27 Haziran 2019 Perşembe

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (3)

Beni tanıyanlar 'ilkesellik' mevzuuna bir parça takık olduğumu düşünürler. Belki yazılarımda mezkûr bahiste zülf-i yâre dokunan şeylere de rastlamışlardır. Olabilir. Ne diyebilirim ki muhterem kârilerim? Şöhreti taşımak kolay değil. Evet. Doğrudur. Bir parça takığımdır. Yani mesela birisi yanımda "İlkesellik gerektirir ki..." gibilerinden birşeyler dedi mi, Allah Allah, nazenin tüylerim diken diken olur. Dikkatim çınlamaya başlar. Kulaklarım pur tilkisi gibi dikilir. "Vaay! Aaaa! Oooo! Cık, cık, cık. Neden efendim?" Nedeni belki biraz şudur: Ben ilkesellik argümanının, genelde sanılanın aksine, meseleleri 'sabitelere bağlamanın' değil 'sabitelerden kurtarmanın' aracı olduğunu düşünürüm. Zira kanaatimce; fıkhı olan bir dinde ilkelere tutunmak, sabitelik yolunda ileriye doğru değil, geriye doğru gitmektir. Direksiyonda oturanlar farketmese de.

Bunu bana ilk düşündürenlerse modernistlerdir. Onların, başta Kur'an olmak üzere, tüm kudsî metinleri birer 'ilkeler taslağı' haline dönüştürme taleplerinin altında yatan maksat, hepinizin artık malumudur ya, şudur: Eğer bu metinler taslak haline dönüştürülebilirlerse naklettikleri tecrübelerin somuttaki bağlayıcılığı da ortadan kaldırılabilecektir. Aslolanın 'tüm detaylarıyla ora' değil 'oradan ulaşılması gereken ilke' olduğu, tecrübenin içerdiği detayların ancak posa mesabesinde bir kıymet taşıdığı, yani esasında hiçbir kıymet taşımadığı, bu argümanın mü'min kalplerde gıdım gıdım inşa ettiği büyük bir sapmadır.

Misallendirelim: Hani, belki siz de rastlamışsınızdır onlara, müslüman olmaktan muradın 'iyi bir insan olmak' olduğunu söyleyenler vardır. Dedikleri yalan mıdır peki? Elbette değildir. Müslüman olmanın bir yanı elbette 'iyi bir insan olmaya' bakar. Fakat bir müslümana göre 'iyi' nedir? İşte işi ilkelerin yalınlığına götürürseniz 'iyi'nin içini istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Çünkü yalın olanı çarpıtmak kolaylaşır. Ne de olsa somutluğun bağlayıcılığı giysi gibi çıkarılıp atılmıştır. Artık "İyi insan dediğin dostlarıyla her akşam iki kadeh parlatandır!" dense "Ulan ne oluyor?" diyecek bir dayanağınız kalmamıştır.

Fıkhın ilkeye göre zenginliği buradan bize göz kırpar. Ulemamızın, Allah hepsinden razı olsun, gerek Kur'an'daki kıssalarda gerek Asr-ı Saadet anlatılarında, nakledilebilmiş her detayı hakikatin bir parçası olarak görmesi, hepsine ulaşmaya çalışması, hepsini hıfzetmeye gayret etmesi, bir meselede hüküm verirken bütün detayların bilinirliğini önemsemesi, hatta birbiriyle çelişir gibi görünen nakilleri bile beraber masaya yatırması, bütün bunlar işte 'somutluğun bağlayıcılığı'ndan vücud alır. Somutluğundan kurtardığınızda, yani ki detaylarını budadığınızda, bir yönüyle bilmeyi kolayladığınızı sanabilirsiniz. (Basit beyinler böyle düşünür.) Fakat siz aynı zamanda bilgiyi biçmişsinizdir. Farklı durumlarla karşılaştığınızda yanılmanızı engelleyecek inceliklerinden etmişsinizdir. Bakış açınızın kutucuğuna sığsın diye koca manzarayı makaslamışsınızdır. Bu yüzden derim ki muhterem kârilerim: Fıkıh diye birşey varken Hacivat gibi "Yâr bana bir ilkesellik medeeet!" diye nara koyurmanın, hakikate daha iyi sarınmak bağlamında, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Hatırlarsanız, tabii okuduysanız ancak hatırlarsınız, bir önceki yazımızda Bektaşîlik ile hevâ arasındaki bağı konuşmuştuk. Bediüzzaman'ın Bektaşîlikle ilgili anlattığı bir fıkrayı, yine onun hevâyı tarif için kullandığı bir cümleyle bağlamış ve oradan da yine hevâya atıflı bir ayete doğru salınmıştık. Şimdi yeri geldi. İlkeselliğin basitleştirici mahiyetini konuşurken merhum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'de Bektaşîliğe dair söylediği birşeyi de analım: 'Hikaye basitleştirmekten hoşlanan Bektaşî zihniyeti...' Evet. Bence bu tesbitin yazımıza bakan bir tarafı da vardır. Çünkü hem 'ilkesellik' hem 'Bektaşîlik' hem de 'hevâilik' bükebileceği, kaydırabileceği, saptırabileceği, başka anlama getirebileceği bir yalınlık ister. Takdir edersiniz ki birşey basitleştirildikçe, netleştirici detaylarından kurtarıldıkça, onda yanılmak da kolaylaşır.

"Ahmed 27 Haziran 2019 akşamı saat tam 20:00'de ilkesellikle ilgili yazısına başladı!" cümlesini "Ahmed 20:00'de yazılarına başlar!" diye ilkeselleştirseniz, 27 Haziran'da doğruyu tuttursunuz, amma 28 Haziran'da işler karışır. Çünkü Ahmed'in somutluğu daha fazla detay içerir. Belki yazmalarına dair bütün rivayetler toplansa çıkacak ilke şu olacaktır: "Ahmed için belirgin bir yazıya başlama saati söylenemez!" Ancak durun. Acele etmeyin sakın. Bu da tam doğru değildir. Çünkü belki bazı günler de saatle yazıya başlamış olabilir Ahmed. Görüyorsunuz ya. İlkeye bağlamak için illa birşeyleri kapıya atmaya çalışıyorsunuz. (Kaideler istisnayı bozar illa.) Çünkü en özünde mevzuyu basitleştirmek için somutluğu biçiyorsunuz. Fıkıhsa bunu yapmıyor işte.

