devrimci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devrimci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2016 Perşembe

Peygamber 'devrimci' olmaz

Mürşidim, "Risalet-i Ahmediye'ye dairdir" diye başlayan 19. Söz'ünde, "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var" tesbitini yineledikten sonra der ki: "Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır." Efendimizin 'hatemü'l-enbiya/nebilerin sonuncusu' olduğu Ahzap sûresinin 40. ayetinde haber verilen bir hakikattir: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir."

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın erkek çocuklarının hiçbirisinin uzun yaşamayacağını haber vermesi ve bu yönüyle hem kadere hem ihbar-ı gayba bir delil oluşturması bir tarafa, aynı zamanda bu ayet, bir hassasiyete de davet etmektedir bizi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamı bir 'ada' gibi değil 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi' gibi görme hassasiyeti...

Bir mü'min için insanlık tarihi aynı zamanda peygamberler tarihidir. Peygamberler tarihi aynı zamanda İslam tarihidir. Allah Resulü ne nübüvvetinde ve ne de o nübüvvetle gelen davasında yalnızdır. Nihayet-i nübüvvet olduğu doğrudur ama bidayet-i nübüvvet olduğu doğru değildir. Hakikatiyle başlayan ve nübüvvetiyle biten bir nebevî zincirin en son en en muhteşem halkasıdır. 'Alîm-u külli şey/herşeyi hakkıyla bilen' Allah'ın haber verdiği bir hakikattir bu. Ondan sonra peygamberlik iddia eden Allah'ı 'yaratışı' ve 'kelamı' içinde çelişkiye düşmüş bir varlık olarak tasavvur ve dolayısıyla eksiklikle/kusurla itham etmiş olacağından nazarımızda mürteddir.

Peki, Kur'an içerisinde bu ve benzeri daha birçok ayetle tekrar be tekrar dikkatimize sunulan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'nebilerden bir nebi' oluşu neden ehemmiyetlidir? Neden ona 'ada gibi' değil de 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi gibi' iman edilir? Bence bu imanın 'Resul telakkimize' ve 'Allah marifetimize' katacaklarını anlamak açısından Bediüzzaman'ın 19. Söz'ün devamında yaptığı 'hatemü'l-enbiya' tarifi önemlidir:

"Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Demek öncesi ve de sonrası aynı zamanda onun hakikatinin de delilidir. Öncesindeki ve sonrasındaki zirveler en yüksek zirvenin kemaline nakise getirmezler. Bilakis, haşmetine haşmet katarlar. Yayıldıkları her yerde o dağı görünür ve iman edilir kılarlar. Himalayalar'ın hangi parçasına rastlasanız size Himalayalar'ı anlatırlar. Enbiya bu ağacın evvel zamana yayılmış kökleri olduğu gibi, evliya da bu ağacın ahir zamana yayılmış meyveleridir.

Ağacın neresine uyansanız ağacın farkındalığına uyanmış sayılırsınız. Everest'e çıkmak isteyen Himalayalar'a tırmanmak zorundadır. Nübüvvete ve Allah'ın onlar vesilesiyle insanlıkla kuracağı vahyî ilgiye iman etmeyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama da iman edemez. Allah'ın 'yaratmakla' kurduğu ilgiyi 'konuşulabilir yarattıklarıyla konuşmakla' da sürdüreceğini kavramayan 'Kadir-i külli şey/herşeye gücü yeten' Allah'a sınır koymuş olur.

Bu yukarıda dikkatinizi çektiğim türden bir çelişkiye işaret eder: Allah 'konuşulabilir' yarattıklarıyla konuşmuyorsa, bu ya 'konuşulabilirliği yarattığı halde konuşamadığı' veya 'konuşmayı gereksiz bulduğu halde konuşulabilirliği yarattığı' anlamına gelir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan Subhan'a sığınırız.

Bu konuya doğrudan veya dolaylı dokunan başka ayetler de olduğunu söylemiştim. Kur'an'da geçen peygamber kıssaları dışında en dikkat çekici olan şudur: "Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." Kısa bir anlamını alıntıladığımız Bakara sûresinin 4. ayeti, nazarımızı, bir önceki ayetin izahında vurguladığımız gibi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama inanmakla 'ondan önceki' ve 'ondan sonraki' bazı şeylere inanmak arasında bağa çevirir. Bu kısa mealden anladığımız kadarıyla diyebiliriz ki:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yalnız başına iman edilmez. Ona inanmanın bütün zamanlara yayılmış sonuçları vardır. Tahrif edilmeleri veya zaman içinde unutulmaları bir tarafa, Allah'ın kullarıyla nübüvvet üzerinden kurduğu vahyî ilgi insanlığın başından beri vardır. Geleceğinde de ahiret düzeyinde bu ilgi varolacaktır. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Hatemü'l-Enbiya'nın inanmaya çağırdığı Allah böyle nihayetsiz kemalde bir Allah'tır. Ümmeti olarak iman ettiğimiz Allah, insan gibi 'karar değiştiren' veya gün gelip 'ilgisi sönen' kusurlarla/tenakuzlarla dolu bir Allah değildir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan da Subhan'a sığınırız.

