30 Aralık 2015 Çarşamba

Yusuf'un başına kuyu ördüler

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.

Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.

"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.

Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.

Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?

"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.

24 Aralık 2015 Perşembe

Anmak, medet almak mıdır?

Anmak, hatırlamaktır. Zâkir kelime tekrarcısı değil, tekrar tekrar hatırlayandır. Hatıralar, hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan güç alıyoruz. Tıpkı, bir siperi kum torbalarıyla doldurduğumuz gibi, hayalimize yönelik taşlar döşüyoruz hafızamıza da. Güce muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar, aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Birşeye dair sebatınızı veya heyecanınızı yitirdiğiniz zaman, size o heyecanı yeniden hissettirecek hatıranıza koşarsınız. Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.

Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...

Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.

Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.

Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.

17 Aralık 2015 Perşembe

Kadere iman, imanın kemalidir 7: Tesbih tevhidin, tevhid tesbihin istikametidir

"Zünnun'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!' diye niyaz etti." (Enbiya sûresi, 87)

Bugünlerde şunu farkettim: Kadere iman ile tevhide iman arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih/tesbih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Birbirlerine bir 'istikamette kalma sınırı/hududu' koyuyorlar. Bir münacat-ı Yunus (a.s.) sırrı bu. Mürşidim, bu denge ilişkisine dikkatimizi şöyle çekiyor:
"Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona 'Mes'ul ve mükellefsin' der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: 'Haddini bil, yapan sen değilsin.'"

Bu bahiste, benim kanaatim o ki: 'Haddini bilmek' insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. (Yani tevhid bize haddimizi bildirir.) 'Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak' da kaderle ilişkisine bakar. (Kendimizi sorumluluktan kurtulacak kadar önemsiz/değersiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır, kusurları da Allah'a bırakma tavrıdır.) Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyi Allah'a vermeye zorlar. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Fakat bu verişi yaparken insan nerede duracaktır? Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah'a verirse bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da onulmaz yaralar alacaktır.

Bu noktada, tevhide iman ile başlayan imanın kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile'nin sapıttığı 'şerrin hilkati' meselesi, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: (...) Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."

Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah'a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzih, takdis ve tesbihtir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah'a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah'a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (küçüğünün küçüğü, gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ne olduğunu anlayamaz, ancak farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize 'tevhid tefekkürünün istikametini' öğretir.

"Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır."

Münezzeh, mukaddes gibi tabirleri kullanmamız; eşya üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Tesbih, tevhide olan imanımıza istikamet katar. İşte tesbihin insandaki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere 'bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine' iman etmemize bağlıdır. Bizdeki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah'a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, 'hilkate kader şeklinde bir iman'dır.

Kader, yaratılışa (ama bidayette bir yaratılış değil, her an devam eden yaratılışa) nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: 'Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.' Halk/yaratış Allah'ın, kesb/kazanma senin.

Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki, bu da tesadüf değil. Tevhid 'halk/yaratılış' dairesine bakar, kader 'kesb/kazanma' dairesine bakar. Allah'a Allah gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Allah bizi ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden ayırmasın.

4 Aralık 2015 Cuma

Allah'a namaz kadar inanmak...

Kendiliğinde boğulurken âdem, Allah'a farkındalığı imdadına yetişir. Hudabin olanın neşesi, Hodbin olanın karamsarlığı bununla ilgilidir. Hodbin yalnızdır. Ne yaparsa yapsın yalnızdır. Çünkü kendi kendinedir. 'Hiç kimseyi sevmez ve hiç kimse de onu sevmez' manasında söylemiyorum. Fakat hayatının tüm detaylarını saracak bir dostluk kuramaz. Öyle bir 'dostlaştırma' yoktur çünkü dünyasında. Bir Allah tanımından yoksundur. 'Sen'ler arasında dolaşır, ama bu 'sen'lerden hiçbirisi Hudabin'inki gibi bir 'o' değildir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." Zaman olur, insan en yakın arkadaşlarının yanında bile kendisini yalnız hisseder. 'O' olmayınca 'sen'ler yetmez olur.

Yalnızlık özünde nedir? Bence Kayyum ismine duyulan açlıktır. Yaratılmışlığın yoksunluğudur. Doğuştan gelen eksikliğimizdir. Düşerken arandığımız tutacak yerdir. Arızilik sancısıdır. Ne çok rengi var yalnızlığın! Yalnızlık, bazen farkedilmemektir/önemsenmemektir. Bazen paylaşamamaktır en mutlu anlarını bile, hiçkimseyle. Bazen de 'bilinmeden kalmak'tır. Yani halinize kimsenin şahit olmamasıdır. Bencillik ilk bu bedeli ödetiyor. Dünyayı, kısavadeli menfaatlere/nefse göre şekillendirirken yüklendiğimiz demirden küfe bu: Bir daha 'bir başkası için' veya 'bir başkasına göre' hayatımızda olmayacak. Kendimizi aşkın şeyler yapamayacağız. Hedeflerimizin boyu kısaldı. Ben'in keyfini tek mikyas yaparak pekçok kıyas imkanını yitirdik.

Artık siz biliniz, kendinizi ne kadar bilebilirseniz. Kimsenin farketmediği nakışlarınız var. Fener tutulmamış dehlizleriniz mevcut. Bin kapılı saraysınız, ama bir kapınız ya açıldı ya açılmadı. Yapabileceklerinizin yüzde birini bile yapmaya yetmiyor ömür ve geçmiyor fırsatları ele. Siz bir tek size kalırsanız, yazık olmaz mı size? İnsan-insana çözülmez bu düğüm. İnsan, insana yetmiyor. İnsan, insanın yalnızlığını yoketmiyor. Bir de bakıyorsunuz; en yakınlarınız içinde, nazlı dilinizde bir sitem: "Kimse beni anlamıyor." Yalnız ergenlikte mi bu tafra? Hayır, hangi yaşta olsanız, öyle. Demek; insan, insanın yalnızlığını almaya yetmez.

"Namaz müminin miracıdır." Mirac, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Taif sonrası yalnızlığını almıştır. Hüzün yılının gamını silmiştir. Demek ki bir mirac hepimizin ihtiyacı. Yalnız olmadığımızı daha şiddetli bir şekilde hissetmeye hepimizin ihtiyacı var bazı zamanlar. Namaz da, işte, bir çeşit mirac yaşatır bizlere. Allah'ın varlığını namaz derecesinde kabul eden ve gönlündeki Allah tasavvurunu ondaki hareket ve anışlarla diri tutan (Huda'ya 'bin' olan) insanın elbette kainata bakışı da farklı olur. Bir 'o' bağlantısı takılır gafil olmadığı her anına. "İman bir intisabdır..." der Bediüzzaman. O intisabla insan, mahlukatla yaşadığı ben-sen yalnızlığından kurtulur. Onun varlığı her yalnızlığı giderir.

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. (...) Vicdanı azap içinde kalır. Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. (...) Allah'a şükreder."

Mürşidimin 'ibadet ediş' ve 'mahlukatın ibadetini farkediş' arasında kurduğu ilgi, namazda daha zahir bir şekilde gözümüze çarpıyor. Ne de olsa, insan, dünyasında olan şeyi görür dünyada. Sende karşılığı olan şeydir dışarıdan payın. Körün görmekten, sağırın sesten, delinin akıldan alacağı yoktur. Dışımız içimizden geçerken üzerine bulaşan bir boyadır anlam. Şekerin tadını kendisinden sanırsan yanılırsın. Babası yeni ölmüş bir çocuk için elma şekeri bile acıdır. Dünyanda, kendisine beş vakit namaz kılınacak gibi bir Rahman hiç varolmamışsa, dışarıya baktığında onun rahmet izlerini nasıl göreceksin?

Allah'a, müslümana yakışır bir şekilde iman ettin mi? O zaman secde et de görelim. Teorini, pratikle sına. Çünkü Allah, hakikaten secde edilecek bir Allah'tır. Hem tesbih de etmelisin. Hem yalnız ona hamdetmelisin. Hem tarif edilmez büyüklüğünü dile getirmelisin. Yapmalısın ki, görelim, imanında samimi misin? Allah'ı önünde eğilmeye, hatta günde beş vakit eğilmeye değer buluyor musun?

Hayata, evvelemirde dört şekilde karışıyor imanın: Tehlil, tesbih, tahmid ve tekbir... Namaz, bu açıdan, müminin imanında samimi olup olmadığının sınanmasıdır. Nöbet yerindeki butona, belirli aralıklarla "Ben hâlâ buradayım!" sinyali için basmandır. Namazın içeriği, Allah tasavvurumuzu sağlıklı ve diri tutar. Hadis-i şeriflerde namazsızlık ve küfür arasında dikkat çekilen yakınlık, namaz kılmayan insanın Allah tasavvurunu içselleştirmede yaşayacağı sıkıntıya işarettir.

Her namaz kılan böyle midir? Elbette, Kur'an'ın da buyurduğu gibi, kıldığı namazdan gafil olanlar var. Fakat, içeriğine yeterince vakıf olalım veya olmayalım, halis bir niyetle kılınan namaz dünyaya bakışınızı değiştirir. Burnundan kıl aldırmayan mütekebbir bile, günde beş vakit, her vakitte kaç rekat, her rekatta iki kere alnını yere koyunca; o akıl başa haşyeti miktarınca ister istemez gelir. El yumruğunu yemeyenin kendi yumruğunu balyoz sanması gibi, namaz kılmayanın alnı da kendisini eğilmez sanır. 'Huda' diye birşeye iman etmiş ve onun önünde eğilmeyi hayatının değişmezi kılmış bir insanın elbette hayata bakışı farklı olur. Hatta kainatı ve kelam-ı ilahiyi yorumlayışı da. Namaz kılan, kılmayandan kesinlikle farklıdır. Dünyasında 'secde edilecek bir Allah'ın varlığını' her gün beslediği için farklıdır.

