Ağrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ağrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Nisan 2016 Pazartesi

Kalp ağrısı...

"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Birinci Söz'den.

İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.

Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...

Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.

Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.

Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.

5 Mart 2014 Çarşamba

Ruh ağrısı

"Bizi doğru yola ilet!" cümlesiyle her dua edişimde, "Allahım, beni 'duruş' sahibi yap!" manasını da murad etmişim gibi gelir. 'Sırat-ı müstakim' ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an'ların değil, duruşun temsilidir.

Nasıl tarif etsem? Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali daha çok münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: "Kimi insanlar var ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler, ama aslında inanmamışlardır."

Ayetteki 've ma hûm bi mu'minîn' ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada 'müminlerden değiller' diyor aslında. Meallerde 'iman edenlerden değiller' diye çeviriyorlar genelde. Fakat ben 'müminlerden değiller' olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; "Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir..." hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum.

Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret, bir tür ümittir... Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın, bütün insanlara. "Ümidinizi kesmeyin!" diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.

Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda 'duruş sahibi kimse' değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde, tavırları kestirilebilir; söyleyecekleri tahmin edilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi; ahlakıdır, şânıdır. Ahlak da dolaylı yoldan duruş demektir.

"Allahın ahlakıyla ahlaklanınız..." hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı, esmasıdır. Yaratışında gözettiği esma ahenk ve nizamıdır. Aç'ı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse, tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir; haşa, esmayı omuzlamak değil. "Ahlak, Allah'a nisbet edilmez" diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı, duruş'a yaklaştırarak.

Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer fıtratıyla Ebu Bekir fıtratını bir yaratmamıştır. (Allah hepsinden razı olsun.) Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere, farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir 'duruşa/istikamete' sahiptirler.

Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. "Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü" dendiğinde "Bu kesin Hz. Ömer efendimdir!" dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda "Filanca filancadır belki" dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. İkisini birbirine karıştırma. Tektipçilik değil bu. Allah, haşa, tektipçi değildir. Varlıkta 'farklılığa yüklenmiş zenginlik' buna delildir.

İlk Lemaat'ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam'ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha'yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: "Der ikincisinde: ' (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?' Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet..."

Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi... Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Herşey göreceliydi, herşey hayali. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.

O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov'un bir öyküsünde dediği gibi: "Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu."

Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: "Bunlar, Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."

Yıllar önce birisi de bana: "Her zaman doğruyu söylersen, 'Daha önce ne demiştim?' diye düşünmek zorunda kalmazsın" demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde 'duruş'undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.

Buradan "Cesaretin membaı imandır" cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.

Bu arada, al sana Bediüzzaman'dan bir istikamette kalma formülü: "Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır." Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: "Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...