Peki, bu 'yalnız başına olmayış' Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetine tüm zamanlara yayılmış bir delil oluşturmasından başka ne sağlar? Öncelikle 'geçmişe ve insana hürmeti' sağlar. Hz. İsa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Yusuf aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Musa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez.

İman esaslarının her birisinin verdiği birçok ders vardır. Kalpte yaptığı birçok ayar vardır. Hayata kattığı birçok denge vardır. Peygamberlere imanın verdiği derslerden birisi de şudur: Biz o iman sayesinde öncemize ve bir yönüyle asl-ı insana hürmetimizi diri tutarız. Geçmiş bizim için sövülesi bir karanlık olmaktan çıkar peygamberlere iman ile. Yani peygamberlere iman mü'minin maziyi ve o mazide yaşayan insanlara bakışını yeniden kurgular. Reddiyesine sınır, öfkesine had koyar.

Biraz da bu nedenle Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında 'devrimci' yakıştırması yapılmasından rahatsız olurum ben. Evet, o putları devirmiştir, ama nübüvveti 'devirmek' üzerine değil 'yenilemek/tecdid' üzerine kurgulanmıştır. Sonradan ortaya çıkan öncekileri devirse/reddetse devrimci yakıştırması anlaşılır olur. Ama varlık ve insanlık varolduğundan beri hep varolan İslam neden/neye devrimci olsun ki? Aslolan devrimci olamaz tecdidci olur. Devrimcilik bir yanıyla geçmişe ve asl-ı insana hürmeti de hayatın dışına atıyor. Dünyada 'devrimciliği' ile tanıdığımız ne kadar ekol varsa geçmişe ve orada yaşayanlara düşman. Allah Resulü ne geçmişe ne de geçmişte yaşayan herkese düşmandı. İslam'ın ehl-i fetret anlayışı bile onun 'devrimci' bir din olmadığının göstergesidir.

Kendilerine Kur'an müslümanı diyen ama aslında Kur'an müfritleri olarak anılmaya layık olan zümrede de böyle bir temayül var. Onları sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin başta olmak üzere, İslamî mirasın nurlu taşıyıcıları olan ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine/velilerine hürmete çağırdığınızda sizi müşrikler için inmiş ayetlerle ve devrimci bir öfkeyle karşılıyorlar. Mesela, Bakara sûresi 170'in kısa anlamıyla: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"

Burada, ayetin müşriklerle ilgili bağlamını görmezden gelip Kur'an'a hevalarına göre takla attırmaları bir tarafa, İslam'ın 'atalarla gelen herşeye düşman' yani 'tam bir devrimci' gibi anlamak ve anlatmak da Kur'an'a atılmış bir iftiradır. Çünkü bunun aksini söyleyen veya işaret eden bir dolu ayet-i kerime bulunmaktadır. Mesela Âl-i İmran sûresi 195 mealen der ki: "De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."

Kur'an müfritlerinin çelişki dolu pencerelerinden bakarsak; Allah, bizi, hem bazı atalarımıza uymaya hem de büsbütün atalarımıza karşı çıkmaya mı çağırmaktır? Kur'an müfritlerinin anlayışına göre biraz öyle. Birbirine zıt iki şeye birden iman etmen lazım: Hem atalarla gelen herşeyin yanlışlığına hem de o atalardan bazılarının peygamberliğine... Hem Allah Resulü'nün aleyhissalatuvesselamın dinini inşa ettiğine hem de hiçkimsenin onun tebliğini doğru anlamadığına... Kur'an müfritlerinin Allah tasavvuruna göre Allah'ın çelişkiye düşmesi kaçınılmaz.

Gelin, biz onlar gibi yapmayalım da, ehl-i sünnet ve'l-cemaat üzere istikametle amel edelim: İslam'ın, devrimci bir göz ve dille 'geleneği olan herşeye' veya 'kendi tarihine' düşman gibi lanse edilmesine karşı çıkalım. Mürşidimin dikkat çektiği gibi, geçmişteki/gelecekteki şahitlerinin bu ağacın kökü ve meyveleri olduğunu bilelim. Meyvesi ehl-i sünnet ve'l-cemaat olup her asrı ışıklandırmış bir ağacın gövdesi çürük olamaz. Eğer meyveleri Kur'an müfritlerinin iddiasında olduğu gibi çürük ise gövdesi sağlıklı olamaz. Biri diğerini gerektirir çünkü. Kökle ilgili iddiaların da durumu böyledir. Kökleri yalancı ise o kökün üzerinde yükselmiş gövde de yalancıdır. Gövde sağlıklı ise demek o kökler de sağlamdır.

Bu Kur'an müfriti salaklar bilmiyorlar ki; ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisi âlim ve evliyaları hakkındaki her töhmetlerinin ucu gider sahabeye dayanır. Sahabe hakkındaki töhmetlerin (tıpkı Ebubekir Sifil Hoca'nın bir sohbetinde dikkat çektiği gibi) gidip dayanacağı yer de o kimsenin 'peygamber tasavvuru'dur. Zira köküyle uğraşmak ağaçla uğraşmak olduğu gibi, meyvesiyle uğraşmak da ağaçla uğraşmaktır. Biz o müfritlerin sözlerinden ve iddialarından da Subhan olan Allah'a sığınırız.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...