Fıkıh kitaplarını incelediğimiz muhteşem bir detaycılık görürüz. Aleyhissalatuvesselam seferde nasıl yapmıştır, mukimde nasıl davranmıştır, misafirlikte nasıl eylemiştir, evinde nasıl fiillemiştir, filancayla beraberken neden öyle demiştir, falancayla beraber neden böyle söylemiştir vs. Mümkün mertebe her detayın ortaya çıkarılarak ona ait hükmün/somutluğun ortaya konmaya çalıştığı görülür fıkıh kaynaklarında. Yani her durumun 'kendisine özel olarak' aydınlatılmaya çalışıldığı nazara çarpar. Bu sayede ne başarılır peki?

Elhamdülillah. Yanlış ilkenin yanlış durumda kullanılmasının önüne geçilir. Örneğin: "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin "Yatsıyı kıldıktan sonra bir-iki kadeh parlatmakta bir beis yoktur!" diye ilkelenmemesini engelleyen şey fakihlerin o ayetin hükmünün nesholduğunu bize bildirmesidir. Yani fıkhın istisnaları/farklılıkları kollayan mahiyeti ilkesellikte bulunmaz. İlkesellik toptancılıktır. Fıkha kıyasla basitliktir. Kolaycılıktır. Üstünkörülüktür.

Çok konuştum. Yazı da uzadı gitti. Fakat sanıyorum girizgâh kısmında meramımı güzelce anlattım. İnşaallah o uzunluk da kısa gelmedi. Şimdi mevzuun Münazarat okumalarına bakan yüzüne dokunmak istiyorum. Evet. Bediüzzaman'ın Münazarat'ın yazıldığı dönemde konuştuğu bir sosyoloji var. Üzerine konuştuğu bir siyaset var. 'Meşrutiyet-i meşrua' dediği bir sistem var. Var, var, varoğlu var. Münazarat'ı doğru anlamak için öncelikle analiz edilmesi gereken birçok detay var. Fakat Münazarat okumaları yapanların bu hususlara bakmak gibi bir telaşları var mı? İçimden geçeni açıklıkla söyleyeyim muhterem kârilerim: Hak getire! Böyle bir telaşa hiçbir yerde rastlamadım.

Hasbelkader sesimi çıkardığım yerlerde de 'sus-pus' edildim. En nihayet vardığım kanaat şu oldu: Kimse konforunu terketmek istemiyor. Bu zor işe eğilmek istemiyor. Meşrutiyet ile demokrasinin uyumunu, İttihat ve Terakki ile CHP'nin nüanslarını, Bediüzzaman'ın o gün konuştuğu sosyoloji ile bugün bizim sahip olduğumuz sosyojinin ayrımlarını hiçkimse gündemine sokmuyor. 'Kime söylenmiş'i bıraktım 'ne makamda söylenmiş'i umursayan da kalmadı. Halbuki, bırakınız böyle araya asır girmiş farkları, Urfa'dan İzmir'e geçsek ne büyük farklılıklar yaşıyoruz kimse düşünmüyor.

Misalen: Bana sorsanız ki "Çarşafın yasaklanıp-yasaklanmaması hususunda Urfa'da referandum yapılsın mı?" Ben derim ki: "Yapılsın!" Çünkü Urfa'da İslam aleyhinde böyle bir hüküm çıkmayacağına eminimdir. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendireceği demokrasiye din namına da güvenirim. Ama beni alıp İzmir'e götürseniz, "Aynısı burada olacak!" derseniz, endişelenirim. Çünkü referandumdan ne çıkacak emin olamam. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendirdiği demokrasiye emniyet edemem. Din namına derim ki: "Burada çarşafı oylamak doğru değildir." Hülasa: Sosyolojinin farklılaşması demokrasinin sonuçlarına din namına beslediğim hisleri de değiştirir/değiştirebilir. En azından "Demokratik olan her zaman dinîdir!" veya "Dinî olan her zaman demokratiktir!" gibi genellemeci bir muğalataya düşmem inşaallah.

Buradan şuraya gelelim: Bediüzzaman Münazarat'ta meşrutiyete geçişte din adına elbette hiçbir endişe duymuyor. Belki iktidarların dine muğayir hareket edeceğini/edebileceğini de sanmıyor. Çünkü Osmanlı sosyolojisi ile konuşuyor. Solculuğun/sekülerliğin, en azından avamî boyutta, 's'si bile görünmemiş bir toplumsallıkta veriyor hükümlerini. Halkın dindarlığı bugüne göre çok çok üst düzeyde. Dinî hayatın tezahürleri sosyal hayatı yönetiyor. Medreseler hayatta. Halife başta. Her eylemin meşruiyet kaynağı olarak mizana vurulduğu yer din. Ve o toplumsallığın inşa edeceği meşrutî sisteme emniyet ediyor Bediüzzaman.

Meselenin bu kısmında hakverilmeyecek birşey yok. Fakat bunu alıp hiçbir incelikli okuma yapmadan günümüze taşımak ne kadar doğru? Mesela; sisteminde Meşihat-ı İslamiye'ye 'denetleyici' bir fonksiyon öngörülen meşrutiyet-i meşruayı, icraatları hakkında Diyanet İşlerine ağız açtırmayan laik demokrasiyle eşleştirmek ne kadar doğru? Mesela; Bediüzzaman'ın 'içinde Kürdistan uleması/meşayihi kadar ulema/meşayih bulunduğunu söylediği' İttihat ve Terakki'yi, dine muarızlığı hakkında çok eleştiler serdettiği CHP ile eşleştirmek ne kadar doğru? Hepsinden önemlisi: O zamanlar şartlarına bağlı olarak söylediği şeylerden kaideler çıkararak onlarla bugünde mesafe almaya çalışmak ne kadar doğru? Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyup söyleyin:

Bediüzzaman'ın gözünde Enver Paşa ile Mustafa Kemal bir mi? Bu kişilerin kurduğu/yönettiği teşkilatlara bakışı bir olabilir mi? Bu sathîlik Nurculuk adına da ayıp değil mi? Mecelle'deki kaideleri mi hatırlatacaksınız bana? Onu da yanlış biliyorsunuz. Kaideler Mecelle'de delil getirmek için değil sonucu toparlamak için, desteklemek için, izah etmek için dillendirilir. Deliller yine fıkhın usûlüne bağlıdır. Fakat tabii bunlar yine duymak isteyene. Yoksa köre ne? Hasılı muhterem kârilerim: Münazarat'tan çıkarılan ilkelerin Yeni Said'e pek danışılmaması unutkanlıkla yapılan hatalardan değildir. Ya? Yeni Said dönemindeki tecrübeler Münazarat'taki ilkeleri bozmaya meyyaldir de ondan öyle yapılır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayı bozar her vakit.

