Vesvese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vesvese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2020 Cuma

Avcı avını görülmediği yerden vurur

"Bir hükümdarın ordusu ne denli güçlü olursa olsun, yabancı bir ülkeye girebilmek için, o ülke halkının desteğine gereksinmesi vardır." Niccolo Machiavelli, Prens'ten

Mürşidim 21. Söz'ünde diyor ki: "Şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder." Hem de ekliyor: "Tanımazsan gelir, tanısan gider." Eyvallah. Bu düğüm çözücü bahis beni A'râf sûresinin 27. ayetine götürüyor arkadaşım. Hani orada kısa bir mealiyle buyruluyor: "O (şeytan) ve yandaşları onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." İşte bu iki hakikati birbiriyle ilişkilendiriyorum. Çünkü biliyorum: Cehalet de körlüğün bir çeşididir. Algının bozulduğu bir yerdir. Bunu sadece 'gerçekleri görememek' bağlamında da kullanmıyorum arkadaşım. Hayır. Fazlası var. Cehaletin en kötüsü düşmanını sezememektir. Hatta onu dost bilmektir. Belki biraz da bu nedenle Olağan Şüpheliler'de Kevin Spacey'in dilinden denir: "Şeytanın en büyük hilesi tüm dünyayı aslında varolmadığına inandırmakmış." Yine benzeri bir ifade Şeytanın Avukatı'nda Al Pacino'nun ağzından tekrarlanır. Nurcularsa mezkûr manaya tâ Lem'alar'dan aşinadır: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir."

Yani 'görülmedikleri yerlerden görmek' cümle iblislerin sahip olduğu bir avantaj. Bir strateji. İmtihan sırrı gereği bağışlanmış bir imkan. Hatta bir gelenek. Onlar da tuzaklarını böyle menzillere kuruyorlar. Dikkat edin: Küresel güçlerin 'toplum mühendisliği' çalışmaları da yine aynı taktiksel zemin üzerinden yürütülüyor günümüzde. Felak sûresindeki o sırlı anlatıma dokunursak: 'Düğümlere üfleyenlerin kötülüğü' bizim onları sezemediğimiz yerlerden bünyeyi sarıyor. Aldatıyor. Kandırıyor. Yandırıyor.

Öyle ya: Düğüm nedir? Düğüm iki nesnenin birbirine tutturulduğu kısımdır. Düğümler sayesinde birliktelikler varolurlar. Onların varlığıyla çözülmezler. Ancak düğümler aynı zamanda zaaflardır. Birliktelikler yine en kolay düğümlerinden ayrılır. Bir ilmeği çözmekle koca bir bütünlüğü beraberliğinden edebilirsiniz. Tıpkı bugün sahip olduğumuz toplumsal fayhatları gibidir onlar. Türk-Kürt, Sünni-Alevi vs. birçok ipimiz var bugün de. Bugün de onları birarada tutan düğümlerimiz var. Farklılıklarımızı barıştıran üstkimliklerimiz var. Ancak düğümlere üfleyenler kötülüklerini bu hassasiyetlerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Hilelerini üflüyorlar. Öğütlüyorlar. Tetikliyorlar. Manipüle ediyorlar. Kaşıyorlar. Kızıştırıyorlar.

Ben Bediüzzaman'ın "Garp husumeti bâki kalmalı!" derken dikkat çektiği şeyin bir parça da bu olduğu kanaatindeyim. Bu temkinin devamı ancak düğümlerimiz hakkında 'koruyucu bir endişe' sahibi olmamızı sağlayabilecektir. Aksi takdirde, yani şeytanın şeytanlığı unutularak, erişilecek bir kemal yoktur. Şeytana karşı gayet uyanıkken koruyamadığımız zaferi onu göremeyeceğimiz bir yere geçerek elde edeceğimizi düşünen, en hafif ifadesiyle, aptaldır. Yahut da tembel bir devekuşudur. Başını kuma sokmakla hevakâr nefsini aldatmaktadır. Halbuki onun bu sûrette saklanışı(!) sayyad için en kolay avlanıştır.

