Fiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

Şuayb aleyhisselam liberalleri gördü mü?

Dedim ya daha önce de: Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var arkadaşım: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu'l-a'lem!" kaydıyla dinle ey kâri.) En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon yapılabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten 'ideolojiler çağı' diye de tesmiye edilebilecek 'ahirzaman tecrübesi'nin gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Yani ütopyaları arzulanır kılan içlerindeki hakikat tohumudur. 

Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Peşinden koşmaktadır. Yokluğundan sızlanmaktadır. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? 'Ama'nın ve de 'fakat'ın cevabını da yine mürşidim verir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek 'haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu'ndan da ileri gelebilir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir bu tip 'ayyüzlü aldatmaca'lar.

Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla 'subhan' olan Allah'ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha 'aldatılamayacağı' ne vardır? Yani ayetin işaret ettiği zirve altbaşlıklara karşı da uyarıdır. (Burada da "Allahu'l-a'lem!" demeyi unutma ey kâri.) Nitekim, ümmet-i Muhammed'in yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin 'yanlış bir temayülle kıvamını bozduğu Allah tasavvuruna' yaslandığı görülür. Mutezilenin 'tenzih' anlayışında da bu vardır. Mürcie'nin 'rahmet' anlayışında da. Cebriye'nin 'azamet' anlayışında da. Vehhabiliğin 'tevhid' anlayışında da. (Ve saymadığımız nicelerinde de.) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı 'iyi niyetli' bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olamayanlar, ne yazık, cüretkâr bir parça övgüsüne yaslanmıştır. Gavvaslar ellerine geçen mücevheri hazinenin kendisi sanmıştır. Körler dokundukları yeri filin ta kendisi zannetmişlerdir. Böylesi kırılmalar bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Ölçünün yitimi nice azları çoklara galip etmiştir. Eh, evet, tasarımın yasası budur: Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış satır bütün bir metinde kendini övgüyle-istibdatla okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde aşk ile seçilir. İblisin böyle çok silahı vardır.

Arkadaşım daha bir başkasını da Hûd sûresinin 87. ayetinde görüyorum ben. Ve elbette yine Allahu'l-a'lem. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor ayet bize: "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terketmemizi, sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Bilindiği gibi Şuayb aleyhisselamın irşad vazifesiyle görevlendirildiği kavim Medyenlilerdi. Gerek Kur'an'da gerek başka kaynaklarda aktarılanlardan öğrendiğimize göre Medyenliler ticarette gelişmiş bir kavimlerdi. Ancak alışverişlerinde haksızlık yapıyorlardı. Ölçüde-tartıda oyunlar çeviriyorlardı. Şuayb aleyhisselam da hem şirkleri hem de kem ahlakları hakkında uyarmıştı onları.

Tabii mevzu 'mallar hakkında dilediğini yapabilecek bir serbestlik' konusuna gelince insan günümüz liberalizmini hatırlamadan edemiyor. Hatta mürşidimin 20. Söz'ünde hepimizi uyandırdığı "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..." hakikatince "Bu kıssadaki kanun-u umumînin bir ucu 'burada/liberalizmde' diğer ucu 'orada/Medyenlilerde' olmasın mı?" diye sormadan yapamıyor. Çünkü nihayetinde liberalizm de "Bırakınız yapsınlar!" üzerine kurulu bir düzeni ifade etmekte. Evet. Fritjof Capra da Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası'nda liberalizmin öncü filozofu John Locke hakkında diyor ki: "Locke'un en yenilikçi teorilerinden birisi ekonomide fiyatlarla ilgili olarak yapmak istediği şeydir. Petty, fiyatların ve malların, onları vücuda getiren emek miktarını tam olarak yansıtacağını söylemişken; Locke, fiyatların aynı zamanda talep ve arz tarafından nesnel olarak belirlendiği fikrini ortaya attı. Bu fikir o günün tüccarlarını 'âdil' fiyatlara ilişkin ahlak yakasından kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda ekonominin bir başka köşetaşı haline geldi ve mekaniğin yasalarıyla aynı statüye yükseltildi."

