Goethe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Goethe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2014 Cuma

"Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun."

"O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." Haşr sûresi, 19.

Ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! Sık sık düşünüyorum: Onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsem, bütün bu boşluk dolardı..." diyor Goethe, Genç Werther'in Acıları'nda. Sanmam ki dolsun. Boşluk, savaşılması en zor şeydir. Zorluk, eğer arkasında ulaşılacak bir varlık varsa, varlığa erişmek içinse eğer, zorluk sayılmaz. "Her zorluk içinde kolaylık vardır." Zorluk içinde bu türden bir kolaylık da var. Ulaşılacak olan, her zaman yanınızda olmasa da, 'ulaşılabilir' oluşuyla, yani hayaliyle, hep yanınızda. Ama boşluk, boşluk öyle değil. Hem düşmek, hem tutunamamak, hem tutunacak yeri olmadığını bilmek, hem dibi bilmemek. Sabır, sonunu bildiğin şeye karşı olur, kestiremediğine değil.

Neye ulaşacağını bilemediğin gibi, ulaşmak için ne yapacağını da bilemiyorsun onda. Bediüzzaman'ın şer ile ademîlik arasında kurduğu ilgiye gelirsem; zaten şer dediğimiz şey de bu boşluğun/yokluğun içine düştüğümüz şeylere/yerlere tekabül ediyor. Bu, başımıza da gelebilir (mazlum); birilerinin başına getiren biz de olabiliriz (zalim); netice değişmez: Boşlukta ve yoklukta hissettiren herşey bir nevi şerdir. İmansızlık bu yönüyle şerlerin en büyüğüdür. Çünkü onda kayboluşun en şiddetlisi yaşanır. Kur'an bu kayboluşu/tutunamayışı şöyle anlatır: "Zalimlerin yardımcısı yoktur."

Tuhaf ama, şimdi aklıma geldi: Bediüzzaman da "İman bir intisabdır" demiyor mu? Peki bu intisab, yani bağlanmak/bağlanış/tutunma ne için? Elbette kaybolmamak için. Kesretin içinde kaybolmamak. Boşluğa düşmemek. 11. Lem'a, benzer bir ifadeyi sünnet-i seniyye için kullanır:

"(...) Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. (...) İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim."

Herkesin hayatında bir nokta vardır kayboluşunu farkettiği. Zaten kayboluşu farketmek 'nokta' işidir. Yani noktalamak, durmak ve "Nereye gidiyorum?" sorusunu sormak. Sorabilmek için önce durmak gerek. Sarhoşluk da seçebileceğin şıklardan birisi. İçki ile olanından bahsetmiyorum sadece. Boşluğa düştüğünü unutturan herşey sarhoş eder aslında seni. Hatta hareket etmek de bir nevi sarhoşluktur. Hem sarhoşu da bilmez ki, ne menem bir sarhoşluktur.

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Francesco karakteri 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu durma ve uyanış halinin insanda yaptığı şeye, Gorki'nin, Yararsız Bir Adam'da söylediği gibi: 'Hayatın yaralarını patlatmak.'

Uyuşturucu, içki, zina, türlü eğlence, her türlü çılgınlık var onun hayatında. Boşluğu hissetmemesini sağlayan şeyler. Fakat geceleri yalnız kaldığında ölmekten çok korkuyor. Korkudan uyuyamayacak hale geliyor. Peki, Francesco bu sarhoşluktan uyanabilecek mi? Volo'ya göre, evet. Ancak yaşadıklarının 'yaşamak' olmadığını birisinden duymaya ihtiyacı var. Kızsa da, gücense de, ona bunu söyleyen birisi olmalı. Şöyle diyor Francesco'ya doktor arkadaşı: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Ve Francesco, önceleri alaya aldığı bu düşünceye sonraları hak veriyor. Veriyor ki; kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle dediğini okuyoruz:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Hayatı anlamlandırmak, detaylara uyanmak, bir uyuşturucu olabilir mi? Eğer kastettiğiniz kaybolmuşluktan kurtulmaksa, olabilir. İman da insanda bunu yapar aslında. Kainat ve zaman içinde durduğunuz yeri anlamlı kılarak sizi kaybolmaktan, unutmaktan kurtarır. Yine yüzümüzü Bediüzzaman'a dönelim, nasıl tarif ediyor gafilin çilesini?