26 Haziran 2019 Çarşamba

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (2)

Hani başka yazılarımda da değinmişimdir: İslamî gruplar/bireyler içindeki sapmalar 'ikincil niyetler' üzerinden başlıyor. Örneğin: Adam Kur'an'ın başına oturuyor amma ondan hakikati öğrenmek için değil. Kafasında hakikatin ne olduğuna çoktan karar vermiş zaten. Mushafı "Bakalım hangi ayeti beni destekliyor?" diyerek açıyor. Ve evet, bir sırr-ı imtihan gereği, başkalarına "Yok artık!" dedirtecek ama kendisine "Ulan aferin!" gibi görünen birşeyler çıkarıyor oradan. Bu sadece Kur'an'da mı yaşanıyor peki? Hayır efendim. Hadiste, tefsirde, fıkıhta vs. Her ilimde-bilimde kendi kanaatini destekleyecek kanıtlara ulaşıyor bu 'ikincil niyet' sahipleri. Hatta, Kur'an'ın kendi ayetleri hakkında buyurduğu, fakat belki kainat ayetlerine de teşmil edilebilecek bir düstur, bu tarz tezahürlerle daha görünür oluyor. Evet. Her yeni ayetin gelişiyle hem mü'minlerin imanı artıyor hem de kâfirlerin dalaletleri. O imanına delil buluyor şu inkârına. Kim-ne niyetle oturursa başına arzusuna uygun olanı alıyor.

Yukarıda anlattıklarımızı şöyle bir misalle fehmimize yaklaştıralım: Bir hazine sandığına sahipsiniz diyelim. Bu sandıkta bilumum mücevherler mevcut olsun. Zümrütü, yakutu, elması, akiki, bilmem nesi, hepsi takı takı içinde takırdasın dursun. Aman, bin maşaallah, hiç gözümüz yok. Kavga çıkmasın şimdi. Hepsi de sizin olsun. Siz de akşam gideceğiniz davetten önce birşeyler takıştırmak üzere sandığınızın başına gidin. Gidin amma elbette bir niyetle gideceksiniz. İlk seferde niyetiniz şöyle olsun: "Kırmızı bir mücevher bulsam da taksam!" Bu niyetle gittiğinizde elbette sizin için en makbul mücevher kırmızılardan olacak.

Yeşiller, maviler, sarılar, billurlar ne kadar şiddetli gözkırparlarsa kırpsınlar dikkatiniz kırmızılarda kalacak. En nihayet de onlardan birisi seçilecek. Diğer renkler kaybedecek. Fakat bir de şöyle bir niyetle sandığın başına gittiğinizi düşünelim: "Sandıktaki en güzel mücevheri takacağım!" O zaman ne olur peki haliniz? O zaman sandığı daha bütüncül görmez misiniz? Bütün renklere dikkat etmez misiniz? O bütünlüğün herbir detayını birbirleriyle kıyaslayarak sonuca varmaz mısınız? Evet. Aynen. O zaman böyle yapmış olursunuz. Çünkü sandığın başına gelirken bir karara sahip değilsiniz. Size kararın ne olduğunu biraz da sandıktakiler öğretecek/söyleyecek. Buna müsaade ederseniz, inşaallah, doğruyu bulursunuz. Allah cümlemizi seçimini istikametle yapanlardan eylesin.

İşte, Kur'an'daki ayetler de, sünnetteki hadis-i şerifler de, hatta onlardan ilham alınarak istikametle yazılmış sair eserler de, derecesine göre, şu sandıktaki mücevherler gibidir. Başlarında durup 'hidayetini' arttıran da olur 'dalaletini' arttıran da. Hidayetini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Dalaletini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Fakat ikisi arasında şöyle bir nüanstan bahsedilebilir: Hidayetin müşterisi hakikatin tam tezahürü için doğrulayan-doğrulamayan bütün verileri karşısına alıp yorumlar. Elinden geldiğince her ikisine de söz verir. Dinler. Sonra kalbinde galip gelen görüşe göre hareket eder. Dalaletin müşterisiyse kanaatinin tezahür edebilmesi için kendisini doğrulayan (doğruladığını sanrıladığı) verileri karşısına alıp konuşur. Bu yanlı okuma da elbette onu en nihayet kendi kanaatine hakvermeye götürür.

Yani; hakikati arayan, ruhunu Cenab-ı Hakkın hidayetine açar ki, doğru 'beklentilerinden zarar görmeyecek şekilde' tecelli etsin. Değiştirecekse değiştirsin. Döndürecekse döndürsün. 'Göre'sine dayanak kollayansa, bakış açısını aradığı delilin renginden başkasını sokmayacak şekilde daraltır ki, hasbelkader başka birşey öğrenmesin. Başka birşey gösterilmesin. Değiştiren kendisi olsun. Kıyas kendisi olsun.

Böylece ikisinin eşyayla muhatabiyetleri kendi içlerinde farklılaşır. Aynı metni okusalar bile buldukları/anladıkları başka olur. Tıpkı; namaz kılmayışını "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin sadece "Namaza yaklaşmayın!" kısmını okuyarak gerekçelendiren Bektaşî'nin fıkrasında olduğu gibi. Mürşidim de bu sadedde der: "Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir." Böyle demekle de Furkan sûresinin şu hükmüne fehmimizi yaklaştırır: "Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?" Tebliğ, yani hakikatin bilgisi, ancak 'ondan doğruyu öğrenmek isteyeni' cennetine götürebilir. Tebliğle yalnız 'hevalarını doğrulamak için' muhatap olanlarsa nübüvvetin vekaletinden faydalanamazlar. Başlarında koruyucu bulamazlar.

Bu uzun girizgâhın ardından asıl konumuza gelelim: Risale-i Nur okumalarında da, özellikle Münazarat tefekkürlerinde, benzeri çarpıtmaların yaşandığını düşünüyorum ben. (Bazılarına bizzat şahit de oldum.) Peki bu arıza en çok neyden yaşanıyor? Hazinenin bütünlüğünün ıskalanmasından. Yani Bediüzzaman'ı, eserlerini, ifadelerini veya hatıralarını parçalara ayırmaktan. Bu parçalardan işe yararlarını derleyip 'o yalnız bunlardan ibaretmiş gibi' sunmaktan. Halbuki İslamî ilimlerin usûllerini incelersek görürüz ki: Hüküm çıkartılırken mevzu ile ilgili (birbirleriyle çelişen-çelişmeyen) bütün delileri toparlayabilmek, hepsini topyekün ele alabilmek, sonra aralarında kıyaslamalar ve tefekkürler yapabilmek esastır. Selef-i Salihînin bize öğrettiği 'sağlıklı yargıya ulaşma metodu' budur. Bu nedenle büyük fâkihler aynı zamanda büyük muhaddislerdir. Böylesi ilimlerin birbiriyle kuvvetli bağıdır ki, hocalarını, 'birkaçında birden icazet sahibi olmaya' yönlendirmiştir. Yani ulemamız bütünü mümkün mertebe kuşatmanın hakikate yaklaştırıcılığına inanmışlardır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin.