Namazda problemi olanın ilmi/kuvveti/makamı başına bela olur kanaatine sahibim. Bediüzzaman da dört hatve diye tarif ettiği yolunda aczi, fakrı ve şefkati, tefekkürden öncelemiyor mu? O halde namazsızın yaptığı tefekküre ne kadar güvenebiliriz? (Modern bilim/felsefe neden bize güvenilmez geliyor?) O, itirafından beş vakit kaçmaktadır. Elbette bu kaçıştan fakrı ve şefkati de yara almaktadır. İblisin, bir kere secdeden kaçmakla başına neler geldi, biliyoruz. İnsana karşı nasıl merhametsizleşti, görüyoruz. Ondan sonra yaptığı bütün akıl yürütmelerde hata var.

Ben de namazdan kaçanın yorumlarına güvenemiyorum. Hatta ehlullahın, zekavetçe çok ileri olmayanının bile, zikir ve ibadet ile meşguliyetinden doğan arifliğini dehaya tercih ederim. Çünkü o dengesini şaşırmaz. Fakat öteki mizansızdır. İbadetsizliği ölçüsünde Hodbin ve yalnızdır. Kimsenin önünde secde etmemiştir ki, onun ölçülerini/emirlerini nefsinin önüne geçirebilsin. Nefis herşeyi ister, ama herşeyi elde edemez. Bu yüzden varlığa bakışı istediğini alamayanın karamsarlığındadır. Ve karamsar, kaosu bir çukur olarak değil, bir basamak olarak görür. Devrimcinin 'isterse kopsun kıyamet' nihilizmi, anarşinin şiddeti meşrulaştırışı, zulmün mazlumu görmezden gelişi... Hepsi ama hepsi bu yalnızlıktan besleniyor. Yalnızlaştıkça insan saldırganlaşıyor. 'Vahşet' kelimesinin aynı zamanda 'yalnızlık' ve 'ürküntü' anlamlarına da gelmesi tesadüf mü? Şahit olduğumuz her vahşet bize bir yalnızlık hissettirmez mi?

1 Aralık 2015 Salı

Ne mutlu pişmanlığa!

Kitabı neresinden açmalı? Kapanmamış sayfalar var. İlk onlar açılır. Her pişmanlık ayraç gibi. Aralara bırakılmış. Kapanmayı engelliyor. Geçmişi 'unutulmaz' kılıyor. Çılgınca mutlu olduğum zamanları bile onlar kadar hatırlamam. Pişmanlıkları tutuyorum ama. Tutması kolay geliyor. Hafızamın eline yakışıyor. Demek buna yetenekli yaratılmışım. Demek tutmam isteniyor. İnsanım ve pişman olmaya yatkınım. O kadar şiddetle kalıyor ki mazi, ondan pişman olduğum zaman. Sanki hiç gitmemiş gibi. Sermayem o benim. Anları biriktiriyorum pişmanlık kumbarasında. Dünüm ölmüyor pişmanlık sayesinde. Hayvan gibi değilim. Zamanın içinde daha uzun boylu oluyorum/kalıyorum. Daha çok canım yanıyor belki. Ama daha çok da hissediyorum. Hiçbir şiir birtek kişiye/yaraya yazılmaz. Yaralarımı biriktirmeye ihtiyacım var.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. (...) Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. (...) Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir."

Setr-i gaybdan bir derece kurtulduk. Başa gelen şeyleri setredemiyoruz. Geçmişten çıkan teessüfler bitmiyor. Fakat yine de bu pişmanlık dediğin az nimet değildir. Çünkü pişman olmayanın tevbesi olmaz. Keşkesi olmayan da pişman olmaz. Sende olan ama şeytanda olmayan birşey bu. İnsansın çok şükür. Zamandaki izin kurşunkalem. Yanlış cevapların içini ne kadar doldurursan doldur, yüzün Rabb-i Rahim'in silgisine dönükse, silebilirsin. Tevbe kapısı açık.

Kalbi mühürlenenin elinden kurşun kalemi de alınıyor. Yerine tükenmez kalem veriliyor. O, bu şüphesizliği bir kemal sanıyor. Bir 'kendine güven' bence tükenmez kalem. Ama kör, ama sağır, ama hissiz. Ebu Cehil özgüveni. "İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir..." O kadar emin ki artık ettiklerinden, geri dönüp bakmıyor. 'Acaba' diyemiyor. 'Acaba' deme nimeti ellerinden alınmış. "Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." Demek, eylediğinden bu kadar emin olmak da iyi değil. İnsanî bir tereddüt hepimize lazım. Bütünü göremeyen yapboz parçalarının her uydukları yeri konak bilmemeleri bahtlarına fayda verir. Böylece 'tevbe'lerini bütünün sahibine yol kılabilirler. O da onlara yerlerini söyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da buyurmuyor mu: "Kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."

Allah'ın kişi ile kalbi arasına girebildiğini Enfal sûresi söylüyor bize. Bazı yansımalarını aynelyakin görüyorum. Mesela; hava kapalı oluyor, kalbim sanki ondan önce kapanıyor. Allah istediği gibi evirip çeviriyor bendeki arşını. O kadar acizim. Ansızın kulağıma dokunan hüzünlü bir şarkıya bile karşı koyamıyorum. Anlıyorum ki; kalbim yönetim alanım değil, yönetilme/etkilenme alanım. Ve Allah'ın kudreti elbette onu etkilemeye benden daha layık. Bu sefer hâkimi olamadığım bu aynayı da Allah'a bırakıp seyretmeye başlıyorum. O hüzün bende neler yapacak? Bu neşe bakalım beni nasıl değiştirecek? Şu pişmanlık bana neler öğretecek? Kişi ile kalbi arasına Allah giriyorsa, kişi ile kalbi arasında epey bir mesafe var demektir. Yüzümü ondan çevirmemeye çalışırım. Ama onu yönetmeye çalışmam.

Eminim, senin de sık takıldığın taşlar var. Kurtulmak istediğin ince sızılar var. Aşamadığın duvarlar var. Unutamadığın yüzler var. Kulağından gitmeyen sesler var. Sızının anlamsızlığı taştan kurtulman gerektiğini düşündürüyor sana. Fakat bir de böyle düşün: Pişmanlık kadar mevhum Rububiyeti kıran birşey olabilir mi? Keşke acizliktir. Keşkesi olan ilah olur mu? Keşkelerimizden bu nedenle razı olmalıyız. Zira 'hata yaptığımızın' ve dolayısıyla 'kemal sahibi olmadığımızın' en çıplak şahidi onlar oluyor.

Zannının bir hakikati olsaydı, böyle şeyler yapar mıydın? Dikkat et, en çok kibirli insanlardır, hatalarını kabul etmeyenler ve göremeyenler. Pişmanlıklarımız bu yönüyle bizi iddialarımızdan soyunmaya zorluyor. Hatasını kabul eden, gün gelir, Allah'ı da kabul eder. Bir dua-i Yunus (a.s.) sırrıdır bu. Nefsine zulmettiğini kabul eden ancak Allah'ı tenzih eder. Fatiha sûresinde buyrulduğu gibi: "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Keşkelerin sana diyor ki: "Pişman olduğun anın Rabbi sen değilsin. Çünkü sancısına rağmen değiştiremiyorsun. O halde âlemler Rabbi de sen değilsin. Hamddan/övgüden pay düşmez. Kibirlenecek birşeyin yok."

30 Kasım 2015 Pazartesi

Mecnun vampir...

Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramsa bitiyor. Sonra sultan başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Korkuyoruz. Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu. Sultanın hatırını kırma cür'eti. Her yerde bulur bizi. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim. Kaşığımla/kalemimle dibini dövüyorum. Çıkıyor, çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir... Nimetten yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için ayrıca Allah'a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak, her defasında borçlanmak değildir. Halık ismine borcumuz, Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.

Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.

Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.

Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.

Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.

Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.

Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.

Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.

Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.

Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:

"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır."

Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.

"Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdü lillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."

28 Kasım 2015 Cumartesi

Yokun hikayesi olmaz

Ağırlığınız kıl kadar, ancak bazen gözümün üzerine geliyorsunuz. Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Size aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. (Zaten her zayıflık, bir başka açıdan zenginliktir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' zenginliktir.) Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.

Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki, derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden/hiç geçmeyen yalnızlığımdan kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin alan el olduğu. Veren elin yalnız Allah olduğu.

"Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."

Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. (Bunlar tasannu sayılır mı?) Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, hakkındalığın da yok olduğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.

Hikayeci, olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar... Hem öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu.

Bir öykü, yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi?

Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek, kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye dikkat çekmek istiyorum: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, ben'inizi pohpohlamaktır. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı, anlatırken siz de hissedersiniz.

Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken veya abartırken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur, üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki, zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? Aynısı olmadığını düşünüyorum. Çünkü zaafta övücü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.

Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.

Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var, sarılmak istiyor. Sesi var, duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var, dökmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası... Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme, üzüldüğü dizileri/filmleri izlerken sadece birer kurgu olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte de böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf'un günlüğünden...

Daha gençken yazmanın bahşetmek gibi birşey olduğunu sanıyordum. Yukarıdan yapılan birşey. Yazanın okuyandan üstün olduğu bir seçilmişlik alanı. Başarısızlığım, elhamdülillah, kibrimi törpüledi. Hayallerim kırılarak adam oldum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'sevmek beklediği nazarlardan nefret görünce' insan, ister istemez ayılıyor. Zaten ayılmak çoğunlukla 'beklenmeyenle karşılaşmak'tır. Yüzünüze vurduğunuz soğuk su. Umulmaz bir ihanet. Devasız bir hastalık. Hayal kırıklığı... Eşyanın Allah olamayacağını aynelyakîn farkettiğimiz anlar. Dünyanın bize yüz vermediği zamanları sevmeliyiz. Yüz verdiği halde yüzünü ondan çevirebilecek kadar iffetli olanımız pek az çünkü.