Yani liberalizmle ölçü-tartı mevzuundaki dengesizliğin zirvesini ifade edebilecek bir yaklaşım başlamıştır. Bu sırf alınan-satılan arasında 'gramajdan çalma' şeklinde bir yolsuzluk değildir. Hayır. O buna göre çok masum kalır. Liberalizmle ürün değer sistemi temelinden altüst olmuştur. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh gibi "Bu ürünün fiyatı bu kadar az değil!" diye satıcıya fiyat arttıran veya "Pahalıya satmışsın!" diye çırağına kızan tüccarlardan gelinen nokta "Gideri varsa koy gitsin!" fırsatçılığıdır. İşte, şu durumu bir fizikî yasa genel-geçerliliğinde dünyaya kabul ettiren, içselleştirden, liberal ekonomi anlayışıdır. Mezkûr anlayış bugün herkesin 'normal'idir.

Yazının asıl konusu olmadığından burayı hızla geçerek sadede koşayım: Liberal aydınların toplumda gördükleri işlev de kimi açılardan Medyen ahalisinin söylemine benzemektedir. Bugün piyasada çoklukla yazan-konuşan liberallerin dinle-dindarlarla ilişkisine baktığınızda hep bir 'yumuşatma' çabası görürsünüz. Onlar sosyalistler veya komünistler gibi dini tastamam karşılarına almazlar. Ya? İçine sızabilecekleri yollar ararlar. Teviller kollarlar. Dinin argümanlarını çarpıtarak kendilerine/söylemlerine meşruiyet zemini inşa ederler. Tabir-i caizse, diğer sol ekoller gibi tokatlamazlar da, yanaktan şıpşıp makaslar alırlar. Sırt sıvazlarlar. Ayetin ahirinde dendiği gibi iltifatlar ederler: "İnneke leente'l-halîmu'r-raşîd(u)/Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." Bugün liberal aydınların da dindarlara en çok yaptıkları budur. 

"İslam hoşgörü dinidir. Sevgi dinidir. Akıl dinidir..." gibi vurgulu söylemlerin altını biraz kazdığınızda çıkardığınız şudur: "Canım o kadar da sıkmayın herşeyi yaa. Bakın, biz sizin bazı yönlerinizi takdir ediyoruz, hadi siz de biraz bizim tarafa gelin. Şu sertliğinizden taviz verin. Halîm olun. Raşîd olun. Ama anladığınız gibi değil bizim istediğimiz gibi olun. Yumuşayın. Uyun. Çağı tanıyın. Adaptasyon sağlayın. Bırakınız herkes istediğini yapsın yahu!" Diğer bütün tartışmalar aslında bu telkinin altbaşlıklarından ibarettir. Makas alma türlü şekillerde sürmektedir.

Hatta ayetin orta kısmındaki "Sana bunu namazın mı emrediyor?" sorusu da bugüne kolayca taşınabilmektedir. Bugün de Medyenlilerin ahirzaman kardeşleri liberaller dinin farklı yönlerini/uygulamalarını parlatarak diğer bazı şer'i uygulamaların-anlayışların ensesine çökmektedirler. Nasıl? Mesela: Din düşmanı birisinin ölümünde buğzunu mu dillendirdiniz. Cık, cık, cık. Hemen Aleyhissalatuvesselamın bir yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı hatırlatılır. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diye mi haykırdınız. Hemen "Avrupa ikidir!" ile karşınıza dikilinir. "Cennete yalnızca müslümanlar gidecek!" falan mı dediniz? Aman. Sakın. Nasıl yaparsınız? Hemen "Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki..." ile başlayan ayetler başı-sonu-bağlamı koparılarak kafanıza vurulur. Hülasa: Bu kadim bir tâcir taktiğidir. Tam ismini sorarsan: 'Dine karşı din'dir. Eeee, tâcir adam uyumlu olur, her nabza göre şerbet vermesini bilir. Karşısına alıp dövüşmez.

 Uzatmayayım. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim ve dedim. Benim kalbime gelenler bunlardır arkadaşım. Fakat, dikkat et, "Hemen alıp bağrına bas!" demiyorum asla. Bu şüpheyle biraz liberal aydınların yazdıklarına/söylediklerine bakmanı istiyorum. O zaman belki şurada dokunduklarımdan fazlasını sen diyeceksin. Ve göreceksin ki: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Onun buyurdukları asla eskimiyor. Çünkü insaniyetin yasası değişmiyor. Biz de bugün Şuayb aleyhisselamın yerindeyiz işte. Onun kavminden bin beter tüccarlarla mücadele etmekteyiz. Kıssalarda nasıl yaşanılacağını daha fazla tecrübe etmek istersen 1. ve 2. Lem'aları oku isterim. Bediüzzaman, bizi o zamana götürmemiş, o zamanı alıp bize getirmiş. Vesselam.