Fakat bugün bir kısım Nurcular arasında iş nasıl dönmektedir? Ben bir tane örnekle izah etmeyi deneyeyim: Şimdi, diyelim ki, benim Nurcu kardeşim bir garezle 'daha dindar olanı' değil de 'daha seküler olanı' siyaseten yetkilendirmeye karar vermiştir. Bunun demokrasinin kutsallarına daha uygun olacağına inanmıştır. Ancak bunu öylece "Ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum!" diye söyleyemez. Ya? İlla ucunu Risale-i Nur'a bağlar. Olabilir ya, kendi hatası gibi değil, mürşidinin seçimi gibi sunmaya çalışır. Hatta, yalnız kendisi yetmiyorsa, yani çevresini de ikna etmek istiyorsa, elbette işi kanaatine güvenilir mürşide bağlamak çok daha faydalı olacaktır. Peki ne yapar o zaman?

Evvela Münazarat'a gider. Münazarat'ta bulamazsa Eski Said'in diğer eserlerinin kapısını çalar. Fakat genelde Münazarat'ın mağdur edilmesi yeterli olur. Oradan yeterli ekmek çıkar. Sonra oradan niyetine yakıştırıp seçtiği bir metni Risale-i Nur'un bütününden kopararak bir şerh çalışmasına tâbi tutar. Sonra da bu şerhini "Başkaca düşünülemez!" şekilde dayatır. Hadi bakalım. Hayırlı olsun. Artık o metni okuyan başka şekilde anlayamaz. En azından çoğunluk buna uğraşmaz. Eh, ne de olsa, hazırın üzerinden yürümekte de entelektüel bir rahatlık vardır.

Bunlardan bir tanesi, mesela, yine Münazarat'ta yeralan, "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" suali ve cevabıdır. Ne işe yarar bu sual ve cevap? Efendim, dedim ya az önce, sözgelimi CHP'yi başa geçirmeye karar verdiniz. Ay, pardon, öyle dememiştim. Özür dilerim. Düzelteyim: Alternatiflerden daha seküler olanı siyaseten yetkilendirmeye karar verdiniz. (Böyle daha cici oldu değil mi?) İçinizde bir şekilde bu arzuya vardınız. Eh, arzudur, varılır. Birşey denmez.

Ancak birtek sizin arzulamanızla olur mu iş? Cık, ı-ıh, e-eh! Hep beraber kafamızı yukarıya doğru sallayalım: "Oooolmaaaz!" Toplumun da ikna edilmesi gerekir. "Cübbesiz Ahmed efendi böyle düşünüyor!" denilince de kimse ikna olmaz. Ya ne yapılacak? Varırız Bediüzzaman'ın kapısına. Belki Bediüzzaman'ın dindar vicdanları tatmin edecek 'daha seküler olanın zararsızlığı'na dair beyanı vardır? Yok mudur? Aman, birebir tutmasın canım, şöyle kıvırtılacak yok mudur? Hop, işte, mezkûr sual ve cevap tam da bu noktada yardıma çağrılır:

"İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz."

Yahu 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş' falan boşverin bunları. Pekâlâ bu metni kıvırtabiliriz. Eveeeet! Evreka! Bulduk! Buradan 'devletin alabileceği halden din namına endişelenmemeye' bir delil çıkarılabiliyor. 'Daha seküler olanın seçiminden İslam adına korkmamaya' bir karine bulunabiliyor. Metin tam olarak bunu söylemiyor mu? Boşver aslanım. Metnin aslında ne söylediğini kim-ne yapsın? Herkes kendi fikrini arıyor zaten metinde. Hatta arzusunu arıyor. Ona vardıktan sonra tam tersini söylese ne olur.

Tabiat Risalesi'nin başındaki cümleler mi? Üfff, ne gıcık çıktın sen ya, ne diyormuş peki orada? Dur bakalım: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Burada biraz endişeli mi görünüyor? Hııımmm. Şeeeey. Eeheemm. Bu endişe değil canım. Şey olmuş şey. Neyse, boşver bunu, çok önemli değil.

Başka da mı var? Mesela ne var? "Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Sirâcü'n-Nur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir." Ne takılıyorsun böyle şeylere. Ben sana işin kolayını gösterdim ya canım. Fazla karıştırma. Münazarat'a baksana sen. Cambaza bak cambaza.

Ha? Ne? Yeni Said'in siyasete temas eden metinlerinin genelinde devletin kimin elinde olduğundan endişelenir bir mahiyet mi var? DP'nin başa geçmesine bu yüzden mi çok seviniyor? Üstelik sahada yaşananlar da devletin kimin elinde olduğuyla müslümanların dinini daha rahat yaşamasının birbiriyle orantılı olduğunu mu vurguluyor? Amaaan ya! Geç bunları. Bunlarla işimiz yok. Biz zaten doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Bunu Münazarat'a bakmadan önce de biliyorduk. Münazarat'a bakışımızın sebebi de zaten "Doğruyu doğru bilmiş mi bakalım Üstadımız?" öğrenmek içindi. Varsın Bediüzzaman'ın bütün hayatı, bütün metinleri, bütün duruşları bizi doğrulamasın. Bir yerde kendimize tevil edilecek malzeme bulduk ya. Tamamdır. Sen çok kurcaladığın için mutlu olamıyorsun. Kurcalama. Arzula. Abilerinin latif rüzgârına bırak kendini. Onlar da liberal aydınların rüzgârında kanat vuruyor zaten. Sakın tereddüt etme. Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir Münazarat, biraz da saflık. Evet. Bencileyin söylersem: Halipürmelalimiz budur muhterem ablalarım-abilerim.