O vakitler gücendiğim, fakat şimdi şükrettiğim bu hal nedeniyle bir uyanış yaşadım. Farkettim ki: Kimse beni ve yazdıklarımı sevmese de yazmaktan başka çarem yok. Yazmadığımda bir bataklığın içine çekiliyor gibi oluyorum. Yaşamak için hiçbir neden kalmıyor gibi oluyor. Başka hiçbir fiil beni işe yaradığıma ikna edemiyor. Her işi benden daha iyi yapanlar var. Bir başkasının da kolaylıkla yapabileceği hiçbir şey varlığımın gerekli olduğuna beni kandıramıyor. Vücudumun kimseyle çekişmeyeceğim bir hikmeti olmalı. Kalbimin sahibi, vahyinde 'taşımayacağım yükü yüklemediğini' söylüyor. Yarışmaksa çok yıpratıcı. Koşmak çok zor. Yarışmadığım bir yerde yürümeliyim ömrümü.

Kurtulmak için dışıma doğru sergilediğim her çaba, bir cümle. Kendim olarak varolursam kurtulacağım. Çünkü bir başkası ben olamayacak asla. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Bu nedenle de rakipsizdir. Varoluşumun anlamı ancak Ehadiyet'le açıklanabilir. Vahidiyet penceresinde ben de herkes gibiyim. Sesim sesler arasında yitip gidecek diye korkarım. İnsan sadece varolmakla yetinemiyor. Bir de birisi için, genelde Rabbisi için, yarışmadan özel olmak istiyor. Woolf'un 'beğenilmekle' tatmin olamaz hale gelmesinin sebebi de buydu belki. Pazartesi ya da Salı'da "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu..." derken kastettiği. İnsan 'beğenmekte' çok nankördür. Onlar için özel olamazsınız. Sürekli tetikte yaşamalısınız. Her yeni şeyde eskiyi satmaya meyyaldirler. Bu endişe hayatı yaşanmaz kılar, eğer ona endeksli yaşamaya çalışırsanız.

Yazdıkça geciktiriyorum boğulmayı. Bir gün daha kazanıyorum. Kurtuluş yok. Kurtuluş ancak bir sonraki yazıya kadar. Ertesi gün yine aynı karanlık sarmaya başlıyor beni. Kafa gözümle görebileceğim kadar yaklaşıyor. Kaçıyorum.

"Ki o, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini o öğretti." Böylece Allah içimdeki karanlıkla beni korkutarak yazmayı öğretti. Yazmakla bahşedilenin ben olduğumu anladım. Bir 'euzü' sırrıdır bu. İblis'in hilkatinin hikmetini de anlatır. Yokluğun karanlığından kaçarken Onun sonsuz varlığına sığınmak. Hayatımın tamamı bu benim. Bir gücüm varsa, o gücün kaynağı bu. Yazmaktaki hırsımın izahı bu. Ona dair yazdıkça/oldukça kalmayı başardım. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da kullandığı bir cümle var, pek severim: "Okumak bana uygun tek dış etkiydi." Ben de diyorum ki şimdi: Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi. Bu yazımı da mürşidimin ifadeleriyle bitireyim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

24 Kasım 2015 Salı

Bir sırrı var mı yazmanın?

Bu yazıya da şuradan başlayalım: 10. Nota'yı gözümde eşsiz kılan yanlarından birisi de birkaç cümle içinde 'yazmanın doğasını' kalpler önüne sermesi. Evet. Ben en çok burasından tutunuyorum 10. Nota’ya. Tutunmakla kastettiğim ne? Birazcık şu: Bir metni okurken "Sanki benden bahsediyor!" dediğiniz yerdir kulbunuz. Tutunmak da ‘hayatta yerini bulup koymak’ olur böylece. Çünkü metinler ancak hayatla anlamlanırlar. Yaşanmadığında tüm hakikatler cansızdır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da vahyin en önemli bağlamıdır buradan bakınca. Yani: Vahyin cana/canlıya ilk temas ettiği yerdir.

10. Nota’yı ne zaman konuşulsa konuyu 'yazmanın doğasına' getiririm. Bunda kendim kadar başkaları için de bir hayır olduğu düşüncesindeyim. Zira yazmayı 'hapsetmek' sananlar aynı şeyleri tekrar etmekten kurtulamazlar. Ne zaman ki, metni, sonsuz çağrışımlarla çoğalabilir bir yankılar mağarası olarak görürlerse, hem kendileri rahatlarlar hem de yazdıkları bereketlenir. Zaten bereket öncelikle hapsetmemektir.

Ancak hapsetmediğiniz şeyde bereket umabilirsiniz. Duvarları azalan şeyler çoğalmaya yüz tutarlar. Bu yüzden istibdat kabiliyetleri köreltir. Ve yine bu yüzden ekonomi bereketi tarif edemez. Bereket kalıpları pek sevmez çünkü. 10. Nota ne diyor peki: "(...) senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her gerçeğin mazisi hayaldir. Mürşidim dimağdaki meratibi anlattığı Lemeat'ta 'tahayyül' ile başlar basamakları saymaya. Sonra o tahayyül tasavvur olur, tasavvur taakkul olur, taakkul tasdike dönüşür, tasdik iz'ana inkılab eder, iz'an iltizam olur, iltizam itikad olur. İtikad derecesinde kuvvetli her gerçeğin mazisi hayaldir. İlla bir dimağda yaşanması gerekmez tüm mertebelerin. Başkasının hayali bizim gerçeğimiz de olabilir. Bazen de bizim hayalimiz başkasının gerçeğidir.

Dediğimi teknoloji üzerinden örneklemek mümkün. Bindiğimiz araba, konuştuğumuz telefon, yaktığımız lamba, çektiğimiz fotoğraf... Bunlar bir zamanlar yoklardı. Ama varoldular. Nasıl? Öyle birdenbire mi çıktılar varlık âlemine? Hayır. Allah önce onların hayallerini yarattı birilerinin kalplerinde. Sonra dimağdaki meratip işledi. Şimdi onların hayallerine biz itikad ediyoruz. Hatta hayretleri ülfetimiz. Harikaları sıradanımız. Çünkü onlarla biz hayal olarak tanışmadık. Umuşun heyecanını yaşamadık. Yüzlerini ilk gördüğümüzde çoktan gerçektiler.

İşte yazmak da biraz böyle. Bir çocuk gibi zamanla gelişiyor sizdeki vücudu. Hayal insana Allah'ın ektiği bir tohum gibi. Bir yazı ilk anda bütün vücuduyla varolmuyor. Önce bir sezgi mesabesinde tat/koku alıyorsunuz. Sonra bir farkediş yaşıyorsunuz. Farkediş nedir? Birşeyin herşey içinde onu herşeyden ayırabileceğiniz bir rahatlıkta vurgulanmasıdır. Bu vurgu dışımızda birşeydir. Allahsız açıklanamaz.

Detaylardan birisi başkasına yapmadığı cilveyi size yapıyor. Göz kırpıyor. Mendilini düşürüyor. Gülümsüyor da belki. O zaman o farkındalıkla oyalanmaya başlıyorsunuz. Oyalanmak önce hayal kurmaktır. Hayal kuruyorsunuz. Daha çok gelip gidiyor size. Siz de daha çok uğruyorsunuz semtine. Sık sık kapısının önünden geçiyorsunuz her âşığın yaptığı gibi. Sonra bu tekrarlardan arzu şiddetleniyor.

Güzellik gözün ihtiyacı oluyor alışkanlıkla. Hep görmek istiyor. Hep görmek nasıl olur? Yanında kalmasını istiyor işte. Hayale razı olamıyor. Hayal kalıplara sığmaz. Tasavvur burada devreye girer. Yani hem kolay bulunacak bir yere nakşeder hem de sınırlandırmış olursunuz. Her kayıt altına alma bir sınırlandırmadır. Kaydettiğiniz şey ister istemez hayalin serbestisini yitirerek sınırlanır. Somutlaştırma bu açıdan soyut zenginliğin yitimidir. Çağrışım zenginliğinin kısıtlanmasıdır.

Lafı uzatıyorum. Neticeye geleyim: Tohumun çimlenmesi için karanlığa ihtiyacı var. Hemen görülmemesi lazım. Kabuğu civcivden önce kırmak olmaz. "Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun." Yazmak da biraz böyle. Her farkedişini hemen yazıya dönüştürmek/zorlamak yazıya kaybettiriyor. O, bir dönem gönlünde bir açlık olarak, bir mıknatıs gibi beklemeli. Yazının parçalarını oluşturacak şeyler cezbesine kapılarak/çekilerek veya açlıkla aranmanla sana görünmeli. Bu bütünlük oluştuktan ve parçaların tamamı biraraya geldikten sonra yazılmalı bazı şeyler.

Bütün yazılanlar böyle olmalı demiyorum. Fakat özellikle marifetullaha dair metinlerin böyle bir sabırlı bekleyişe ihtiyacı var. Yüzünü çevirip beklemen gerekiyor. Yüzünü döndüğün yere doğru gidiyor ayakların. O da sana doğru geliyor. İlhamın doğası biraz böyle. Ondan beslenmesi hasebiyle yazmak da böyle.

İblis ateşten idi. Ateşe ne atarsan yakar. Hemen dönüştürür. İnsan topraktan. Toprak acele etmez. Yavaş yavaş işler kendisine ekileni. Bir yazı da olsa öyle. Hatta Allah, yalnız yazıyı değil, birçok şeyi bize ekiyor bence. İnsanı zamana/mekana ektiği gibi duyguları da insana ekiyor. Mesela âşık ediyor. Birini ekiyor yani gönlüne. Ne mahsuller alıyor bilmiyorsun. Yalnız ekilenin coşkusuyla bağrındakini yukarıya rengarenk saçıyorsun. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi sen de ahirete dair olan şeylerin tarlasısın. Sen toprağını ektiğin gibi senin toprağın da sürekli ekiliyor. Hava, su, nur... Toprağın oğlu, dikkat et, bunlara ihtiyacın var. Şimdi mürşidimin söylediklerini tekrar bir gözden geçir. Belki yazmanın sırrına da ulaşırsın:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır."

