Zaman gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zaman gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2014 Cuma

Halit Ertuğrul'un Zaman röportajı ve twitter hesabı üzerine bir savunma: "O hesap kendisinindir."

"Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?"  Nûr sûresi, 12

Allah Settar'dır. Günahları setreder. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' bir nebevî nasihat olduğu için, elimden geldiğince, dinlemeye çalışırım. Fakat eğer söylenen yalan, beni veya bir başkasını, yani üçüncü kişileri de mağdur ediyorsa, hakkında konuşmaya hak verir. Zira o çamuru silmezsem, bu sefer bir ömür bende izi kalır. İzzetin bir vechi 'kimseden birşey istememek'e bakıyorsa, bir vechi de 'iftiraya karşı kendini müdafaa etmek'e bakıyor. Birisinde kibir olmadığı gibi ikincisinde de kusuru fâşetme yok. Şimdi, yukarıda beyan ettiğim esas çerçevesinde, mümkün mertebe ifrat ve tefrite düşmeden, kendimi, bir meselede müdafaa edeceğim. Üstadımın dediği gibi derim: 'kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; namahrem olan kimseler nazar etmesin.'

Halit Ertuğrul Hoca, yıllarca kitaplarına hem editörlük, hem mizanpaj, hem bir nevi kendisinde yayınevinde asistanlık yaptığım bir isimdi. Ben geçtiğimiz sene Nesil Yayınlarından ayrılana kadar da fiilen böyle devam etti. (Öyle ki, arkadaşlarım bana Halitolog diye takılırlardı.) Fazla detaya lüzum yok. Yayınevinde, kendisi de misafir edilerek, yapılan toplantılardan birisinde yönetim olarak Ertuğrul Hoca'nın sosyalmedyayı daha iyi kullanabilmesi için destek olma kararı alınmıştı. Ve o noktada bana da Ertuğrul Hoca daha aktif kullanmaya alışana kadar sosyalmedyada destek olma görevi verilmişti. Pekçok korsan Halit Ertuğrul hesabı vardı. Onlarla uğraşmak yerine sıfırdan yeni bir tane açtık: @erturul_halit Ve ben, uzun bir süre Halit Hocamdan aldığım bilgilere göre bu hesaptan twitler attım. Onun programlarından gönderdiği fotoğrafları paylaştığım gibi, atmamı istediği twitleri de attım. Bunun dışında kitaplarından yaptığım alıntıları da paylaşıyordum. Sonra, Halit Hoca da iyice ısınınca twitter'ı kullanmaya, hesabı kendisine devrettim. O günden sonra twitleri kendisi attı, paylaşımları kendisi yaptı, ben bir daha karışmadım.

Bugün Zaman gazetesindeki röportajını görünce şok oldum. "Sosyal medyada hayli aktifsiniz?" sorusuna şöyle cevap veriyordu Halit Hoca: "Gördüklerinizin hiçbiri ben değilim. Şu an adıma açılmış birçok Twitter ve Facebook hesabı var. Bir tanesi çok aktif, epey takipçisi var. Ve üslubu bana o kadar çok benziyor ki, sanki beni çok iyi tanıyan biri gibi. Çok rica ettim bırakması için ama bırakmıyor. Bazılarını mahkeme kararıyla kapattırabildik."

Öncelikle, röportajlarda bazen böyle şeyler olduğu için, bir yazım yanlışı veya yanlış anlama olabileceğini düşündüm bunun. Sonra mezkur twitter hesabında şöyle bir twit gördüm: "Muhterem kardeşlerim. Bir okuyucumun yönettigi bu hesap artık bana devrolmuştur." Bugün atılmış. Hatta bazı takipçileri tekrar tekrar soruyorlar, o da yine böyle cevap veriyor. "Bir okurum takip ediyordu. Röportajdan sonra bana devretti!" Şaşırdım! Bu sefer, "Acaba bu hesap başkasının mı?" diye iyice geçmişine baktım. Benim attığım twitlerin durduğunu gördüm. Yani hesap o hesap, bir karışıklık yok ve ben Halit Hoca'ya devrettim! Peki neden Halit Hoca böyle birşey söylüyordu?