25 Haziran 2019 Salı

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (1)

Biz görmedik ya anlatıyorlar. Bir zamanlar Türk milliyetçiliğinin şöyle bir tartışması varmış: "Türklük mü önce gelir yoksa İslamlık mı?" Kimileri "Türklük!" der, sonra semaya doğru ağzını diker ve şöyle candan-ciğerden bir "Aaauuuuuu!" çekerlermiş. Yani, hâşâ huzurdan kârilerim, ulurlarmış. Kimileri de "İslamlık!" der, sonra ciğerlerini taze bir rüzgârla doldurup, akabinde kelime-i tevhidi şahitleri kılarlarmış. Elhamdülillah. Şimdi benzeri bir tartışma Nurcuların kucağında da büyüyor. Onun da şablonu şöyle: "Demokrasi mi önce gelir yoksa din mi?"

Tabii milliyetçilerin hakkını yemeyelim. Onlar ideolojilerini her zaman daha açıktan tüketmeyi seçtiler. Nurcuların hesaplaşmaları ise derinlerde/sessizlikte yaşanıyor. Perdeli yürütülüyor. Saman altından yol alınıyor. Zira Nurcular özlerinde, elhamdülillah ki elhamdülillah, dinî bir hareketler. Ve dinî bir hareketin mezkûr sual gibi bir cümleyi kurması, yani tutunmak istediği herhangi birşeyi açıkça dinin karşısına koyması, düşünülemez. Ya? Daha gölgeli şekilde sürer bizde mücadeleler. Daha alengirli yollar izlenir. Atılacak adımların ötesine-berisine "Aman kazlar uyanmasın!" hassasiyetiyle daha bir dikkat edilir.

Hasbelkader bu yolu gerektiğince izlemeyen çıkarsa, yani ki hırs yapılırsa, ümmet de alnına kaşeyi basar ve onu derhal ıskartaya çıkarır. Iskartaya çıkan da tartışmaların içine bir daha dönemez. Dönse de aynı etkiyi gösteremez. Çünkü varacağı yer anlaşılmıştır. Varacağı yer anlaşılınca birlikte yürümek isteyenlerin sayısı da azalır. Malum ya, hakkında hadis-i şerif de vardır, ümmet dalalet üzerine birleşmez. Bunun yazımızla ilgili bir türevini şöyle dillendirebiliriz: Ümmet dalalete gidildiğini bile bile hiçbir argümanın peşine düşmez. Ama? Ama bilmezse düşer. Düşürülebilir. Bu nedenle dinî hareketlerde sapmalar 'senin-benim-Mehmed amcanın' kadarcık kalmaz. Kitleselleşir. Bünyeyi sarar.

Çünkü dinî hareketler tartışmalarını açıkça yürütmezler. Azar azar, tevil tevil, yorum yorum, gıdım gıdıp, sapmacık sapmacık, tabir-i caizse yağmurseven edasıyla (sümüklüböcek tabirini sevmiyorum) yürümeyi tercih ederler. Bu küçük ayaklı seferîlikler elbette devrimler gibi hemen sonuç vermezler. Fakat yeterince sabrederseniz, Hz. Ali sevgisinden bir Şiilik, Hakem ayetinden bir Haricilik, Tevhid ayetlerinden bir Selefilik, demokrasi muhabbetinden de bir CHP'cilik çıkarabilirsiniz. Ay, ben ne dedim, pardon. Son kısmı dikkate almayın. Ağzımdan kaçtı. Şimdi söylememem gerekiyordu bunu.

Orwell, Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'de der ki: Demokrasilerde doğruya ulaşmak totaliter rejimlerden de daha güç bir hale geliyor. Neden? Çünkü totaliter rejimler zaten halkın düşüncesine önem vermedikleri için gerçeği çok iğreti şekillerde çarpıtıyorlar. Halk da çarpıtılanın gerçek olmadığını farkediyor. Ama demokrasiler halkı etkilemek, manipüle etmek ve kendileriyle beraber sürüklemek zorundalar. Bu nedenle bilgiyi avamın uyanamayacağı şekillerde bükebiliyorlar. Bu meşum yetenekte kendilerini geliştiriyorlar.

İşte dinî hareketlerde, Allah eksikliklerini göstermesin, işin böyle bir riskli yanı var: İstikametten sapmaya görsün, zehirli meyveleri kırk yıl sonra ortaya çıkıyor, evvelinde ancak ferasetli gözler tarafından sezilebiliyor. Ve bu teşhis güçlüğü nedeniyle hastalık bünyeyi sarmış oluyor. Tedavi müşkülleşiyor. Hatta imkansızlaşıyor. Bazen kıyamete kadar yaşayacak bir fırka-i dalle vücuda geliyor. Çünkü onların da, tıpkı demokrasilerde olduğu gibi, kitleleri etraflarında tutmaya temayülleri var. Evet. Şu kesin: Herhangi bir seküler aydın İslam toplumuna meydan okuyarak konuşabilir. Hakkında neler denileceğini umursamayabilir. Ancak sapkın bir kanaat önderi böylesi bir meydan okumayı göze alamaz. Çünkü bu zeminde işler öyle yürümez. Bu yüzden kafasındaki kaymaya etrafındaki kuşları ürkütmeyecek bir yol döşemek zorundadır.

Bu nedenle birincisi "Mini etek giymek kadının özgürlüğüdür!" diye bağırabilir de ikincisi Adnan Oktar gibi tutup mevzuyu Kur'an'daki tesettür emrine, bu emrin kat'iliğine, bu kat'iliğin teviline, bu teville beraber kuşanılabilecek tesettür şekillerine falan getirir, yani işi dallandırıp budaklandırır, herşeyi azar azar havaya kaldırır, altlarını oylum oylum oyar, ağzına bakan kalpleri gıdım gıdım çevirir, sonra en mutaassıp tâbileri bile bir noktada ikna olup "Kur'an aslında mini etek giymeyi yasaklamıyor!" demeye başlar. Disko müzikleriyle hoppala hoppala kıvırtır. Hatta bunu ibadet olarak sanrılar. Halbuki yolun başında aynı kişilere rastlasanız belki bu şu sözden 'nevzubillah' çektiklerini duyacaktınız. Şimdi duyamazsınız. Çünkü süreç onları da bir kıvama getirdi.

Buradan şuraya bağlayalım: Mürşidimin Münazarat isimli eserinde 'istibdad-ı ilmî' dediği birşey var. Maalesef bu kavramlaştırmanın geçtiği yer Münazarat'ta en yanlış anlaşılan yerlerden birisidir. Daha doğrusu: Her nasıl olmuşsa olmuş, metnin en aktif yorumcuları elinde ehl-i sünneti suçlayıcı bir yorum gelişmiş, fakat isabetine dair hiçbir eleştirel süreç yaşanmamıştır. Kanaatimce; Nurculara da sirayet eden modernist bir damar, geleneği suçlamaya dayanak ararken bu metne rastlamış, "Belki işime yarar!" diyerek üzerine bir analiz yumurtlamıştır. Kimse de "Hakikaten bunu mu söylüyor?" diye sormayınca, mezkûr yorum genel-geçer hale gelmiş, istibdad-ı ilmî hakkında kendisine has istibdad-ı ilmîsini oluşturmuş. Fakat ona varmadan önce metni alıntılayalım:

"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."

