiği yerlerde görüyorum.

Mesela hemen Asa-yı Musa’nın başında hapishanedeki mahkûmlara tasviye ettiği; “hapis musibetinden intikam almak” veya inadına iyi olmaya, iyi yolda ilerlemeye çalışmak nasihatleri bana manidar geliyor. Çünkü biliyorum, her ne sebeple olursa olsun içeriye girmiş bir insanın dünyaya en çok yapmak istediği şey, ondan intikam almaktır. Alma desen olmaz, atamaz. Bırakamaz, içindeki o kötü arzuyu. O halde ne yapmalı? Bu intikamı başka bir yerden almasını sağlamalı.

Bediüzzaman da bunu yapıyor. Kendisi de günahsız yere hapse düşmüş bir mahkûm olarak onlarla empati yapıyor ve onlarda hissettiği intikamı, öfkeyi ve nefreti yok etmeye değil, başka yöne kanalize etmeye çalışıyor. Yapma, etme, demiyor. Yap, et, ama şöyle şöyle et diyor. Bence bu Bediüzzaman’ın etkili öğretisinin en büyük güç kaynağı: Herkesi anlamaya çalışmak. Mahkûmla, çocukla, öğrenciyle, hatta bir hatırada anlatıldığı gibi köpekle dahi empati yapmak. (Kıyma tenekelerini deviren köpeği dövmeye niyetlenen talebesini zorladığı empatiyi hatırlarsınız.)

Ha, bu noktada Batı romancılığının da hakkını vermek lazım. Onlar da anlattıkları insan nasıl kötü bir insan olursa olsun, onu anlamaya çalışıyorlar. Mesela Flaubert, Madam Bovary gibi bir romanı yazmakla aslında kimi anlamaya çalışıyor? Kötü yola düşmüş bir kadını değil mi? Goethe, Genç Werther’i yazarken kimi anlamaya çalışıyor? Aşkı yüzünden intihar etmiş bir genci değil mi?

Bu bizim için çok imrenilesi birşey mi? Ah, hayır! Biz elimizde olsa bu kitapları kütüphanelerimize sokmayız. (Mutaassıplarımız için söylüyorum.) Fakat durun bir saniye! Acaba Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında İslam’la tanışan ilklerin katlana katlana çoğalmasında acaba bu anlamaya çalışmanın bir katkısı olabilir mi? Zira biliyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.) gibi birkaçı müstesna bütün sahabiler ehl-i şirklerdi İslam’dan önce. Bu yüzden de İslam’a çağırdıkları kafirlerin psikolojisini çok iyi anlıyorlardı. Empati yapabiliyor ve buna göre tebliğde bulunabiliyorlardı. Bizse çevremizde hiç müşrik görmeden büyümüş insanlarız. Belki de bu yüzden onlara karşı daha merhametsiziz. Çünkü anlamaya çalışmıyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz. Ne kadar mümkün oluyorsa. Olmuyor zaten, ilklerin başarısına ulaşamayışımızdan bunu da anlıyoruz. Onlar katlıyor, biz yerimizde sayıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...