19 Kasım 2015 Perşembe

Küsmen sinene saklanmandır

"Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bir iddiaya sahip oldukça yazmak güçleşiyor. 'Öylesine' yazıyor olsaydık kesinlikle daha rahat olurduk. Fakat insan 'öylesine' de yazamaz. Yazmak yürümek gibi değildir. Fiili anlam ile bağlıdır. Yazdığınız bir anlam istiyor. Çünkü vücudunun en önemli parçalarından birisi de anlam. Gelişigüzel klavyenin tuşlarına basmakla 'yazmış' olmuyorsunuz. Birşeyler de söylemeniz lazım.

Demek amaçsızlık yazmanın başarabileceği bir iş değil. Peki yazı neyi başarabilir? Yazı 'dayatılmış vurgular'ı önemsememeyi başarabilir. Önemsememek karizmatiktir. Yalnızlık karizmatiktir. Karizmatik 'olunması merak edilen'dir. Evet. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Belki bu yalnızlığının, hiç geçmeyen yalnızlığının, dilinden sâdır olan kendiliğini okurlarına aktarabilir. Kendiyken yalnız ve yalnızken daha bir kendi olduğundan 'özgü sesini' daha çok duyar ve duyurabilir.

Neden bu kadar şey karalıyoruz? Çünkü varlık denilen o gökkuşağı daha nasıl renklenecek merak ediyoruz. Yazımı birileri okuyacak. O okuyanların aklına aklıma gelmeyen şeyler gelecek. Fikrimin öznesi iken manzaranın nesnesi olacağım. Birşeyi herşey, herşeyi birşey yapabilen Kudret-i Mutlak, kimbilir benden daha ne şeyler yaratacak! Bütünüm, başka bütünlerin parçası olacak, inşaallah.

Sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir dalgalanma oluyor her an. Okundukça büyüyor varlığım. İzlerim artıyor. Üzerinden geçtiğim yol beni daha çok hatırlıyor. Her fiilde böyle bir güç var mı? Yani nasıl bir güç bahsettiğim? Belki biraz şöyle: 'Tecezzi kabul etmez küll'ü etkileyecek işler... Var mutlaka. Ancak fiilin içeriği maddeden manaya yaklaştıkça, cisimden öte ruha dokundukça, tesirinin boyutları artıyor. Deli gibi hem etkiliyor hem etkileniyoruz.

Herbir duygu aslında bir etkileniş şeklidir. Varoluş şiddetlendikçe farkındalık artar. Hazlar öyledir, hisler öyledir, fikirler öyledir, öğrenmeler öyledir, meraklar öyledir, yaralar/acılar öyledir. Sanırsınız insan dünyaya etkilenmek ve etkilemek üzere gelmiştir. Hatta hayal, tasavvur veya umut etmek dahi birer etkileniştir. Çok tuhaf yaralarımız var. Mesela: Umut ettiğimize elimiz yetişmediğinde herşeyi kendimizle yakacak bir karamsarlığa alçalıyoruz. Daha bize verilmiş bile değil. Bizim olabilmesi için aklî bir imkan da yok belki.

Fakat bir kere içimizde ona karşı bir arzu uyandı. Lütfedilen bir farkındalık ve bahşedilen bir açlıkla etkilenir kılındık ona karşı. İştahlandırıldık. Alınganlaştırıldık. Artık o arzuyla deli oluyoruz. Ve olmamasına dair elimize geçen her delil, ihtimaller dahi, bir bıçak oluyor tenimize sürülen. İnkâr etmek istiyoruz. "Herbir günahın içinde küfre giden bir yol var..." diyor ya mürşidim. Aslında peşine düşülen her yanlış açlığın veyahut yanlış doyuş biçiminin ucunda bir inkâr var. Yanlışı doğru kılmak ancak 'doğruyu yanlışlamakla' mümkün.

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

İnsan birşeye neden küser? İnsan birşeye 'ondan gelecek zararlardan korunmak için' küser. Kalp dediğin içerden kırılır çünkü. Ve insan birşeyi kalbinin içine onu 'severek' veya 'hayal ederek' veya 'ümit ederek' alır. Nefretle kalbinizin içine alamazsınız. Nefret ettiğinizin fiileri canınızı sevdiğiniz kadar yakamaz. Hatta çoğu zaman nefret sizi olduğunuzdan daha güçlü kılar acıya/zorluğa karşı. Ama sevgi? Sevgi öyle korumasız bir yere kadar indiriyor ki muhatabımızı, 'hayır' dediği an, kolumuz kanadımız kırılıyor. Kaşlarını kırmıyor da sanki belimizi kırıyor.

Küsmek 'belki'leri terk etmektir önce. Çünkü belkiler tekrar be tekrar en korunmasız yerimize sokar kalpkıranı. Tekrar canımız acır. Tekrar aynı yerler kanar. Ne kadar 'Bir daha asla!' desek de mukavemetimiz yoktur ona karşı. Yakınlarda, İmam Eş'arî rahmetullahi aleyhe atfen okuduğum bir söz var: "Aşk, zaruri bir iradedir." Elbette sorumluluktan kurtarmıyor bu zaruret. Ama elinde de değil, görüyorsun. Nasıl değiştireceksin? Seçmeye gücünün yetmedikleri imtihanın oluyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir çeşit 'menfi ibadet' sana yaptırılan. Sürgün edilmişsin bu öğretici kuyunun içine. Evet, Hz. Yakub, Hz. Yusuf'a nasıl şefkat etmesin? Kardeşleri babalarını nasıl kıskanmasın? Hz. Yusuf kardeşlerini nasıl sevmesin? Züleyha Hz. Yusuf'u nasıl âşık olmasın?

Sürgünlere de menfi denilirmiş eskiden. Adı üstünde, bir zorlamadır sürgün. İki şıkkın içinden birisini seçerek yapmıyorsun. Ötende seçiliyor. Sen ona rıza göstermekle sınanıyorsun. Hayatın her yanı irademize bakmıyor. İmtihan sadece 'seçmek' değil. Bir yanı da kabul etmek, razı olmak, anlamaya çalışmak.

"Girdikten sonra da, tabii, bunca güzellikten kurtulmak nasıl mümkün olsun. Bana göre, güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız birşeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız..." diyor Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'da. Ölüme kadar güzel bulunuyor demek ki bazı şeyler. Değiştirmeye gücümüz yok. Girdi kalbimize. Çıkası yok.

Lemeat'ta mürşidimin kullandığı bir ifade var: "Başımız da eğildi, sinemize saklandık..." Bence küsmek tam bir sineye saklanma eylemidir. Kendi olmakta yalnız olan insanın, farklı olandan, beklenmeyenden kaçıp canını yakmayacak o şeye, yani 'kendilik kalesine' sığınmasıdır.

Fakat aslında kendine sığınmak diye de birşey yoktur. İnsanın her özelliğinin arızî/sonradan oluşu, yaratılışı, kendimize dönük her hamlemizi Yaratıcımıza dönük kılar. İnsan asl-ı insana döndüğü her yerde yüzünü aslında Rabbine döner. Fıtratın şahitliğidir bu. Yaşadığımız acılar bizi Onun rahmet kucağına sığınmaya zorlar. Mutlak yalnızlık yoktur insan için. Ona dayanabilesi de yoktur. Allah'tan başkasının olmadığı yere yalnızlık deriz biz. Öyle bir yer yoktur ya insanın sankisi vardır, sanrısı vardır, vehmi vardır. Âdemoğlu yeteneklerini kendi aleyhine de kullanır.

Kur'an defaatle hatırlatıyor: "Dönüşünüz ancak banadır." Çünkü Rahman bizi biliyor. İlla küseceğiz. Kendimizle de bulacağımız teselli yok. İnsan salt kendisiyle teselli olabilir bir varlık değil. Bir öteki arıyor her zaman. Gözünden kendine değer biçebileceği bir öteki. "Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı dünyada?" diye sorabileceği bir öteki. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da şöyle diyor belki biraz da bu yüzden: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca."

Onu seyredeceği ve kendisini de onda seyredeceği bir öteki. Kalp kırmayan bir öteki. En içeriye kadar girmesine izin verilse bile can yakmayacak bir öteki. O öteki elbette Allah'tır. "Ay, of, bu çocuk yine dinden bahsediyor!" deme lütfen arkadaşım. Ben sana dinden değil senden bahsediyorum. Çünkü din senden ötede birşey değil. 'Allah' deme ona istersen, kalbimin sahibi/yâri de, ama sor yine de kalbine: Nasıl bir dost istiyorsun? Kalbin sana Aleyhissalatuvesselamın beyan buyurduğu gibi bir Allah tarif edecektir. "Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a iltica ile olur." Sahi, arkadaşım, sen de böyle bir 'dost'u aramıyor musun? O halde dinden korkmak niye? Din sana dostunun yolunu tarif etmekten başka ne yapıyor ki?

17 Kasım 2015 Salı

Pişmanlığın ömrü, ömründen uzundur

"Âyetlerimi az bir paha ile satmayın." (Bakara sûresi, 41)

Ey demirciler çarşısının müptelası! Ahmak antika! Sanatının değeri bilinmez oralarda. Neden kıymetini körükçülerden soruyorsun? Hakkı, çekicinin ucunda sananlardan. Yanmak değil, yakmak sanatı olanlardan. Şahit mi tutuyorsun onları güzelliğine? Şahit olarak Ustan yetmedi mi? Bu şiddetli 'görülme' arzusu niye? Hiç ceylan aslanlara görünmeyi arzu eder mi? Örse vursalar, kırılırsın. Erisen, yitersin közler arasında. Tartsalar, yükün hafif, teraziye değmezsin. Almazlar seni... Demirciler çarşısına uygun bir mal değilsin besbelli. Değerini buralarda arama ki, canın acımasın. İnsanları biliyorsun: Dünyalık etmiyorsan, değmezsin onlar için.