Adım adım ilerleyelim: 1) Bu metnin içinde/devamında Bediüzzaman'ın ehl-i sünneti suçlayıcı bir izahı yoktur. 2) Bu metnin ne öncesinde ne de sonrasında ehl-i sünnete dair (konuyla ilgili-ilgisiz) olumsuzlama yoktur. 3) Münazarat'ın genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir menfî yaklaşım yoktur. 4) Risale-i Nur'un genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir olumsuzlama yoktur. 5) Bilakis Bediüzzaman'ın kendisini de ehl-i sünnetten saydığını gösterir şekilde kullandığı birçok ifade vardır. 6) Ehl-i hak ve istikametin ehl-i sünnet olduğunu belirtir birçok ifadesi vardır. 7) Mezkûr dönemlerin 'ümmetin en faziletli zamanları' olduğuna dair cümleleri vardır. 8) Selef-i salihînin müstebitlik yaptığına dair hiçbir ifadesi yoktur. 9) Bu bid'a fırkaların başlangıçlarının Hulefa-i Raşidîn dönemine kadar izleri sürülebildiğine göre, Bediüzzaman'ın Hulefa-i Raşidîn dönemini hiçbir zaman istibdatla suçlamadığı hatırda tutulmalıdır. 10) Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasını istibdatla suçladığı vâki değildir. Her neyse. Adımlar çoğaltılabilir. Sonuçsa şudur:

Bu metnin bir ehl-i sünnet eleştirisi olduğu metazoridir. Yani ehl-i sünnetin zorbalığından dolayı dalalet fırkalarının ortaya çıktığı-tutulduğu-yayıldığı düşüncesi bu metinden hareketle söylenemez. Bu, Umberto Eco'nun tabiriyle, metne uygulanmış bir 'aşırı yorum'dur. Ve 'sahici yorum'u 'aşırı yorum'dan ayıran şey; metnin bütünlüğüne, yazarın tüm metinlerinin bütünlüğüne ve yazarının genel duruşunun bütünlüğüne uygun/uyumlu olmasıdır. Eğer böyle bir uyum kollanmazsa, bu yorum çıkartmak değil, düşünce dayatmak olur. Arzuya fikir sûreti giydirmek olur. Bugün Kur'an üzerinden yeni bir din inşasına girişen modernist-reformist-bid'a akımların düştüğü yanlış da budur.

Burada asıl suçlanan; cadde-i kübra, sahabe mesleği, istikamet dairesi, fırka-i naciye ehl-i sünnet ve'l-cemaat değil; bu fırkaların kendi içlerinde oluşturdukları ilmî istibdattır. Bilgi/yorum tekelciliğidir. (Zaten ehl-i sünnetin kanaatini zorbalıkla yaydığına dair, oryantalist okuyuşlar dışında, bir kanıt da bulamazsınız.) Yani bu fırkalar ilmî istibdatları sayesinde toplulukları kitlesel şekilde dönüştürmüşlerdir. Bunu günümüzde örneklemek de basittir. FETÖ sapması, bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanları onlara istibdat uyguladığı için değil, kendi içlerinde bir endoktrinasyon sistemi kurguladıkları için meydana gelmiştir. Onların bu noktada kendi etbalarına nasıl bir 'duvarsız hapishane' inşa ettiklerini az-çok onlarla temasta bulunanlar bilirler. İşte ilmî istibdat budur. Ve bu ilmî istibdat onların fırkalarını büyütmüştür. Yavaş yavaş ama kalıcı şekilde tâbilerini dönüştürmüştür. Ki bazılarını halen ayıltamıyoruz.

Yani, bıraktıkları talebelerden kendilerine muhalif müçtehidler çıkabilen bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik, bir İmam-ı Şafii, bir İmam-ı Ahmed b. Hanbel (radyallahu anhum ecmain) değildir müstebit olan; asıl müstebitler, kendi görüşlerinden farklı görüş duyunca kulaklarını kapayan ve kapattıranlardır. Delilsiz yorum yapanlardır. Bu yorumları dayatanlardır. Salih selefimiz değildir.

Çok dağıttım. Şurada toparlayıp bitirmeye çalışayım: Arkadaşlar, bugün de 'demokrasi-din' ikilemi üzerinden yürütülen bir endoktrinasyon var. Ağır yürüyen bir iş fakat meyveleri de görülmüyor değil. Bediüzzaman'ın meşrutiyet-i meşruaya, meşverete, istişareye, dindar demokratlara taraftarlığı üzerinden neredeyse 'dininin demokrasi olduğu' noktasına varılıyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bu arkadaşlar, bazı noktalarda 'daha dinî' ile 'daha demokratik' olanın arasında kalınsa, Bediüzzaman'ın seçiminin 'daha demokratik'ten yana olacağını söyleyebiliyorlar. Bu nedenle Liberal söylemleri de kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Malum perspektifte artık odağın din değil demokrasi olduğunu, yani araç ile amacın birbirine girdiğini, hatta dinin demokrasi için araçsallaştırıldığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Halbuki yazdıklarından-çizdiklerinden biz görüyoruz. Her neyse. Bu yazıda bu işi toplayamayacağım galiba. Bir sonraki yazıyı tastamam buna hasredelim. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tan. İstikametimizi de ondan dileriz.

Yıldızlar kaybolurken neden Allah'ı anayım ki?

Şualar'da bir kısacık mektup var. Allah ikisinden de razı olsun. Bediüzzaman'ın talebesi Re'fet abiye yazdığı bir cevap. Şöyle başlıyor: "Âlimâne suallerin Risale-i Nur'un Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından senin suallerine karşı lâkayt kalamıyorum." Re'fet abinin neyi sorduğunu ise mektubun şu kısmından sezinliyoruz:

"Madem, Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder."

