14 Haziran 2017 Çarşamba

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (2)

Bu konuyu, Caner Taslaman'ın kendisiyle değil, ama 'Taslamandîlerin' bazı üyeleriyle konuşma fırsatı buldum. 'Kişisel sünnet' dedikleri şeyin bir dayanağı da Bedir harbi öncesinde ordunun yeri hakkında yaşanan meşhur olay. Hatırlayamayanlar için, detaylarına girmeden, küçükçe aktaracağım: Bir sahabi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama "ordunun yerinin Allah'ın emri mi, yoksa kendi seçimimi olduğunu" soruyor. Efendimiz aleyhissalatuvesselam da bunun 'kendi seçimi' olduğunu söylüyor. Sahabi efendimiz bunun üzerine 'oranın değil de kuyulara yakın bir yerin tutulmasının' daha doğru olacağını ifade ediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da onu tasdik ederek ordunun yerini değiştiriyor.

Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."

İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.

Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"

Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!

Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.

Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"

Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.

Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.

Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!

"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?

Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?

Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.

1 yorum:

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...