Cengiz Aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cengiz Aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2020 Salı

Heykele de Fatiha okunur mu hocam?

Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel'inde geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam: Bir dostlarının cenazesi için toplanan müslüman ahali, önce içip içip sarhoş oluyor, sonra da 'nasıl yapılacağını tam hatırlayamadıkları' cenaze namazını kılıyorlardı. Sovyet devriminin Ortaasya'daki müslüman halkların imanları/amelleri üzerinde nasıl bir tahribatta bulunduğunu gösteren acıklı bir misaldi bu. Şimdi, kimi AK Partili belediyelerin 'heykel/büst yapma merakı'na dair kulağımıza çalınan şeyler olunca, misal tekrar hatırıma geldi. Öyle ya. Sovyet devrimi başarılı oldu da Kemalist devrim başarısızlıkla mı sonuçlandı? Asla. Onun da unutturmayı başardığı birçok kimlik öğemiz var. İşte bunlardan birisinin izleri de bu tezahür üzerinden anlaşılıyor. Artık dindar hükümetlerin belediyeleri dahi büyüklerini büstlerini dikerek anıyorlar.

Eh, herkesin sarhoşken durduğu bir namazı var, onlarınki öyle, bizimki böyle. Halbuki ondört yüzyılı aşan İslam tarihine baktığımızda, şu son talihsiz yüzyıla kadar, müslümanların atalarını bu şekilde anmadıklarını görürsünüz. Hatta bu yola tevessülü bir çeşit 'cahiliyeye dönme' gibi algılarlar. Kınarlar. Ya nasıl anarlar peki? Hayratla. Anlamla. Hasenat doğuracak eserlerle. En kolayı mesela çeşme yaptırmaktır. En büyüğü arz yüzüne cami-medrese-şifahane kondurmaktır. Küçüklüğümde, ihtiyarlık çağına ermiş büyüklerimizin, tıpkı kefen parası saklar gibi, bu tarz bir hayra sarfedilecek paraları biriktirdiklerini hatırlarım. Amaç? Amaç ölümle dahi durmamak. Hasenat defterlerini zayıflatmamak. Kullar arasında övgüyle yâdedilmek değil, yanlış anlaşılmasın, Allah'ın katında hayırla anılmak. Arkasından dua yollanmak. İnsanlara ölümden sonra bile faydalı olabilmek. Onların amacı o. Ufku o. Derinliği o.

Bizim de çapımız bu. Dikiyoruz taşı. Döküyoruz betonu. Kaplıyoruz kalayı. Oh. En üretimsiz üretim. Hiçbirşey yapmadan birşey yaptığını sanma. Sûreten vücudî görünen ademîlikler! Sözgelimi: O heykellerin yerinde bir ağacınız olsa, maşaallah, gölgesinde dinlenen olur. Yemişinden yiyen olur. Manzarasından şenlenen olur. Ne bileyim, bir kuş sığınır da yuva yapar belki, yavrularının sesinden kabrinize eğlencelik olur. Bu taştan adamların gölgesine sığınmak da mümkün olmuyor. Tek hünerleri hünersizlik. Öyle size bakıyorlar. Siz de onlara bakıyorsunuz. İçinizden bir Fatiha okumak bile geçmiyor. Heykelin önünde Fatiha okunmaz ki. Lakin Ertuğrul Gazi büstü yerine çeşmesini görseydiniz, bir tas içseydiniz, hediyesini gönderecektiniz. Hem zaten o güzel eserlere hep böyle yazarlar: "(...) hayratıdır. Ruhuna el-Fatiha."

Bu faydasız taşların karşısında ruhuna Fatiha okunansa biziz. Bizim İslamlığımız. Kimliğimiz. Geleneğimiz. Ki, Avukat Hulusi Bitlisî Aktürk'ün aktardığına göre, Mustafa Kemal'le arasında geçen bir diyalogda, Bediüzzaman da heykeller hakkındaki fikrini kendisine şöyle beyan etmiştir: “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.” Daha sonraki dönemde telif ettiği bir eserinde de şunları söyler: "Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli-gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."

"Bu zamanda da heykele düşman olunur mu canım?" deyu hoplamayın lütfen. Mürşidim çok derin birşey söylüyor. Bakınız, düşman işgalinden veya zalimlerin zulmünden kurtulan her halk, önce gidip heykellerine saldırıyor. Hatta büyük bir değişim geçirmiş toplumlar dahi evvela önceki dönemden kalan böyle birikintilerin canına kastediyorlar. Hikmetsiz değil. Onlar bu taşlaşmış sûretlerin birşeylerin 'hatırlatıcısı' olduğunu biliyorlar. Sen Kırım Türklerinin gözünde Stalin heykeli ne anlatır anlamıyorsun. Halepçe katliamını görmüş bir Kürde Saddam Heykeli ne söyler bilmiyorsun. Sürgüne düşmüş bir Halepliye Esed heykelinin önünden geçmek nasıl koyuyor görmüyorsun. Ama yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Hatta ırkçılık karşıtı gösteriler de dahi ilk önce heykellere saldırıyorlar. İngiltere'de yaşandı nitekim. Yani, âdeta, hayırla yaşamak isteyenler heykellerden kaçıyorlar, zulmünü yaşatmak isteyenler heykele koşuyorlar.

