devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2021 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

7 Temmuz 2016 Perşembe

Peygamber 'devrimci' olmaz

Mürşidim, "Risalet-i Ahmediye'ye dairdir" diye başlayan 19. Söz'ünde, "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var" tesbitini yineledikten sonra der ki: "Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır." Efendimizin 'hatemü'l-enbiya/nebilerin sonuncusu' olduğu Ahzap sûresinin 40. ayetinde haber verilen bir hakikattir: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir."

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın erkek çocuklarının hiçbirisinin uzun yaşamayacağını haber vermesi ve bu yönüyle hem kadere hem ihbar-ı gayba bir delil oluşturması bir tarafa, aynı zamanda bu ayet, bir hassasiyete de davet etmektedir bizi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamı bir 'ada' gibi değil 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi' gibi görme hassasiyeti...

Bir mü'min için insanlık tarihi aynı zamanda peygamberler tarihidir. Peygamberler tarihi aynı zamanda İslam tarihidir. Allah Resulü ne nübüvvetinde ve ne de o nübüvvetle gelen davasında yalnızdır. Nihayet-i nübüvvet olduğu doğrudur ama bidayet-i nübüvvet olduğu doğru değildir. Hakikatiyle başlayan ve nübüvvetiyle biten bir nebevî zincirin en son en en muhteşem halkasıdır. 'Alîm-u külli şey/herşeyi hakkıyla bilen' Allah'ın haber verdiği bir hakikattir bu. Ondan sonra peygamberlik iddia eden Allah'ı 'yaratışı' ve 'kelamı' içinde çelişkiye düşmüş bir varlık olarak tasavvur ve dolayısıyla eksiklikle/kusurla itham etmiş olacağından nazarımızda mürteddir.

Peki, Kur'an içerisinde bu ve benzeri daha birçok ayetle tekrar be tekrar dikkatimize sunulan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'nebilerden bir nebi' oluşu neden ehemmiyetlidir? Neden ona 'ada gibi' değil de 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi gibi' iman edilir? Bence bu imanın 'Resul telakkimize' ve 'Allah marifetimize' katacaklarını anlamak açısından Bediüzzaman'ın 19. Söz'ün devamında yaptığı 'hatemü'l-enbiya' tarifi önemlidir:

"Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Demek öncesi ve de sonrası aynı zamanda onun hakikatinin de delilidir. Öncesindeki ve sonrasındaki zirveler en yüksek zirvenin kemaline nakise getirmezler. Bilakis, haşmetine haşmet katarlar. Yayıldıkları her yerde o dağı görünür ve iman edilir kılarlar. Himalayalar'ın hangi parçasına rastlasanız size Himalayalar'ı anlatırlar. Enbiya bu ağacın evvel zamana yayılmış kökleri olduğu gibi, evliya da bu ağacın ahir zamana yayılmış meyveleridir.

Ağacın neresine uyansanız ağacın farkındalığına uyanmış sayılırsınız. Everest'e çıkmak isteyen Himalayalar'a tırmanmak zorundadır. Nübüvvete ve Allah'ın onlar vesilesiyle insanlıkla kuracağı vahyî ilgiye iman etmeyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama da iman edemez. Allah'ın 'yaratmakla' kurduğu ilgiyi 'konuşulabilir yarattıklarıyla konuşmakla' da sürdüreceğini kavramayan 'Kadir-i külli şey/herşeye gücü yeten' Allah'a sınır koymuş olur.

Bu yukarıda dikkatinizi çektiğim türden bir çelişkiye işaret eder: Allah 'konuşulabilir' yarattıklarıyla konuşmuyorsa, bu ya 'konuşulabilirliği yarattığı halde konuşamadığı' veya 'konuşmayı gereksiz bulduğu halde konuşulabilirliği yarattığı' anlamına gelir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan Subhan'a sığınırız.

Bu konuya doğrudan veya dolaylı dokunan başka ayetler de olduğunu söylemiştim. Kur'an'da geçen peygamber kıssaları dışında en dikkat çekici olan şudur: "Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." Kısa bir anlamını alıntıladığımız Bakara sûresinin 4. ayeti, nazarımızı, bir önceki ayetin izahında vurguladığımız gibi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama inanmakla 'ondan önceki' ve 'ondan sonraki' bazı şeylere inanmak arasında bağa çevirir. Bu kısa mealden anladığımız kadarıyla diyebiliriz ki:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yalnız başına iman edilmez. Ona inanmanın bütün zamanlara yayılmış sonuçları vardır. Tahrif edilmeleri veya zaman içinde unutulmaları bir tarafa, Allah'ın kullarıyla nübüvvet üzerinden kurduğu vahyî ilgi insanlığın başından beri vardır. Geleceğinde de ahiret düzeyinde bu ilgi varolacaktır. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Hatemü'l-Enbiya'nın inanmaya çağırdığı Allah böyle nihayetsiz kemalde bir Allah'tır. Ümmeti olarak iman ettiğimiz Allah, insan gibi 'karar değiştiren' veya gün gelip 'ilgisi sönen' kusurlarla/tenakuzlarla dolu bir Allah değildir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan da Subhan'a sığınırız.