Ben de geçtim, geçtiğin yollardan. Demirciler sana nesne muamelesi yapıyorlar. Hayatının öznesi olmana izin vermiyorlar. Allah gibi değiller. Allah'tır sana 'sen' kalma hakkı veren yalnız. Ustasıdır ancak eserinden memnun olan. O senin ağırlığına bakmaz. Taşımayacağını yüklemediğini kendisi söylemiştir vahyinde. Tartmaz seni o yüzden. Yeter ki, elmas kalmayı başar, cennet her kırata açık. Elbette Ustanın bildiği kadar sanatını başkası bilmez. Kendini Ona satmalısın, akıllıysan. Karşılığında cenneti alarak.

Baksana şu oyuncaklara. Hem çocuk hem oyuncak herbiri. Boyuyla kıymet kazananlar. Gülümsemesine paralar saçılanlar. Giysisiyle konuşulanlar. Konuşmasına servet dökülenler. Bastığı yer rating kokanlar. Geçtiği yer kalabalığa duranlar. Sesine kurban olunanlar. Fiziğine şarkı yazılanlar. Sûretperestlerin çarşısına sitem etmek de onlara meftuniyetimizin eseri değil mi? Sınama kendini onlarla. Sınadıkça ayakaltı edecekler seni. Camcılara elmas satıyorsun. Bu ticaret berbat eder. Madem farkını derk ettin, pazarını da terk et. Tezgahını başka yerlere taşı. Müşterinin çokluğuna değil, kalitesine dikkat et.

Burası da aşk pazarı, doğru. Mecazî aşklar da burada satılır. Dilleri benziyor. Okusan, kelimeleri/harfleri benziyor. Fakat burada antikalar getirilir, naylon alınır. Kabuğun asıldan önce geldiği yerdir burası. Acelesi vardır herkesin. Üretim, üretim, üretim. Tüketin, tüketin, tüketin. İçeriğini düşünecek kadar kalmayın başında. Eskiyin, çabuk eskiyin. Çok da müşterisi vardır onların. Zâhir ehli, bâtın ehlinden hep çok çıkar. Ama karşılığı ne bu tembelliğin? Az bir dünya pahası. Bir teveccüh-i nas için bin ayet veriyorsun, ne fena bir ticaret! Sen de Yunus gibisin halbuki. Eğer durumunu görsen, bu pazarlar seni de kesmez. Satarsın canını alan bulunmaz. Çünkü değerini bilen/veren bulunmaz.

Buna şahidim, vicdanındır. Yastığına akıttığın gözyaşındır. Duvarlara vurduğun yumruktur. Andıkça yandıklarındır. Yaralarındır. Geçmeyen yalnızlığındır. Aldığının verdiğine değmediğini içindeki o musahhihler söylemeli sana.

Hangi haramın lezzeti, bedeli olarak vazgeçtiğin şeye değdi? Kem neye elini uzatsan, hem dıştan hem içten batan bir diken oldu varlığı. Yanlış yaparak mutlu olduğun anları topla, ömründe ne kadar yer kaplar? Halbuki pişmanlığın ömrü, ömründen de uzundur. Uygun kelimeleri bulmadan nereye gidiyorsun? Cümleni/hakikatini keşfettiğinde, sana huzur verecek. İlk senin haberin olacak bu yüzden yahut ilk karşı çıkan sen olacaksın: "Ve yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirmiş olduğuma iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak Ben'den sakının."

9 Kasım 2015 Pazartesi

Sonsuzluk cetvele sığmaz

Bu yazım sana uçuk da gelebilir arkadaşım. Fakat aklından ziyade kalbini açarsan, kuşatmak yerine sezmeyi seçersen, tutmak yerine tutulmaya gayret edersen güzel birşeyler de söyleyebilir. Ne yapalım? 'Göz kararı' denilen şeyin itibarı kötü. Her yanı ölçü teknolojilerinin sardığı bir zamanda gözün kararına güvenmek akılla-mantıkla açıklanamaz. 'Cahil işi' gözüyle bakılır ona. Tıpkı ders kitaplarında eski ölçüm yöntemlerinin küçük görülmesi gibi. Fakat ben ona hâlâ güveniyorum. Güvenmeden yaşayamam. Birbirinden o kadar farklı şeyleri güzel buluyoruz ki! Bu durum beni 'göz kararı' denilen şeye daha saygılı olmaya zorluyor. Çünkü her gözün kararı haklı çıkıyor. Hepsinin güzel bulduğu güzel.

Özellikle ağaçlara bakarken hissediyorum bunu. Hak aklımıza mukayyet olsun! O gövdenin nasıl bir düzenle dallandığını, budaklandığını, yapraklandığını veya çiçeklendiğini ölçebilecek olan var mı? Neye göre, hangi mizanla, ne ölçüyle yapılıyor bu iş? Bulmaya çalışsam pösteki sayan deliye dönerim herhalde. Fakat işte, tam da orada, tüm güzelliğiyle duruyor. Bütünlüğünden aldığım göz zevki, o mübarek farkediş, beni düzenine inandırıyor. Cetvelden başka düzen tanımamış bir zekaya ağacın güzelliğini sorsanız size ne söyleyebilir? Göz kararı olmadan verilebilecek bir cevap değil ki bu. Bediüzzaman'ın yıldızlar hakkında kullandığı o ifadede olduğu gibi: "İntizamsızlık içinde kemal-i intizam."

Modern insan standartlarını sever. Terazisi hassaslaştıkça elinin ayarından, cetveli inceleştikçe gözünün kararından, mezurası uzadıkça parmakla ölçmekten utanır. Fakat bu cetvele sığdırma arzusu aynı zamanda onun 'ölçülebilirlik' içinde yaşadığı bir esarettir.

Allah'ın gönlümüze sanatını ölçecek daha ne gibi cihazlar koyduğunu bilemeyiz. Sonsuzluk elbette cetvele sığmaz. Dokunamadığımız halde varlığını biliriz onun. Göremediğimiz halde sezeriz. Kendisi gaybımız iken imanı yakînimizdir. Zat'ı mekanlardan münezzehken fiileri en yakınımızdadır. Öyle şeyler vardır ki hayatımızda, varlığı malumumuz, ama mahiyeti meçhulümüzdür. Formüle edemeyiz. "Göster!" deseler gösteremeyiz. Fakat o kadar da eminizdir ki öyle olduğuna. Cetvele sığmıyorlar diye reddedemeyiz.

Şu 'güzel buluş' denilen şeyi bir kalıba sıkıştıramıyorum. Mutlaka bir dönem için özellikle güzel gelen şablonlar var. Fakat eskimekten kurtulamıyorlar. Güzel sanki mana olarak bâki kalıyor da ama yüzünü sık sık değiştiriyor. Biz onu bir kalıpta teşhis etmeye, tutmaya, esir almaya çalıştıkça da canımızı yakıyor. Şaşırıp kalıyoruz. Küçükken ayıla bayıla yediğimiz hiçbir şey bugün aynı tadı vermiyor. Aynı heyecanı duymuyoruz aynı göze baktığımızda. İlk duyduğumuzda "İşte beni anlatıyor!" dediğimiz şarkı şimdilerde can sıkıcı bir terennüm oldu. Sorun onda değil bu defa bizde. Yaşamaktan usanıyoruz. Yok. Daha doğrusu: Yaşamaya yetişemiyoruz. Allah'ın yaratışı yetişebileceğimiz bir hızın çok üstünde.

Aşk-ı mecazinin mahvediciliği biraz da buradan. Sadece sevdiğimizin güzelliğinin yitişi değil bizdeki mizanların da değişmesi sarsıyor en çok. Ona karşı hissettiğimiz hiçbirşey yalan değildi. Peki neden şimdi böyle oldu? Neden 'ona hissettiğim' ve 'onda bana böyle hissettiren' ikisi birden yitip gidiyor? Sadece sevilenin fenasıyla açıklanamayacak bir değişim var arkadaşım. Sen de değişiyorsun. Onun gidişini bir bahane olarak kullanabilirdin. Suçu ona atabilirdin. Fakat kendi yitirişini nasıl açıklayabilirsin? Salt giden kaygan olsa bu bile bir tesellidir. Suçlarsın. Kurtulursun. Ya senin ellerin de kaygansa? Ya kalmaya çalışanı bile tutabilecek gücün yoksa? Acizliğin bu kadar şiddetliyse?

Bak ne diyor mürşidim: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her kalıplama aslında bir işgal arzusudur. Halbuki bu dünyada güzellik, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'pencerelerden seyredilecek'tir ancak. Eğer bu pencerelerden birisinden vuslat arzularsan içlerine de girmiş olursun. Bunu bir hortumu uzaktan izlemek ile o hortumun döngüsüne kapılmak arasındaki farkla misallendirmek istiyorum. Hortumun görünüşü, seni içine dahil olmadığın sürece, ne kadar güzeldir. Fakat onlardan birisini seyretmek değil tutmak istesen, yani ki dahil olmak istersen, işte o zaman seni içine alır. Yutar. Ötekiler gibi savurmaya başlar. Can acıtırsın. Canın acır. Yakarsın. Seni de yakarlar. Bu yüzden mürşidim der: "Pencerelerden seyret, içlerine girme!"

Göz kararı bir 'pencerelerden seyret'tir bence. Cetvelle ölçmek 'içlerine girmek'tir. Göz kararı anlar içinde değişik tecelli edebilir. Ama cetvelin kalıbına giren değiştirilemez. Karış değişir, arşın değişir, adım değişir, ama metre/kilometre değişemez. Bu bir tür eşyayla muhatap oluş şeklidir aslında. Esaretin altına almadan. Tıpkı tavafta olduğu gibi, sen etrafında dönerek, onu etrafında döndürmeden. Değişkenliğine saygı göstererek.