18 Ocak 2015 Pazar

O şey 'yalnız' değildir

“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Mesnevî-i Nuriye’den.

Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso’lu. Picasso restoranda takılırken kadının birisi yaklaşmış ve bin rica resmini yapmasını istemiş. Sürrealist abimiz de akımının verdiği rahatlıkla yanıbaşındaki bir peçeteye yalan-dolan karalamış. (Benzetemese de sürrealistliğine verilir ne de olsa.) Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Oy, oy, oy. Sormaz olaymış. Duyduğu rakamla başından kaynar sular dökülmüş. Fakat koskoca Picasso da duvar boyacısı fiyatına emek satacak değil a! Şânına münasip birşey deyivermiştir elbette. Kadıncağız hayretle damağını şaklatmış: “Beş dakika için fazla bir rakam değil mi?” Yaşlı kurt piyasanın raconuna hâkim bir tavırla cevaplamış: “Altmış yıl artı beş dakika.”

Bir Picasso değilim amma benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. “Senin ne işin vardı?” derseniz ‘can sıkıntısından’ diye yanıtlayayım. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti o vakitler. Bu nedenle insanlar her küçük sarsıntıda anahtara eyvallah etmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Kâşifler için Amerika’nın keşfi gibiydi. Fakat bu hikâyede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili kapıyı açmak saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: “Kolay açınca para vermek istemiyorlar.”

‘Kıymetli’ olanın ‘zor’ zorun ise ‘vakit alıcı’ olduğuna dair bir önyargı var insanda. Bu aslında beşerî sınırlılıklarımızdan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibarettir. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, ‘zaman alanın kıymetli olduğu’ konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını (ilme bakan yanını) hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir. İş bilindikçe emek azalır.

Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen “Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...” ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:

“Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, ‘O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.’ Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten ‘Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...’ ferman eder.”

Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah’ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah’ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken ‘subhaniyeti’ hatırlamak zorundayız. Evet. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence ‘subhaniyetin’ bir yönü de Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadede saklı:

“Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.”

Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso “Altmış yıl artı beş dakika...” dedi değil mi? Mustafa da ‘müşteri psikolojisi’ne uygun hareket etmeyip kapıyı hemen açsa ona belki şöyle denilecekti: “Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?” Mustafa’nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: “İki yıl artı birkaç saniye...” O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Fakat burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: “Daha az bedel ödemek için bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme.”

İnsan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği ‘bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü’ bu noktada devreye giriyor. Ve baaam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.

Sözgelimi: Eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? “Amaan, yıldönümü işte, takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?” Fakat kadının yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun, aslında daha alttan gelen bir ‘önemsememe’ halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken, kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir.

Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla. Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında ‘yalnız bir fiil’ değil. Bir bütünün parçası. “Altmış yıl artı beş dakika...” gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da genelde daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.

Siyasi olaylar da böyle. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlayacaklar. Orada da karakterler suçluluk duygusuna direnebilmek içi birbirlerini şöyle diyorlardı: “Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak.” Muhtemelen Japonya’ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece ‘düğmeye basmak’ olduğunu düşünüyordu. O sadece ‘emir kulu’ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.

Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman’ın “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir...” diyerek başladığı 32. Söz’e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz... Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun... Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım... Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar... Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın...”

Aslında o metin de insanın yanlışını içinde meşrulaştırmak için sığındığı şeylerden birisinin ‘basitleştirme’ olduğunu gösteriyor. Bunu da parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur’an’ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz’ün 28. Penceresi’nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:

“Bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir.”

Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmed yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında ‘kainat artı o şey.’ Elma ‘kainat artı’ elma. Ahmed ‘kainat artı’ Ahmed. Bu yüzden karşılığında fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Kainatı Allahsız açıklamayadığımız gibi ibadetsiz de açıklayamayız.

Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen sırf pazardan almakla veya dalından koparmakla o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Her fiil bir sistemle varolur. Bir sistemin devamlılığına/imkanlarına bağlı olarak varolur. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” Çünkü, yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. Yani o şey yalnız değildir. Ücretini vermek zorundasın.

“Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.”

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...