Ne hikmeti var bunun bilmiyorum. Fakat yanlış. Doğrusu bunu söylemekle beni de töhmet altında bıraktı. Bilenler arayıp sormaya başladı: "Sen o hesabı onun için kurmadın mı? Devretmedin mi?" Zira o hesabı açtığımı, adına twit attığımı o günlerde benimle beraber çalışmış, bugün de hâlâ Nesil çatısı altında çalışan/çalışmayan pekçok arkadaşım bilir. Hatta bunun şakasını bile yapardık aramızda. Şimdi sanki ben o hesabı gizlice kurmuş, ondan habersiz işletmiş ve sonra da ona devretmemişim gibi birşey oldu. Halbuki o dönem benimle çalışan herkes şahittir ki, devrettim ve bunu herkese de haber verdim. Zaten yazılan twitlerin tashih ve imlasından anlaşılır. Halit Hocayla kullanımlarımız birbirine benzemiyor. Şimdi, hangi niyetle söylemiş olursa olsun, Halit Hoca'nın bu ithamı/çamuru sosyalmedyadan işin aslını beyan ederek temizlemesini bekliyorum. Ve bunu beklemek hakkım. Çünkü kendisi tek gücü samimiyeti/güvenilirliği olan bir meslekte bulunuyor. Ben de aynı meslekteyim. Üstelik o, yazdığı metinlerin de 'yaşanmış hikayeler' olduğunu söylüyor. Yalan bu mesleğin de, iddianın da altına yakışacak birşey değildir.





15 Nisan 2014 Salı

Çaktırmadan mütekebbir

"(...) ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
5. Şua'dan...

Tabii ben kim, Ali Ünal’a cevap yazmak kim? Yaşını başını almış bir abi’dir o. Bense, kendimden küçüklere bile abi deme huyunu bırakamamış bir kardeşim, çok şükür.

Hani rahatsız da değilim. Çok da güzel birşeydir kardeşlik. Üst perdeden konuşmamayı, alçakgönüllü olmayı sağlar. Üstelik; seni uyaran büyük olsun-küçük olsun, eğer her şekilde kardeşleri olarak bakıyorsan onlara; nasihatlerinden, uyarılarından ders alırsın. Yok, abileriyim diye kasılıyorsan, o nasihat de küçük kardeş nasihati olarak tesirsiz kalır. Dünya tersini söylese; abi sen olduğun için; ters yola giren Temel misali, karşıdan gelen arabaları ters yolda olmakla suçlarsın. Tevazunun meyvesi tevbe, kibrin meyvesi pişkinliktir çünkü. Körlüktür, ama şehvetli bir körlüktür. Bile isteye körlüktür. Mecbur kalınanı değildir.

Bazen de olur, bireyde kibir alameti görülmez de nevde görülür. Bakarsınız, adam birebirde çok mütevazı; hoşgörüyle konuşuyor. Sevgiden, şefkatten, eşitlikten bahsediyor. Ama ne zaman nevinin asabiyetine, enaniyetine temas eden birşey söyleseniz, sırtlan kesilir. Kibrin en yüksek zirvelerinden posta koymaya başlar. Putuna sövülmüş müşrik gibi sertleşir. Anlarsınız ki; o kibrini öldürmemiş, yalnız suretini değiştirmiş. Başka başka isimler altında hâlâ ‘seçilmişliğini’ arıyor. Hatasız görüyor kendini (kendi nevini) ve itirafa, tevbe etmeye meyli yok. Bir şekilde üstün. Çaktırmadan mütekebbir. Bireysel bazda değilse de başka zeminlerde. Yakalamanız yetiyor zayıf yerini. Bir anda içindeki dışına çıkıyor.

Böylelerini yakalayacağınız yer: Tevbesizliktir. Şeytan da böyle bir yerden yakalanmıştı. (Nasr sûresi ders verir ki: Mümin, zafer zamanı bile tevbe eder. Kaybetse de tevbe etmeyenden korkmalı.) Belki şimdi de Hz. Âdem karşısında yaşadıklarını tevil ediyor. “Aslında kaybeden Âdem ve melekler oldu” diyor kendince. Ve ekliyor belki: “Aslında kazanan benim. Gör bak, onlardan ne kadarını cehenneme kendimle beraber çekeceğim.” Kibirli adamda zeka pek fena! Her türlü cerbezeyi yapıyor beyninde. Yeter ki, küçüklük alameti olan hata tozu üzerine düşmesin. Aman aman! Kimse onu böyle görmesin!