Arkadaşım, bu heykellerin tamamı 'dünyevî anlamların dondurucusu'dur. Bizse dünyevî olana kanmamak üzerine imanlıyız. İmanımız gereğince gözümüzü 'mana-i ismî'den çekip 'mana-i harfî'ye vermişiz. Şeyleri, bizzat kendileri için değil, götürdükleri hayır için sevmişiz. Hem büyüklerimiz de asla kendilerini bize 'asıl' olarak öğretmemişler. Evet. Sen 'Levlake levlak' sırrının sahibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın heykelini yaptırdığını gördün mü? Aksine, emr-i nebevîsi, böyle teşebbüslerin şiddetle boşa çıkarılması yönündedir. Çünkü bu dünyayı asletmemenin bir bedeli vardır. Eserlerimiz üzerinden de bir okunurluğu vardır. Sanatın da bir takvası vardır. Biz de bu bedeli onu 'faydalı soyut' tutarak öderiz. Hatta bazı sanat ehli derler ki: "Müslümanların sûrete küskünlüğü onlarda soyut sanatların Batı'dan çok daha önce doğmasını sağlamıştır." Ben bundan ilerisini söyleyeyim: Bugün İslam toprağı dediğimiz her yere çil çil serpilmiş hayratın en büyük membaı işte bu esastır. Çin'den tutun ta Afrika'nın ücra köşelerine kadar, faydalı şeylerle sergengeçtiler gibi koşturan bu mübarek hayır ordusu, 'sûretlere tapmayanların' ve 'sûretleriyle kalmayanların' ordusudur. Yoksa şimdi su içtiğin her mübarek çeşmenin yerinde bir Yezit'in heykelini görecektin. O zaman bakalım kimden su isteyecektin?

30 Ocak 2017 Pazartesi

Liberaller müslümanlara nasıl eyer vurur?

"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler." Lem'alar'dan...

Cengiz Aytmatov'un Elveda Gülsarı'da anlattığı bir 'yılkı atını eyere alıştırma' sahnesi vardır. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeyim: Yılkının çobanı Tanabay önce Gülsarı'nın sırtına eyer vurmaya çalışır. Fakat Gülsarı daha önce sırtında binici görmemiştir. Direnir. Bunun üzerine iyice tuz yalatılan Gülsarı bir ağaca bağlanır. Yaladığı tuzdan dolayı ciğeri yansa da su içmesine izin verilmez. Öyle de bir bağlanır ki, bulunduğu yere çökemez bile, ayakta kestirir. Birkaç gün sürer bu acı. Bu günler içinde Gülsarı'nın iradesi iyice kırılır. Sonra da elinde suyla Tanabay çıkagelir yanına. Kana kana içmesine izin verir. Rahatsızlık veren iplerini çözer. Kurtarıcısına o kadar minnet duyar ki, Gülsarı, artık eyere karşı koymaz. Yılkı atı artık binek atı olmuştur. Sahibi ne derse onu yapmaya başlar. Ta ki ölene kadar...

Buna benzer yöntemlerin başka hayvanlarda da kullanıldığını biliriz. Bir çukurda siyah giysili insanların eziyetlerine maruz kalan filler kendilerini bu eziyetten kurtaran beyaz giysili insanların emrine sevgiyle girerler.

Ancak bu 'iyi polis/kötü polis oyunu'nun sadece hayvanların evcilleştirilmesinde kullanıldığını düşünmek hata olur. İnsan toplulukları da diğer başka toplulukları kendilerince 'evcilleştirmek' için böyle metotlar denerler. Türkiye'deki dindarların Kemalistler-Gülenistler ekseninde yaşadıkları psikoloji buna güzel bir örnektir. Bu hikayede Kemalistler kötü polisi ve Gülenistler iyi polisi temsil ederler. Kemalistler iktidarı elde tuttukları süreç boyunca müslümanlara, tabir-i caizse, tuz yalatırlar. Gülenistler de, iktidarı ele geçirmeyi çalıştıkları aynı süreçte, ciğeri yanan bu insanlara su içirirler. Nihayetinde elde ettikleri şey 'koşulsuz itaate hazır' bireydir.