"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. "

Bu neden böyle? Biraz da hayatın bir özelliğinden. Hayat, bir'i bin'e dokunur ve bilir kıldığı gibi; bin'i de bir'e tesir edebilir kılıyor. Hayat sahibi olanlar, bu hayatın sırrından daha fazla hissedar oldukça, daha fazla etkilenir de oluyoruz. Bilmem kaç milyon ışıkyılı ötedeki galaksilerde veya atomaltı dünyada neler olup bittiğini bilebilmek, aynı zamanda o olup bitenlerden etkilenmek anlamına geliyor. Bilmenin bedeli etkilenmektir, duygulanmaktır. Daha duyarlı olanlar, daha çok şey bilmenin yanında, daha çok etkilenenlerdir aynı zamanda.

Etkilenmek hareketi doğurur. Dışarıda olan, içeride de karşılığını bulur. İnsan bir taştan daha kabiliyetli, ama daha fakirdir bu yönüyle. Çünkü taşın ihtiyaçları insanınkinden azdır. "Hangisi daha çok hayata mazhardır?" derseniz, tartışmasız olarak 'insan' derim. Daha çok canlı olmanın daha güçlü veya daha mutlu olmak anlamına gelmediğinin altını çizerek. Mutluluk veya güç, ikincil bir yardıma, imanî bir bakışa da muhtaçtır.

"İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın. Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Dokunulmak deyince, aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi:

"Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."

'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da tesir edilebilir olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, düşürülebilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da şöyle demiyor muydu acıklı intiharının bir köşesinde:

"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."

Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:

"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde intihar bir güç veya cesaret değil, acizlik eylemidir. Boşlukla savaşacak gücü kalmayanların, "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer Ona 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa.

Bunu garipsemem, çünkü isyan ile yaptıklarını düşünmüyorum bunu. Sadece güçleri yetmiyor artık ayakta kalmaya ve hayatta kalmanın savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:

"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."

Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklemede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bizde Allah'ın 'görevlendirici' olarak tarifi var, fakat 'kolay kılışların Allah'ı' olduğunu ders vermek var mı? Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yanlış anlama! Kötülerin değil, yaşamaktan korkanların eylemidir intihar.

27 Eylül 2012 Perşembe

Köpekle empati

Montaigne’nı seviyorum, çünkü insana yalnızca insan gözüyle bakıyor. Fazlası değil. Flaubert da öyle. Kitaplarını sevin veya sevmeyin, insanı anlamaya çalışana ancak saygı duyarım ben. Ham yanlarını inkâr edenlere, görmezden gelenlere ise kızarım. Neden derseniz? Onların hayatı bir kurgudur çünkü. İkili bir dili vardır. En azından yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesafe vardır. Bu yüzden çok sevdiğiniz bir kitabın veya yazının yazarıyla tanışmamanızı tavsiye ederim size. Çünkü bu tanışıklık büyük ihtimal sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Herkes için söylemiyorum bunu. İstisnaları elbette var. Ama nihayetinde kitabını kaldıracak kalitede yazar az bulunur. Bazen de tam tersi olabilir tabii. Yazar kitabından daha üst birşey olur da yazdığı birşeye benzemez. Bunun da nümunelerini gördüm çok. Hayat insana çok şey öğretiyor. Gerçi hayat kim? İçinden geçilen bir koridor. Allah’ın karatahtası. Onun üzerinde yazıp çizerek bize aslında öğretmenlerin en güzeli birşeyler öğretiyor. Ki o kalemle yazı yazmasını öğretendir.

Bediüzzaman da öyle demez mi? Levh-i mahv ve ispat. Yani günümüz Türkçesine tercüme etmek gerekirse bir nevi yaz-sil, yap-boz tarzı birşey. Allah önce yaratarak birşeyi bize ispat ve izah ediyor, sonra vazifesi bitince mahvedip gözümüzün önünden yok ediyor. Âlemin düzeni böyle. Ayaklarını sürtmenin, geç kalmaya çalışmanın bir anlamı yok. (Hep bunu yapıyorum ama...) Bir çift altı plastik kundurayla âlemi gittiği yoldan çeviremezsin.