Yani? En doğrusunu Allah bilir amma sanki 'işarî tefsire' dair bir izaha ihtiyacı var Re'fet abinin. Sorusu da büyük ihtimal bunun üzerine. Bediüzzaman da, müfessirlerin ekserce yaptığı tefsirler ile aynı ayetlere yapılan işarî tefsirlerin, elbette ehl-i sünnet usûlüne bağlı kalınmak şartıyla, birbirlerini yanlışlamadığını, Kur'an'ın her muhatabına 'onun ihtiyacına göre görünür' şeyler de söyleyebildiğini, bunun da kelamullahın mucizeliğinin bir başka yönü olduğunu vurguluyor.

Ve devamında Tur sûresinin 49. ayetinden misal getiriyor: "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" Ayetinin manasının hem sünnet olan 'teheccüd namazına' ve hem de sünnet-i müekkede olan 'fecir sünnetine' işaret ettiğini, müfessirlerin de genelde bu manaların üzerinde durduklarını söylüyor, ancak şunu da fısıldamadan elimizi bırakmıyor: "Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var."

Daha evvel de bir yazımda belirtmiştim: Ben bir hocanın talebesine bıraktığı boşlukların onun yetişmesinde büyük öneme sahip olduğuna inanırım. Fakat yanlış anlaşılmasın. Bu boşluklar talebeyi 'ne yapacağını bilemez' hale düşürecek türden boşluklar değildir. Yani yoldan çıkarıcı boşluklar değildir. Ya? Bu boşluklar talebeye 'nasıl balık tutulacağını' öğrettikten sonra oltanın, sandalın ve gölün karşısına bırakıp "Hadi bakalım!" demek gibidir. Eğer bu "Hadi bakalım!" denmezse, talebe kendi balığını tutma konusunda boşluğa düşürülmezse, aldığı bilgi teorik düzeyde kalır. Fiiliyata geçemez. Meleke olup yerleşemez. Ancak kendi boşluğundan boğulmadan çıktıktan sonra talebe ilmine güvenir. Tıpkı suyun üstünde kalmayı başaranın artık yüzüşüne güvenmesi gibi.

Bediüzzaman'ın da eserlerinde bu türden bıraktığı boşluklar var. Hatta ben Kur'an'ın bütün ayetlerini tefsir etmeyişini de böylesi bir cesaretlendirici boşluk olarak görüyorum. Tabii benim gibilere değil. Ehli olanlara. Ancak; velev ki deniz, göl, nehir olmasın; bizim de yüzebileceğimiz sular var. Sineğe damla da bir denizdir. Tutup Rahman sûresini tefsir edebilecek halimiz yok. Amma, yukarıda işaret edildiği gibi, bazı ayetlerden rızkımız olan işarî tefsirleri çıkarabiliriz. Evet. Ancak sakın ki ehl-i sünnet çizgisinden sapmayalım. Hevamıza koşmayalım. Salih seleflerimizin hükümlerine bağlı kalalım, inşaallah, âmin.

İşte, mezkûr mektuptan cesaret alarak ben de, "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" ayetini tefekkür etmeye başladım. İlk gördüğüm şu oldu: Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih etmek bir tedbir. Yıldızların kayboluşunda tesbih etmek ise bir ihtiyaç. Neden böyle söylüyorum? Çünkü kırsalda yaşamışlığım var. Yalancı ışıkların olmadığı yerlerde yıldızların anlamını iyi bilirim.

Yıldızlar ümittir. Yıldızlar güvendir. Yıldızlar kaybolmanın önündeki engeldir. Geceleyin yıldızlar arkadaşınız gibi olurlar. İnsan herşeyi ancak kıyasla bilebilen bir canlı olduğu için yıldızları görmekle kendi varlığından ümitlenir. "Onlar ordaysa ben de buradayım!" der. Burada olmak neşesini alır. Ama ya hava kapandığında? Allah Allah! Hava kapandığında insan korkunun en ağırını yaşar. Ne yöne gittiğini kestiremez. Nerede olduğunu kestiremez. Işık namına son ümitleri de ellerinden alınmıştır. Yani demem o ki: Gecenin bir kısmında tesbih etmek, sonrasında yıldızların kayboluşunun da anılmasıyla, esasında Allah'a körkütük bir karanlıkta bırakılmadığı için şükretmektir.

Allah Rahman'dır. Geceyle bizi muhatap kıldığında bile, hâşâ, zalim değildir. Zülcelali ve'l-İkram'ın celal içre ikramları pekçoktur. Geceyle korkutursa yıldızlarla da ümit verir. Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih ettiğinde, yani onun kusurlardan noksan olduğunu kendine hatırlattığında, bunun delillerini görücü niyetlerle varlığa baktığında, yıldızların nimetiyeti yüzüne tebessüm eder. "Böyle merhametli bir Sultan bana zulmediyor olamaz!" farkedişiyle keder-savar ümitler gözlerini sana kırpar. Yıldızlar gibi yanıp yanıp sönerler. O yanıp yanıp sönmeleriyle sanki nazarına 'hişt-pişt' çekerler. Yani dikkatini isterler.

Peki bunları da hesaba katınca tam tersi olmalı değil miydi? Yani, asıl gece tesbihi bir ihtiyaç, yıldızlar kaybolurken tesbih etmek ise bir tedbir sayılmalı değil miydi? Hayır. Böyle değil. Çünkü ihtiyacının şiddeti senin o ihtiyacı hissedişte zayıflayıp-kuvvetlenmene bakıyor.

Aczini hissettiğin yerde zaten yüzün tesbihe âmâde. Arayışında. Allah'a bakıyor. Rahman'ı arıyor. Asıl, Alak sûresindeki ifadesiyle, kendini ihtiyaçtan uzak gördüğünde, yani müstağni saydığında, muhtaçlığını kavrayamadığında azgınlaşıyorsun. Tesbih de bunun için. Bizi körlükten kurtarmak için. Yoksa Allah'a tesbihimizle birşey bağışlıyor değiliz.

Bu açıdan bakıldığında, elbette, seni Allah'a muhtaç hissettiren gecede tesbihin 'teheccüd namazı kıymetinde' bir sünnet; ama-fakat-lakin görece müstağni bir havaya girdiğin fecr vaktinde, yani kendi ayakların üzerinde durduğunu sandığın zamanlarda tesbihin ise 'fecir sünneti kıymetinde' sünnet-i müekkede. Bu bahiste emrin kuvveti senin ona ihtiyacınla orantılı. Gafletten sıyrılmaya ne kadar ihtiyacın varsa o kadar tesbih var. O şiddette tesbih var. O kadar anmalısın. Allahu'l-a'lem.

23 Haziran 2019 Pazar

Bir insan ne zaman Allah'tan belasını ister?