Bugün liberal siyaset tam da böylesi bir avcılık sezonu geçiriyor. Gittiği ülkelerde öncelikle kendisinden kaçmayı bırakmış evcil devekuşları yetiştiriyor. Sonra bu yarı aydınlar sayesinde diğer devekuşlarının düğümlerine üflüyor. Herşeyin başının hayat olduğunu, hayatsız hiçbir albenili kavramın anlam taşımadığını, toplumun hayatının da ittihadda saklı bulunduğunu unutan basiretsiz bireyler de, çeşitli manipülasyonlar eşliğinde, kendi elleriyle bağlarını çözüyorlar. Bunu yaparken de savundukları davanın adını "Yaşasınlar!" ile haykırıyorlar. Çünkü iyi birşey yaptıklarını sanıyorlar. Çünkü artık İblis'in varlığına inanmıyorlar. Husumetlerini unutmuşlar. Gardlarını bırakmışlar. Bu nedenle de kolay avlanıyorlar.

Arkadaşım, Felak sûresinin en yakın arkadaşı Nâs sûresi ise, Mushaf'a hâtime verirken şöyle bir uyarı yapıyor bizlere: Kalplere vesvese verenlerin şerrinden bütünlüğünüzün sahibine sığının. "İnsanların Rabbine. İnsanların Melikine. İnsanların İlahına..." Evet. Hak Teala dinini tamamladı. İslam kemalini buldu. Fakat imtihan sürüyor. Furkan'ın bu iki sûreyle sonlanması bana bu açıdan da manidar geliyor. İkisi de hiçbirşeyin 'çantada keklik' olmadığını hatırlatır türden çünkü. Güvercin tedirginliğinin hep korunmasını öğütler cinsten. Ve sanki onlar da bir tür husumetin bâki kalması lüzumunu tekrar ediyorlar. "Basiretsizlik etmeyin!" diyorlar. "Siz avcıyı kollama tedirginliğini terkederseniz avlanmaktan kurtulamazsınız."

Yine, A'râf sûresinin 27. ayetinde aktarılan Hz. Âdem ile Havva'nın o şaşkın çıplaklık hissi, 'ummadığı anda-makamda-mekanda-kişide tuzağa düşürülenin hissine' ne çok benzer değil mi arkadaşım? Ve mezkûr ayetin nihayeti aynı sadedde ne güzel söyler: "Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık." Evet. Dininin sana öğrettiği dostluklarda-düşmanlıklarda imanın ne kadar zayıflıyorsa, ne kadar sebatın gevşiyorsa, ne kadar dikkatten düşüyorsan, o kadar şeytana avlaşıyorsun arkadaşım. Yoldaşlaşıyorsun. Arkadaşlaşıyorsun. Çünkü ferasetle göremiyorsun. Evet. Evet. Cennetinden olmak istemiyorsan tıpkı bir maral gibi avcılarına iman et. Hem aczine yaraşır bir şekilde dörtbiryanını rasat et. Yoksa avlanacaksın. Bitirirken Rabbü'l-âlemîn'den dileğim: Seni de beni de böyle cahil davetçilerden eylemesin. Âmin. Âmin.

13 Temmuz 2017 Perşembe

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (5): Kıyamet kopar da ayağının altı sallanmaz mı sandın?


"Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir." 14. Söz'ün Zeyli'nden.

İş öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, yakında, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Allah'ın azabı şiddetlidir!" ayetinden dolayı, hâşâ, Cenab-ı Hakkı dahi 'adalet-i mahzaya uygun hareket etmemekle' ihtam edeceğiz. (Allah bizi böyle vartalara düşmekten korusun.) Herşeyin müfriti tat kaçırıyor.

Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.

Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.

Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.

Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.

Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.

Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)

Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.

Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?

Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.

Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.

Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?

Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?

En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...