Bana manidar gelen birşey daha anlatayım yazıyı bitirirken: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bereket-i taam mucizeleri nakledilirken dikkat çeken bir tekrardır. Ne zaman ki, berekete mazhar olan, bereket bulduğu şeyi ölçmeye çalışır, o bereket gider. Şu yüzden daha bir önemsiyorum bunu: Eskiden büyüklerimiz hiçbir şeyi sonuna kadar bitirmezlerdi. Hep, üzerine daha sonra tekrar konulmak üzere, bir parça bırakılırdı kabın dibinde. Sorulduğunda "Bereketi kalsın!" denilirdi. Bittiğinden emin olmamak bereket için nasıl bir sırdır? Gözü/eli bittiğinden emin kılmamak berekete ne katar? İşte düşünülesi bir nümunesi:

"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."

8 Kasım 2015 Pazar

İlk gözağrısı...

Geçenlerde bence ilginç birşey yaşadım. Metrobüste, Avcılar-Beşyol arası duraklardan birisinde, bir Suriyeli çocuk, bana mendil satmak istedi. Teşekkür edip 'ihtiyacımın olmadığını' söyledim. Belki de gülüşümden cesaret alarak belime sarıldı ve başının hizasına gelen karnımı öptü. Almamda ısrarcı oldu. Başını okşadım. Tekrar teşekkür ettim. Beni bırakıp mendil satabileceği bir başkasına yöneldi. Sık metrobüs yolculuğu yapanlar için bu hikayenin tuhaf bir tarafı yok. Mendil satmaya çalışan Suriyeli çocukların hikayeleriyle dolu İstanbul. (Allah yardımcıları olsun.) Fakat benim için var. Çünkü yeğenim Hamza Enes de, bana birşey yaptırmak istediğinde (mesela güreşmek, kovalamaca oynamak, bilmece/soru çözmek vs...) eğer gönülsüz olduğumu hissederse, aynı şekilde sarılıp karnımı öper. (Boyları o çocukla neredeyse aynı.) Sonra kafası dikip tekrar 'lüften' der. Bu yüzden Suriyeli çocuğun bir anda sarılıp karnımı öpmesi beni sarstı. Günümü kararsız kıldı. Düşündürdü. Peki, ne düşündürdü?

Sanırım bugünü veya bugün olanı kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı bulabiliyoruz. Biraz daha açarsam: Mesela; Hamza Enes beni hiç karnımdan öpmemiş olsaydı, ben, o çocuğun bu davranışını 'düşünülesi' bulur muydum? Bu kadar etkilemezdi gibi geliyor. O fiili dünyamda 'olduğundan daha anlamlı' kılan şey 'kendisinden ibaret olmaması'ydı. O bir silsilenin ucu gibiydi. Tek değildi. Fiilin tekrarı, yeğenimin aynı fiili yaptığı bütün anları hatırlattı bana ve oradan kendisine bir paye kazandı. Beni kendisiyle daha fazla meşgul etti. Ve ben, o tanıdıklık aşkına bu fiili sevdim. Bunu hayatımdan bir örnekle daha anlaşılır kılmaya çalışacağım:

Benim üç emmoğlum var. ('Amca' sözcüğünden ziyade 'emmi' sözcüğü kullanılıyor bizim oralarda.) İşte bu üçlüden en büyüğü, yani Turan, aynı zamanda benim sütkardeşim. Aynı zamanda 40 gün büyüğüm. Aynı zamanda bütün çocukluğum ve ilk gençliğim. Yani beraber büyüdük. Birbirimize yakın evlerde oturmamız, aynı okullarda/sınıflarda/sıralarda okumamız, hem de iyi anlaşmamız nedeniyle İstanbul'a taşınana kadar hayatımız hep beraber geçti diyebilirim. Bir evin çocukları gibiydik. (Hiç unutmam, ortaokulda İngilizce öğretmeni İmran Hanım "Siz ikiz misiniz?" diye sormuştu.) Küçük yerlerde akrabalık ilişkileri İstanbul'dakine göre çok daha canlı ve güçlü.

Her neyse... Kısa geçelim. Yürüyüşüme dikkat edenler ayaklarımı (özellikle sağ ayağımı) biraz içe bastığımı bilirler. Bu içe basış aynı zamanda yürürken sağa çekmeme neden oluyor. Yani ister istemez yolun sağında doğru kayıyorum yürürken. Düz bir çizgi gibi yürümüyorum. Bu tuhaflığın bir benzeri Turan'da da var. O da yürürken sola doğru kayıyor.

En çok ne için tartıştığımızı sorsanız üç cevabım var: 1) Top. 2) Satranç/Dama. 3) Yürürken çarpışma. Turan'la bizim tartışmalarımız bu üç ana başlık altında toplansa geriye çok az şey kalır. İlk ikisi kazanma/kaybetme meselesi zaten, tartışmalar makul. Fakat üçüncüsü biraz komik. Turan'la ne zaman yürüsek kimin/nerede yürüdüğüne dikkat ederek yola çıkardık. O benim solumda, ben onun sağında olursam sıkıntı yoktu. Fakat ne zaman dalıp yer değiştirsek, o ritmik sapmaların denk geldiği bir anda omuz omuza çarpışırdık. Onun fiziği benden daha sağlam olduğundan genelde dengesini kaybeden ben olurdum. Ve arkasından birkaç dakikalık tartışma. Sonra yer değiştirip yürümeye devam.

Geçenlerde memlekete gittim. Üç yıldır gitmemiştim. Dile kolay. İlk çarpışmanın üzerinden belki yirmi yıldan fazla geçmiş. Parkta gezerken yine aynı şey başımıza geldi. Yine dengemi kaybettim. Güldük bu sefer. Tabii Turan laf sokmayı ihmal etmedi: "Gardaş, hâlâ mı düzgün yürümeyi öğrenemedin?" Bazı şeyler hiç değişmiyor galiba.

Bu bazı şeylerin hiç değişmemesi, o değişmeyenler içinde biriken şeyler; onlar, o şeyleri daha kıymetli kılıyorlar. Eski eşyalarını saklayanların, "Manevî değeri var!" diyenlerin kastettiği bu sanırım. Vahdet'in tanıdıklığı bu. Hayatı bu gözle izleyince dünya hayatının ahireti daha 'özlenilir' kılacağını düşünmeye başladım. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dünyayı 'ahiretin tarlası' olarak tarif etmesi geldi aklıma sonra. Ahiretteki mutluluk, müminin sevinci, hasat zamanı çifçinin sevinci, o tanıdıklık. ("Bu tohumu ben ekmiştim. Ben sulamıştım. Ben toprağını kazmıştım..." vs.)

Bakara sûresinin 25. ayeti geldi hemen ardından: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedi kalıcılardır." Cennet ehli, bu benzerliği kurmakla nasıl bir lezzet alıyor? Kur'an bu benzerliği neden zikrediyor? Sanıyorum tam da bu noktada yazımın öncesi hatırlanmalı. Önceki sonrakini kıymetli kılıyor. Cennette yenilenin dünyada ekilenin mükafatı olması... Ve benzemesi... Ve tanıdık gelmesi... Ve tahatturun yaşattığı katmerli sevinç...

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin 'Elhamdülillâh' kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada 'Elhamdülillâh' yersin. Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir."

Sanırım bugünü kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Dönüp dönüp tekrar bizi bulması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı/değerli bulabiliyoruz. Bir yaşanmışlık gerek. Hissetmiş olmalıyız. Anlam mazinin ta kendisi oluyor. Bu, aslında 'kanun'dan 'şuunat'a giden yolun kokusunu almamız. Cenab-ı Hak da yaratışını, belki de biraz da bu yüzden, daha dakik okumalar yapanlar için kanuniyet çerçevesinde karşımıza çıkarıyor.

İnsan, bir fiilden ancak fail ve isim okuması yapabilir. Ancak o fiillerin bir silsile olması, bir kanuniyet içermesi, yapanın hep onu seçip hep öyle eylemesi bizi sıfat ve şuunat okumasına götürür. Bir fail, birçok seçenek içerisinde 'hep' veya 'genelde' o fiili seçiyorsa, bu bize o fiilden ve sonucundan memnun olduğunu ve öyle eylemenin failin şanından olduğunu hatırlatır. Bir kişinin doyması size bir Rezzak'tan haber verir. Fakat bütün açların, hatta sadece mide açlarının değil tüm açlıkların bir şekilde doyuruluyor olması, size, Allah'ın Rezzakiyetinden haber verir. Ve 'doyurmayı sevdiğini' gösterir. Allah'ın sıfatına ve şuunatına dair marifet, fiili aşıp fiiler silsilesini görmekle mümkündür.

"Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena'umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnuniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın. İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat'umâtı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin."

Sofranın sahibi, bu tekrarlarla ve hissettirdikleriyle, sofraların tamamının kendisinin olduğunu hatırlatıyor bize. (Rab, Rabbu'l-Âlemin olduğunu hatırlatıyor.) Biz de bu hatırlamadan sırr-ı Vahdet'e dayanan bir sevinç duyuyoruz. Bir gözün, bir yüzün, bir güzel sözün bize tanıdık gelmesi; benzerini görünce hemen onu hatırlamamız/duygulanmamız; ilk gözağrısı/gönül ağrısı denilen o şey, aslında o tanıdıklığın bize tevhidî bütünlüğün bir parçası olduğumuzu anımsatmasından ileri geliyor bence. Bunu yaratan onu da yaratan, onu yaratan ötekini de yaratan. Gidenin dönüp dönüp bizi bulacağını ve dönüp dönüp bulmasının Halık'ın şanından olduğunu hissediyoruz. Ve canımızı yakan tüm gidişlerin devası bu dönüşlerin/hatırlayışların içinde kendisini gösteriyor. Hamza Enes büyüdüğünde beni karnımdan öpmeyi bırakacak. Ama karından öpen çocuklar varolduğu sürece ben o fiili yaşayacağım. Elhamdülillah.