Aslında insanı kusurlarıyla birlikte kabul etmek bizim manevî terbiyemizde de var. Nefs-i emmare deyip aşağıladığımız şey, aslında kendi içimizdeki bir yer değil mi? Derviş Yunus (k.s.) da kendinden sık sık yakınmıyor mu? Ve nefs-i levvameye çıkmak, onu sorgulamakla veya kınamakla olan bir iş değil mi? O halde bizim farkımız nedir? Bizim farkımız şudur: Biz hatalarımızdan utanırız. Değiştiremesek bile utanırız. Onlarsa barışmayı seviyorlar. Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar kitabında bu süreci bir yönüyle “vücuduyla barışmak” olarak ifade ediyor. Böylesi değil elbette, ama buna benzer bir fıtratla barışmayı da ben Bediüzzaman’ın öfke gibi, inat gibi hisleri hayırlı yollarda kullanmayı öğrettiği yerlerde görüyorum.

Mesela hemen Asa-yı Musa’nın başında hapishanedeki mahkûmlara tasviye ettiği; “hapis musibetinden intikam almak” veya inadına iyi olmaya, iyi yolda ilerlemeye çalışmak nasihatleri bana manidar geliyor. Çünkü biliyorum, her ne sebeple olursa olsun içeriye girmiş bir insanın dünyaya en çok yapmak istediği şey, ondan intikam almaktır. Alma desen olmaz, atamaz. Bırakamaz, içindeki o kötü arzuyu. O halde ne yapmalı? Bu intikamı başka bir yerden almasını sağlamalı.

Bediüzzaman da bunu yapıyor. Kendisi de günahsız yere hapse düşmüş bir mahkûm olarak onlarla empati yapıyor ve onlarda hissettiği intikamı, öfkeyi ve nefreti yok etmeye değil, başka yöne kanalize etmeye çalışıyor. Yapma, etme, demiyor. Yap, et, ama şöyle şöyle et diyor. Bence bu Bediüzzaman’ın etkili öğretisinin en büyük güç kaynağı: Herkesi anlamaya çalışmak. Mahkûmla, çocukla, öğrenciyle, hatta bir hatırada anlatıldığı gibi köpekle dahi empati yapmak. (Kıyma tenekelerini deviren köpeği dövmeye niyetlenen talebesini zorladığı empatiyi hatırlarsınız.)

Ha, bu noktada Batı romancılığının da hakkını vermek lazım. Onlar da anlattıkları insan nasıl kötü bir insan olursa olsun, onu anlamaya çalışıyorlar. Mesela Flaubert, Madam Bovary gibi bir romanı yazmakla aslında kimi anlamaya çalışıyor? Kötü yola düşmüş bir kadını değil mi? Goethe, Genç Werther’i yazarken kimi anlamaya çalışıyor? Aşkı yüzünden intihar etmiş bir genci değil mi?

Bu bizim için çok imrenilesi birşey mi? Ah, hayır! Biz elimizde olsa bu kitapları kütüphanelerimize sokmayız. (Mutaassıplarımız için söylüyorum.) Fakat durun bir saniye! Acaba Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında İslam’la tanışan ilklerin katlana katlana çoğalmasında acaba bu anlamaya çalışmanın bir katkısı olabilir mi? Zira biliyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.) gibi birkaçı müstesna bütün sahabiler ehl-i şirklerdi İslam’dan önce. Bu yüzden de İslam’a çağırdıkları kafirlerin psikolojisini çok iyi anlıyorlardı. Empati yapabiliyor ve buna göre tebliğde bulunabiliyorlardı. Bizse çevremizde hiç müşrik görmeden büyümüş insanlarız. Belki de bu yüzden onlara karşı daha merhametsiziz. Çünkü anlamaya çalışmıyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz. Ne kadar mümkün oluyorsa. Olmuyor zaten, ilklerin başarısına ulaşamayışımızdan bunu da anlıyoruz. Onlar katlıyor, biz yerimizde sayıyoruz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...