FETÖ, varolduğu ilk günden beri, yetenekli fakat fakir çocukları elde etmede 'borçlandırma' yöntemini kullandı. Onlara, geleceklerini kurmak için muhtaç oldukları imkanı verirken, bir taraftan da alacaklarının hesabını yaptı. Başarı için böylesi desteklere muhtaç olan bu zeki ve itaatkâr çocuklar, bir süre sonra (benzer imkanları sağlamakta eksik buldukları) ailelerini dahi karşılarına alacak şekilde, FETÖ'nün mensupları oldular. FETÖ onlar için ailelelerinden veya devletten daha çok şey yapmıştı. Daha fazlasını da yapmaya hazırdı. Bu kadar iyilik yapan bir iradeye öz iradeleri feda etmek neden hata olsundu? Gülsarı nasıl evcilleştirildiyse bu çocuklar da öyle evcilleştirildi.

Şimdi, benzeri bir durumun, liberaller-faşistler ekseninde bütün İslam dünyasının başına açılmış bir gaile olduğunu düşünüyorum. Özellikle Batı'yla mesaisi fazla olan müslümanlar bu 'iyi polis/kötü polis oyununa' daha çok muhatap oluyorlar. Trump'ın başa geçmesiyle net görüyoruz bunu. Faşist Batı müslümanlara çeşitli şekillerde zulmediyor. Liberal Batı ise Hızır gibi yetişip kurtarıyor. (Veya en azından deniyor.) Birisi tuz yalatıyor, diğeri su içiriyor. Trump ABD'ye girişlerine engel oluyor, liberaller ise çeşitli şekillerde engel olmaya çalışıyor. Peki nihayetinde olan ne? Nihayetinde müslümanlar liberal dünyaya borçlanıyorlar(!) Üstelik borç olarak hiçbirşey istemedikleri halde...

Kurtarılmışlık psikolojisi tehlikeli birşeydir. Yardım almaya alışan emir almaya da alışır. FETÖ'nün müntesiplerini 'kursaklarına attığı lokmalarla' esir alışı gibi, liberaller de bizi faşistlerinin baskılarından (güya) kurtararak esir alıyorlar. Bakıyorsunuz: Genç müslümanlar liberalizmi sorgulanmaz bir hakikat olarak ve hatta dinen haram olan şeylerin dahi bir hak olarak saygı görmesi gerektiğini savunarak karşınıza çıkıyorlar. Eşcinselliğin haram olup olmadığı masaya yatırılmaya başlanıyor sonra. Fıtrî oluşuna(!) vurgu yapılarak "Allah onu da öyle yaratmış canım!" noktasına geliniyor. Kur'anî bir kavram olan nehy-i ani'l-münker'in (kötülükten men etmenin) liberal paradigmaya uyumu sıkıntılı olduğu için üstünde durulmaması salık veriliyor. Kötülük kınanmıyor. Kötülüğe, o da yalancıktan, acınıyor. Gerçekte ise saygı görüyor. Aksi yöndeki tavırlar kişisel hak ve özgürlüklere saygı duymamak olarak damgalanıyor.

Bu 'iyi polis/kötü polis oyunu'nu aşmanın yolu ise 'izzet-i İslam'da saklı. Bir liberal, bir faşistin müslümanlara dönük bir zulmünü gideriyorsa, burada iyilik yaptığı müslümanlar değildir. Çünkü iyilik 'zaten olması gereken şey' değildir. Biz bu haklarımızı almakla liberallerden fazladan ve fazıllarından birşey istemiş olmuyoruz. Adaleti bekliyoruz. Bu bize sadaka değildir. Hakkımızdır. Belki iyilik yaptığı kesim veya şey, zalimlikten alıkoymakla, kendi toplumu ve devletidir.

Müslümanların hakları, faşistlerin dilerse alabilecekleri ve liberallerin dilerse bağışlayabilecekleri birşey değildir ki, bu al gülüm-ver gülüm bahsinde mahcup olsunlar. Onlar Allah'ın kendilerine bağışladıkları haklarını, kendi ayakları ve imanları üzerinde durarak, talep ederler. Bu taleplerin zalimler tarafından karşılanmaması, onları, sağlayan diğer başkalarına borçlu kılmaz. Bu psikolojiyi aşmak gerekir. Çünkü bu psikoloji, hem gayrimüslim memleketlerinde yaşayan müslümanları liberal dalalete itiyor, hem de daru'l-İslam'da yaşayan müslümanları bu ülkelere karşı yeterli dik duruşu gösteremez hale getiriyor. Bu ülkelerde yaşayan müslüman nüfus, küresel güçlerin gerektiğinde kulağımızı bükebilmeleri için ellerine verdiğimiz rehineler değil, böyle olmamalı. Böyle olmaması için de ilk aşılması gereken şey mezkûr psikolojidir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...