"Elhamdülillâh ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza... Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın Hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir 'Elhamdülillâh' ister."

7 Kasım 2015 Cumartesi

Yusuf aleyhisselam iddaa oynamaz

Hatırlarsanız, kadere dair başka bir yazımda, inkârının sadece kendisini inkâr etmekten ibaret kalamayacağını, çünkü onun akaidin kulbu mesabesinde olduğunu, ona kastedenin aslında bütün akaide kastettiğini konuşmuştuk. Karine olarak da Meyve Risalesi'nden bir alıntı yapmıştık. Bir kısmını tekrar alıntılayayım:

"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte biraz da bu metinden hareketle iddia etmiştim ki: Kader inkârcılarının arızaları birtek kader meselesinden ibaret değildir. Kalamaz! En başta gözlerimizin nuru tevhid akidesi ve kalplerimizin sevinci Allah tasavvurumuz olmak üzere, ister-istemez, bütün erkân-ı imaniyede ayarları bozuktur onların. Yani bu arızanın öncesinde de bir dizi sıkıntıları vardır iman noktasında. Buradaki sapkınlıkları aslında bir sonuçtur.

Mevzuun Allah tasavvuru, yaratılış ve tevhide bakan kısımlarını önceki yazılarda yeterince konuştuğumuzu düşündüğümden, bu yazıda doğrudan 'ahirete iman-kadere iman' arasındaki bağlantıya ve her ikisinde birden akidevî bir sorun yaşamadan birisinde salt böylesi bir sorun yaşanmayacağına dair izaha girişeceğim. Tevfik ise Allah'tan.

Öncelikle: Ahirete iman nedir? Bunu biraz konuşalım. Bismillah: Ahirete iman, en özet ifadesiyle, Allah tarafından 'öyle olacağına inanmakla sorumlu tutulduğumuz' bir yarındır. Bugünün gaybı olan, yani beş duyu organıyla bilinemeyen, fakat doğru bir Allah marifetiyle delil okumasını yapabildiğimiz bir yarın bilgisidir ahiret bizler için.

Peki, kader inkârcılarının iddia ettiği gibi, Allah yarın ne olacağını (hâşâ) bilmiyorsa, yani fiiler/iradeler sonucu ortaya çıkacak işler ilminde/takdirinde değilse, hükmü zamanın kaydından kurtulamıyorsa, o halde nasıl kendisinin dahi varlığından emin olamayacağı bir ahirete kesin bir şekilde inanmakla mü'minleri sorumlu tutabilmektedir? Öyle ya, Allah da gelecekte ne olacağını (hâşâ) bilmezken, böyle itikadî bir riski neden kullarına aldırmıştır? Ya ahiret diye birşey hiç olmazsa? Ya cennette/cehennemde öyle şeyler yaratılmaz veya yaşanmazsa? Kader inkârcılarının sarhoş akıllarının peşinden gidersek ahirete iman ancak Allah'ın (hâşâ) tahminine iman olur. Demek ki, Allah, ne olacağını bilmediği bir geleceğe dair "Şöyle yaparım!" diye tahminde bulunmuş ve bu tahmine bizim de iman etmemizi istemiştir. Ahirete iman, kader inkârcılarına göre, en fazla budur. Kaderdeki kesinliği yalanlamaları onları bu sonuca sürükler.

Sorunu 'ahiret Allah'ın vaadi' diyerek de çözemezler. Zira Allah'ın vaadi dedikleri şey, eğer bu dünyada insanın iradesi sonucu oluşan fiileri Allah'ın zaman ötesinden bilmemesini kastediyorsa, o halde Kur'an'da geçen cennet/cehennem hayatının tafsiline dair sahneler, mahşer günü yaşanacakların tasvirleri, bunlar nasıl Allah tarafından bilinmektedir? Ebu Leheb'in iman ile gidip-gitmeyeceğini bilmeyen bir ilah ezelî kelamında onu nasıl cehennemlikler arasında saymaktadır? 'Gelecek senaryosu' mudur Tebbet sûresi? Ya denildiği gibi çıkmazsa? Ya Ebu Leheb ölmeden iman ederse? Cenab-ı Hak onu yine de "Vaadim öyle!" diyerek cehenneme mi atacaktır?

İşte bu kadar incelikli bir bilişi 'ilimle' değil 'vaadle' açıklamaya çalışanların balonu bu dünyadaki inkârlarının ahirette Cebriye çizgisinde bir imana dönüşmesiyle patlar. Mutezile burada Cebriye ile buluşur. Allah'ın vaadi, nasıl olacağı bilinmeyecek bir gelecekteki bütün teferruatı 'seçimlere bir alan bırakmayacak kadar' kapsıyorsa, o halde hür iradeler nerede kalacaktır? Tebbet sûresi nazil olduktan sonra Ebu Leheb iman etse de etmese de cehennemlik midir? Yoksa zaten zaman üstü bir biliş sahibi Alîm-i Hakîm tarafından öyle olacağı bilinerek bu hakikat ümmete haber verilmiş midir? İkincisine iman etmek mantığın da gereği değil midir?

Hızlı gidelim. Kur'an'dan bahsetmişken 'kitaplara iman' rüknü ile kaderin inkârının ne kadar uyuştuğuna bakalım. Kur'an bize, yukarıda da bir parça altını çizdiğimiz gibi, çok teferruatlı bir şekilde ahiretten bahsediyor. Hatta ehl-i cennetin/cehennemin ahvaline dair tariflerde bulunuyor. Bırakalım ahirete dair bu kadar teferruatı ve vurgulu metinleri, gaybî ihbarlar nev'inden birçok şey var Kur'an'da. Rum sûresindeki ihbar-ı gaybdan tuttun, ta peygamber kıssalarında yeralan delillere, ta Tebbet sûresine kadar...

Kur'an bize öyle bir Allah'tan haber veriyor ki: O Allah geleceğe dair birçok şeyi vahyin nüzulü anında haber veriyor. Eğer Allah kader inkârcılarının savunduğu gibi 'geleceği bilmiyorsa' bütün bunları (hâşâ) tahmin mi etmiş oluyor? Kur'an-ı Hakîm, sandığımız gibi bir hikmet kitabı gibi değil de, (hâşâ) bir tahmin kitabına mı dönüşüyor? Allah ihbar-ı gayb türünden birçok şeyi tahmin-i gayb olarak mı Kur'an'da zikrediyor? Oturup kalkıp hayretle sormak lazım kader inkârcılarına: Acaba kafaları nasıl bir Kur'an'a inanıyor? Oradaki gaybî bilgileri ne olarak görüyor?

Kur'an'ı anarken peygamber kıssalarına da dokunduk. Şimdi de yüzümüzü 'peygamberlere iman' rüknüne dönelim o vakit. Bırakınız ihbar-ı gayb türünden hadis-i şerifleri, ki kader inkârcılarının hadis inkârcılığına da yatkın olması bu anlamda şaşırtmaz bizi, Kur'an'da geçen peygamber kıssaları ve orada aktarılanlar bile nübüvvetin Allah'ın herşeyi bilen oluşuna bir delildir. Misal: Yusuf aleyhisselam rüya tabiri yaparak insanların başlarına gelecekleri nasıl bilebilmektedir? Hâşâ, geçmişi ve geleceği ezelî bir bilişle bilen Allah'ın peygamberi olmasa ve bildirilmese gayb kendisine, nasıl böylesi okumalar yapabilecektir? Hâşâ, kader inkârcılarına göre, Yusuf aleyhisselam tabirlerinde iddaa kuponu mu doldurmuştur da hep tutturmuştur? Nasıl bir nübüvvet inancıdır kader inkârcılarınınki? Yusuf aleyhisselamı falcıya dönüştürmek değil midir bu inkârın neticesi?

Kur'an'daki delillerini de kenara bırakalım hadi. Nübüvvetin kendisi bile bir 'geleceği biliş' içermez mi? Sahabilerin ahvalinin Tevrat'ta ve İncil'de nasıl geçtiğine dair Kur'an'da yeralan beyanlar, Allah'ın Tevrat'ta ve İncil'de yaptığı 'tutmuş tahminler' midir? Sahabilerin geleceğini bilmeden mi 'öyle olacağını tahmin etmiştir' Allah?

Peki nebilerin birbirlerini müjdelemeleri? Özellikle İsa aleyhisselamın Aleyhissalatuvesselama dair verdiği müjdeler? Tahrif olmuş İncillerde bugün bile ortaya konulabilen işaretler? Peki, Aleyhissalatuvesselamın aşere-i mübeşşereye veya başka bazı sahabilerin geleceğine dair verdiği haberler? Müşrik önderlerinin kötü sonlarına dair önceden verdiği bilgiler? Hepsi mi yalandır bütün bunların? Bütün bunlar yalan veya tahmin olursa nübüvvetin ahvali ne olur? Onların emin dillerinden ve ellerinden bize ulaşan vahyin sıhhatine nasıl güvenilir? Cebrail aleyhisselam mı yolda karıştırmıştır mesajın içine bu tahminleri yoksa? Sahi kader inkârcıları nasıl bir vahiy sürecine iman etmektedir?

Cebrail aleyhisselama değinmişken kader inkârcılarının 'meleklere iman' konusunda ne denli dengeli(!) gittiklerine de bakalım. Bir kere yukarıda ahirete, kitaplara ve nübüvvete iman konusunda saydığımız bütün sorular melekler için de aynen geçerlidir. Neden mi? Çünkü bu haberlerin tamamı bize bir melek eliyle ulaştırılmıştır. Peygamberler bu vahiyleri bir melek eliyle aldıklarını söylemektedirler ve eğer kitaptaki geleceğe dair bilgiler peygamberlerin (hâşâ) tahmini değilse, o halde, kader inkârcılarına göre bu tahminler meleklere aittir.