Peki, bu 'yalnız başına olmayış' Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetine tüm zamanlara yayılmış bir delil oluşturmasından başka ne sağlar? Öncelikle 'geçmişe ve insana hürmeti' sağlar. Hz. İsa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Yusuf aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Musa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez.

İman esaslarının her birisinin verdiği birçok ders vardır. Kalpte yaptığı birçok ayar vardır. Hayata kattığı birçok denge vardır. Peygamberlere imanın verdiği derslerden birisi de şudur: Biz o iman sayesinde öncemize ve bir yönüyle asl-ı insana hürmetimizi diri tutarız. Geçmiş bizim için sövülesi bir karanlık olmaktan çıkar peygamberlere iman ile. Yani peygamberlere iman mü'minin maziyi ve o mazide yaşayan insanlara bakışını yeniden kurgular. Reddiyesine sınır, öfkesine had koyar.

Biraz da bu nedenle Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında 'devrimci' yakıştırması yapılmasından rahatsız olurum ben. Evet, o putları devirmiştir, ama nübüvveti 'devirmek' üzerine değil 'yenilemek/tecdid' üzerine kurgulanmıştır. Sonradan ortaya çıkan öncekileri devirse/reddetse devrimci yakıştırması anlaşılır olur. Ama varlık ve insanlık varolduğundan beri hep varolan İslam neden/neye devrimci olsun ki? Aslolan devrimci olamaz tecdidci olur. Devrimcilik bir yanıyla geçmişe ve asl-ı insana hürmeti de hayatın dışına atıyor. Dünyada 'devrimciliği' ile tanıdığımız ne kadar ekol varsa geçmişe ve orada yaşayanlara düşman. Allah Resulü ne geçmişe ne de geçmişte yaşayan herkese düşmandı. İslam'ın ehl-i fetret anlayışı bile onun 'devrimci' bir din olmadığının göstergesidir.

Kendilerine Kur'an müslümanı diyen ama aslında Kur'an müfritleri olarak anılmaya layık olan zümrede de böyle bir temayül var. Onları sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin başta olmak üzere, İslamî mirasın nurlu taşıyıcıları olan ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine/velilerine hürmete çağırdığınızda sizi müşrikler için inmiş ayetlerle ve devrimci bir öfkeyle karşılıyorlar. Mesela, Bakara sûresi 170'in kısa anlamıyla: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"

Burada, ayetin müşriklerle ilgili bağlamını görmezden gelip Kur'an'a hevalarına göre takla attırmaları bir tarafa, İslam'ın 'atalarla gelen herşeye düşman' yani 'tam bir devrimci' gibi anlamak ve anlatmak da Kur'an'a atılmış bir iftiradır. Çünkü bunun aksini söyleyen veya işaret eden bir dolu ayet-i kerime bulunmaktadır. Mesela Âl-i İmran sûresi 195 mealen der ki: "De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."

Kur'an müfritlerinin çelişki dolu pencerelerinden bakarsak; Allah, bizi, hem bazı atalarımıza uymaya hem de büsbütün atalarımıza karşı çıkmaya mı çağırmaktır? Kur'an müfritlerinin anlayışına göre biraz öyle. Birbirine zıt iki şeye birden iman etmen lazım: Hem atalarla gelen herşeyin yanlışlığına hem de o atalardan bazılarının peygamberliğine... Hem Allah Resulü'nün aleyhissalatuvesselamın dinini inşa ettiğine hem de hiçkimsenin onun tebliğini doğru anlamadığına... Kur'an müfritlerinin Allah tasavvuruna göre Allah'ın çelişkiye düşmesi kaçınılmaz.

Gelin, biz onlar gibi yapmayalım da, ehl-i sünnet ve'l-cemaat üzere istikametle amel edelim: İslam'ın, devrimci bir göz ve dille 'geleneği olan herşeye' veya 'kendi tarihine' düşman gibi lanse edilmesine karşı çıkalım. Mürşidimin dikkat çektiği gibi, geçmişteki/gelecekteki şahitlerinin bu ağacın kökü ve meyveleri olduğunu bilelim. Meyvesi ehl-i sünnet ve'l-cemaat olup her asrı ışıklandırmış bir ağacın gövdesi çürük olamaz. Eğer meyveleri Kur'an müfritlerinin iddiasında olduğu gibi çürük ise gövdesi sağlıklı olamaz. Biri diğerini gerektirir çünkü. Kökle ilgili iddiaların da durumu böyledir. Kökleri yalancı ise o kökün üzerinde yükselmiş gövde de yalancıdır. Gövde sağlıklı ise demek o kökler de sağlamdır.

Bu Kur'an müfriti salaklar bilmiyorlar ki; ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisi âlim ve evliyaları hakkındaki her töhmetlerinin ucu gider sahabeye dayanır. Sahabe hakkındaki töhmetlerin (tıpkı Ebubekir Sifil Hoca'nın bir sohbetinde dikkat çektiği gibi) gidip dayanacağı yer de o kimsenin 'peygamber tasavvuru'dur. Zira köküyle uğraşmak ağaçla uğraşmak olduğu gibi, meyvesiyle uğraşmak da ağaçla uğraşmaktır. Biz o müfritlerin sözlerinden ve iddialarından da Subhan olan Allah'a sığınırız.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...