Ali Ünal abinin yazısına geleyim ben, üsttekiler biraz sadet harici oldu. Ali Ünal abimiz, harika bir şekilde 30 Mart seçimlerinin ve öncesinde yaşananların Gülen Hareketi için aslında bir kazanç olduğunu söylemiş. Maşaallah! Ne iyimser bir bakış. Yazının tamamını okudunuz mu bilmiyorum. Ben, ne yazık ki, okudum. Cidden Gülen Hareketi kazanmış gibi duruyor. Özellikle de sol kesimin kalbini kazanmaktan bahsettiği kısım Ali Ünal’ın, “Vay arkadaş!” deyip şaşkınlığınızı attıktan sonra, çok mantıklı(!) geliyor insana. (Koç'un gönlüne girmeyi de başarmadılar mı hem? Neden olmasın?) Yazının sonuna doğru ‘dünya tepsi şeklinde’ dense inanacak kıvama geliyorsunuz zaten. Bakınız, tırnaklayayım:

“Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi.”

Tabii Ali Ünal abinin zihni böyle çalıştığı sürece kaybetmesi mümkün değil. Yine Temel örneklendirmesi yapacağım, ama ne yapayım, yeri geliyor: Ali Ünal abi de tıpkı Temel gibi, ancak doping yaptığı anlaşılmasın diye, gönlü isterse, yarışta sonuncu gelir, yoksa mümkün değil yani. Hep kazanır. Öyle duruyor bu söylem. Fakat hani abimize Risale öğretmek gibi olmasın, haddim değil, kendisi benden daha çok okumuştur; Bediüzzaman’ın, 29. Mektup’ta bir Ayasofya Camii misali var.

Son Şahitler’de okuduğum bir hatıradan hatırımda kaldığı kadarıyla bunu ilk defa Mustafa Kemal’e anlatıyor Üstad, yani bu örneği ilk kez ona karşı kullanıyor. Batılılaşma temayülünün yanlış bir noktadan hareket ettiğini anlatmak için yapıyor bunu. Fakat ilginçtir, meseleyi hubb-u cah’a (makam sevgisine) bağlıyor orada. Makam sevgisi, kibirle ne kadar alakalıdır siz tartın orayı. Hatta maddi makamları düşünmeyin yalnız, seçilmişlik algısı üzerinden manevi makamları da hesaba katın. Kibrin bin türlü şekli var. Neyse, diyor ki orada Bediüzzaman:

“Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”

Sonra bu misali hakikate bağlayarak şöyle aktarıyor yanlış yerden teveccüh arayanın kem halini Üstad:

“İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan ‘Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et’ duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. ‘Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar...’ sırrına göre, ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.”

Son kısma dikkatinizi isterim. Ne tevafuk, Erdoğan da mitingleri boyunca Paralel Yapı’nın faaliyetlerine karşı ‘halkın ferasetine’ çok vurgu yaptı. Ve hakikaten dediği çıktı. “(...) ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.” Etti, gördük. Neyse... Kaldığımız yerden devam edelim:

"İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ‘O gün dostlar birbirine düşman kesilir, ancak takvâ sahipleri müstesna...’ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.”

Şimdi ben, hani ne alaka diyebilir kendisi ama, Ali Ünal abiye sormak istiyorum: Siz, şimdiye kadar size yapılan her hücuma sizinle birlikte göğüs germiş, ehl-i iman, ehl-i kıble, ehl-i secde, ehl-i Kur’an ve hatta ehl-i Risale kardeşlerinizin nazarında bile kötü bir duruma indiniz. Hepsinin gönlünü kırdınız, incittiniz, hatta korkuttunuz. Belki, hani sanmam ya, yazıda altını çizdiğiniz gibi, bazılarının nazarında da muvakkat ve menhus bir mevki kazandınız. İkisi de oldu diyelim. Hakikaten galip mi gelmiş oldunuz? Eğer öyleyse gerçekten, pes edeceğim, çünkü bu kafayı mağlup etmek zor. Allah’tan yardım dilerim ancak: İdrak dilerim, iz’an dilerim. Bununla sevinmenize de ancak hayret ederim. Metnin finali ne de yakışacak buraya:

“Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.”

Bu zamankiler de aynen öyle Üstadım. Bu zamankiler de öyle...



Not: CNN Türk'te Enver Aysever'in konuğu olan Ali Bulaç da, yukarıda alıntıladığım Ali Ünal'ın cümlelerinin neredeyse tıpatıp aynısını, orada söyledi. Bu abilerin replik ezberleri, ne kadar hür düşündüklerini de bize haber veriyor. Fetvacılık böyle bir meslek olsa gerek...

22 Şubat 2012 Çarşamba

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...