Sadece bu da değil. Aleyhissalatuvesselamın miracı, mirac sırasında yaşanan hadiseler, cennet/cehennem ehlinin ahvali... Bütün bunlara şahitliği sırasında Cebrail aleyhisselam da onun yanındadır. Hatta miraca dair rivayetlerde Cebrail ile Aleyhissalatuvesselam arasında soru-cevap tarzı birçok metin bulunmaktadır. Cebrail aleyhisselam burada verdiği bilgilerde geleceğe dair tahminlerde mi bulunmuştur? Dahası var: Azrail aleyhisselam insanların canlarını nasıl bir bilgiyle almaktadır? Önceden ne olacağını bilmiyorsa nasıl görevine yetişmektedir? İsrafil aleyhisselamın sûra üfleyeceğini herkes nereden bilmekte ve nasıl emin olmaktadır? Bütün bunlar tahmin mi edilmektedir? Kader inkârcılarının bu noktada meleklere bakışı nasıldır?

Hasıl-ı kelam: Akaidin herbir rüknü hepsiyle bağlıdır ve hepsini inkâr etmeyen hiçbirini inkâr edemez. Bakmayın siz kader inkârcılarının "Kur'an'da geçmiyor!" diye kaçak güreşmelerine. Kur'an'ın bütünü geçmiş ve gelecek hakkındaki hükümlerinin kesinliği ile kadere imandan haber vermektedir. Kur'an'ın bize öğrettiği bütün akaid, verdiği bütün bilgiler ve delilleri, ezelî bir biliş olmadan açıklanamaz. Yani kader kendinden önceki beş rüknün zorunlu sonucudur. Muktezasıdır. İşte sorular ortada kardeşlerim. Kadere imanı olmadan diğer rükünlerin arkasını toparlayabilecek beri gelsin. Gelsin de imanının sıhhatini bir konuşalım. Subhanallah. Hak Teala elbette bu iftiracıların cahillik suçlamalarından yücedir. Mürşidimle başladım. Onunla bitireyim: "Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

5 Kasım 2015 Perşembe

Takva, mahrum kalmak için değil, daha çok farketmek için

"Bazı hastalar, acı ilaçlara tahammül gösteremeyip hastalık çekmeye devam ederler. Bazıları da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalıklı yaşamayı tercih eder. Bazen de kişi ilacın acılığına katlanmak istese de, kalbini tedavi ettirecek ehil doktor bulamaz. Çünkü bu hastalığın doktoru âlimlerdir. Oysa artık kalp hastalığı onları da sarmış durumda. Kendisi hasta olan doktorun yazdığı reçeteye pek iltifat edilmez. Bunun için günümüzde hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim ortadan kalktı. Öyle kalktı ki, kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile tamamen inkar edildi." (İmam Gazalî, İhyau Ulumi'd-Din, 3/63)

Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda geçen bir diyalog vardı. Doktor, esas oğlanımız Francesco'ya diyordu ki; "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Neden mi böyle söylüyordu? Çünkü Francesco sürekli 'ölüm fikriyle' uyanıyordu sabahları. Yalnız kaldığında duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sesler, en küçükleri bile, kulaklarını boğacak bir çınlama gibiydi yalnızken. Meşgul ediyordu kendini 'kendi dışındaki herşeyle' karanlıktan kaçmak için. Hayat, düşmesi hiç bitmeyen bir boşluktu ona göre. Boşluktan kaçabilmenin tek yoluysa bir şekilde boşluğun varlığını unutmaktı. Bunu da 'hareketin sarhoşluğu' ile başarıyordu:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Fakat Francesco, doktorun bu söylediğine önceleri bir anlam veremedi. Nasıl yaşamaktan korkuyor olabilirdi? Hayatta tatmadığı şey/lezzet/tecrübe kalmamıştı. Uyuşturucu, içki, sigara... Her cinsten sefih eğlence, çılgın anı, türlü türlü delilikler, yığın yığın haz... Bunlardan onun kadar nasiplenmiş, tabir-i diğerle, hayattan onun kadar kâm almış ikinci bir kişi gösterebilmek mümkün müydü? Peki, bu doktor nasıl olup da onun 'yaşamaktan korktuğunu' söyleyebilirdi? Neye dayanarak?

Dayanamadı. Böyle demekle neyi kastettiğini sordu ikinci bir ziyaretinde. Doktor da ona yaşamaktan kaçtığı/korktuğu birçok şey olduğunu söyledi. Francesco itiraz etti. Mümkün değildi böyle birşey. Doktor anlattı. Francesco, sigara içmeyen bir insanın dünyayı nasıl algıladığını bilmiyordu. Uyuşturucu alınmadığında hayatın nasıl birşey olduğunun farkında değildi. Alkolsüz bir beynin nasıl bir uyanıklık içinde olacağını unutmuştu. Doktorun iddiası şuydu ki: Francesco'nun yaşamak sandığı tüm sefihlikler aslında asıl hayatı yaşamaktan duyduğu korkudandı. Yaşamaktan korktuğu için bunların arkasına sığınıyordu Francesco...

Roman, Francesco'nun kendi içinde yaşadığı böylesi sorgulamalar eşliğinde sürüp gidiyor. Fakat en nihayet doktoruna hak veriyor Francesco. Ve tüm kötü alışkanlıklarını bir kenara bırakıyor. Ondan sonraki halet-i ruhiyesini anlattığı bölüm çok güzeldi, ama kitap elimde mevcut olmadığı için doğrudan aktaramıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla tarif edeyim:

Kendisi gibi insanların ve böylesi şeylerden uzak duran (ben burada 'fıtratının koruyan' diyeceğim) insanların aynı dünyada iki paralel hayat yaşadıklarını farkediyor Francesco. Yani, ne aynı şekilde hissediyorlar, ne aynı şekilde algılıyorlar, ne de aynı şekilde görüyorlar. Bir sigara örneği veriyor orada mesela. Bıraktığında, koku farkındalığının şaşırtıcı bir şekilde arttığını belirtiyor. Daha önce tatmadığı şekilde tadıyor tüm lokmaları. Çiçeklerin varlığını daha bir hissediyor. Kötü alışkanlıklarını terk etmek onu asıl hayatın içinde bambaşka bir boyuta taşımış, itiraf ediyor:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Farkında olmak hayata tutunmanın/yaşamanın en güzel yolu. Francesco üzerinden Fabio Volo bize bunu öğütlüyor. Tabii buraya kadar aktardıklarım beni ister istemez 'takva'yı konuşmaya zorluyor. Takva nedir? Takva bir bedel midir sadece, Allah'ın, rızasını kazandırmak için ödettiği? Bence takvayı böyle algılarsak yanlış algılarız. Yük gibi taşırız takvayı. Takva, Allah'ın ihtiyaç duyduğu birşey değildir. Takva, cana da iyi gelendir. Takva ve ibadetle kurduğumuz ilişki, onların, Allah'a yardımımız/bağışımızmış gibi algılanmasıyla başlıyorsa, bu ilişki sakattır. Bediüzzaman, pekçok metninde bu nazar sorununu düzeltmeye çalışır:

"Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. Diyorlar ki: 'Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?'

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Allah, ne ibadeti, ne de takvayı bizi birşeylerden mahrum etmek için emrediyor. Daha fazlası oradayken, razı olunmuş bir burada (bu kadarcık) değil takva. Allah, ona olan sevgimizi 'çile çektirerek' veya 'bedel ödeterek' ölçmüyor. Aslında takva, bizi hayat içinde asl-ı hayata davet ediyor. Almıyor, ikram ediyor. Ne demek asl-ı hayat? Daha üst bir farkındalık. Daha uyanık/canlı bir yaşam. Daha asil ve şiddetli bir hissediş... Bunlara davet ediliyoruz aslında takvayla. Yani, 'hayatı daha kaliteli yaşamak'tır takva. Biz aslında takvaya uygun hareket ettikçe Allah'ın o uygunluk içinde sakladığı güzelliklerle tanışıyoruz.

Hayatı hazlardan ibaret görenler çılgınlığın 'hayatını yaşamak' olduğunu sanıyorlar. Bizim buna karşı iddiamız şu: Hayır, hayatı yaşamak haz değil hissediş meselesidir. Ve ehl-i takva, kaçındığı her bir günahla, aslında daha üstdüzey bir hissedişe talip olur. Birçok örnek verebilirim buna. Fakat salt oruç hakkında konuşmak bile yeter. Ramazan Risalesi'ni tekrar okuyalım bu gözle lütfen. Oruç bize ne yapıyor? Nasıl yeni farkındalıklar kazandırıyor? Açken, tokken uyanamadığımız nelere uyanıyoruz?

Zaten hayat dediğimiz de bir 'farkedişler süreci' değil mi? Biz, birşeyin canlı olduğunu nasıl anlıyoruz en temelde? Çılgınlık yapmasından mı? Farketmesinden değil mi? Daha canlı olan da 'daha çok farkeden' değil mi? Peki, 'çılgınlık yapmak' ne ara yaşamanın ölçüsü oluverdi? İnsan hayvandan, hayvan bitkiden çılgınlığıyla değil farkındalığıyla üstün. O halde hayatı daha dolu yaşamak için talip olunması gereken şey uyuşmak değil, daha çok uyanmak! Daha çok farketmek! Ve takva, gafletten koruyuculuğu ile 'bizi mahrum etme' aracı değil, 'daha fazlasıyla muhatap kılmanın' aracı... Yeni farkedişlerin aracı. Oruç tutmamışların anlayamadığı bir dünyaya sahip oluyor oruç tutan. Namaz kılmayanların sezemeyeceği bir huzura eriyor namaz kılan. Yani demem o ki: Şemsiye, seni yapraklardan mahrum etmek için değil, daha fazlasıyla muhatap etmek için var.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...