Bakınız, yazıyorum amma korka korka yazıyorum, çünkü yazı bitince "Ulan ne cahil adammışsın!" da diyebilirsiniz. Böyle bir risk var. Neden? Belki sizin için epeydir malum olan birşeyi ben şimdi yeni bir bilgi gibi paylaşacağım da ondan. Efendim, uzatmayayım, hızlıca sadede koşayım. Mevzuun özü şu: Kur'an okumalarımda sürekli denk gelip "Acaba neden böyle?" diye sorduğum bir mesele var(dı). Hani hep soruyor(d)um ama kalbimi tatmin eder bir cevap da bulamıyor(d)um. Kafamda sual-i müşkülküşa olarak bekleyip duruyor(du). Söyleyince hemencecik "Ha o mu?" diyeceğiniz birşeydir de üstelik. O da şudur:

Peygamberleri hakka çağırdıktan sonra isyankâr kavimler şöyle bir argümanı, belki buna 'argüman' değil de 'iddialaşma' demeli, dilegetiriyorlar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Birçok kıssada var bu. Birkaç tanesinin meallerini alıntıladıktan sonra yazıya devam edelim. Yunus sûresinin 48. ayeti haber veriyor: "Onlar 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?' diyorlar." Enbiya sûresinin 38. ayeti haber veriyor: "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu vaad ne zamandır, derler." Neml sûresinin 71. ayeti haber veriyor: "Bir de 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?' derler."

Kur'an'da birşeyin tekrar edilmesi ne demek? 'Onun ayrıca bir önemi var' demek. 'Kaçırmaman için uygun makamlarda tekrar tekrar karşına çıkarılıyor' demek. Hatta 'İlk seferde anladıysan dahi sık sık tekrar et ki unutma!' demek. Kur'an'daki tekraratın böylesi hikmetlere sahip olduğunu Emirdağ Çiçeği gibi metinlerden ders alıyoruz. Elhamdülillah. İşte, mürşidimden böylesi bir dersi aldığım için, şu ayet-i celilelerdeki mananın karşısında da beklentili bir suskunluk içinde dururdum. "Burada neyi kaçırıyorum?" diye düşünürdüm. Şimdi onlardan bir tanesine uyandım. Belki siz bunu çoktan biliyordunuz. Ama ben yeni uyandım. Uyanışımın heyecanıyla da paylaşmak istiyorum. Başlıyoruz:

"Şeytanın İkinci Bir Küçük İtirazı" başlıklı bölümde, İblis, Kâf sûresinin 18-24. ayetleri hakkında soruyor: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Uzun cevabın başında şöyle birşey söylüyor mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzı en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır." Ve yine misal getirdiği bazı ayetler üzerinden diyor: "(…) cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder."

Yani burada ne deniliyor? Anladığımızca aktarmayı deneyelim: Kur'an az kelamla çok şey anlatır. Kısaca söyler ama söylediği yine de uzun olur. Mucizevî yönlerinden birisi de budur. Hatta bunu öyle sanatla yapar ki, ne muhatapların anlayışları yorulur, ne akış bozulur, ne de 'aklın payı' görmezden gelinir. Bir kıssada dikkatimizin çekildiği noktaların hikmeti ayrıdır. Çekilmeyenlerinki apayrıdır. Verdiği detayların hikmeti ayrıdır. Vermediğinin apayrıdır. Açıkça söylediklerinin hikmeti ayrıdır. Söylemediklerinin apayrıdır. Yani Kur'an bazen boşluk gibi görünen 'hikmetli atlayışlar' ile kelamı içinde 'akılla çoğaltılacak' bilgi kaynakları bağışlar bize. Böylece 'istikametli okumalarca çoğaltılabilecek' hakikatler ortaya çıkar.

Gelelim yazımızın asıl konusuna: Kelamı içindeki boşlukları dahi kulları için birer hikmet hazinesine çeviren Alîm-i Hakîm, acaba, isyankâr kavimlerin mezkûr iddialaşmaları ile bize neyi anlatmıştır? Arkadaşlar, elbette öncelikle "Allahu'l-a'lem!" diyerek, benim aklıma şöyle bir hikmet geliyor: Bu azap talepleri aslında o kavimlerin 'çaresizliğini' anlatıyor. Nasıl bir çaresizlik? Peygamberlerin getirdikleri hakikatlere karşı mücadele etmedeki çaresizlik.

Nasıl ki, Mekke müşrikleri, Kur'an'ın "Sıkıyorsa benzerimi getirin!" manasındaki meydan okuması karşısında çaresiz kalarak kabakuvvetle mücadeleye giriştiler. Çünkü Kur'an'ın mucizeliği, hakikati ve hidayeti onları karşı koyma konusunda nâçâr bıraktı. Aynen öyle de: Geçmiş peygamberlerin getirdiği hakikatler de ümmetlerini 'haklı argümanlarla karşı koyma bağlamında' çaresiz bıraktı. Bu tükenişin en son evresinde artık şuna sığındılar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Yani vaadedilen azabın gelmeyişi üzerine haklılıklarını bina edecek kadar çaresiz kaldılar. Delil/yol bulamadılar. Kendi felaketlerini çağırır oldular.

Hülasa: Burada aslında 'peygamberlerin tebliği' ile 'isyankâr kavimlerin azap talebi' arasında atlanmış birçok münazara-münakaşa var. Hepsinden peygamberler galip çıkmışlar. Müşriklerin nihayet vardıkları yerse burası: "Seni yenemiyoruz, ama sen de bizi helak edemiyorsun, naber?" Tıpkı İblis'in kendisine verilen mühlete sığınması gibi bunlar da ellerindeki mühlete sığınıyorlar. Hakikate değil mühlete. Dalalette kalmalarının bedellerini ödemedikleri bir zaman dilimine. Sığınabildikleri yalnız bu. Bu bir açıdan bugünün seküler dalaletine de işaretler taşıyor. Ancak bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Mevzuun o kısmını, Cenab-ı Hakkın lütf u keremiyle, başka bir yazıda ele almayı planlıyorum. Tevfik Allah'tan. Dileriz o Rahîm'den ki bağışına muhtaç bu dilencileri kapısından çevirmesin. Âmin.

21 Haziran 2019 Cuma

Kanserin özgürlüğü olmaz

Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."

Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:

Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.

Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.

Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?

Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?

"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.

Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:

Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."

Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.

Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.

Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.

16 Haziran 2019 Pazar

Bediüzzaman Ekrem İmamoğlu'nu destekler miydi?

"Kimi din öğretimine saldırır, kimi 'bir İslam medeniyeti olmadığını' haykırır, kimi senede bir yıkandığını ve dinsiz olduğunu yazar-söyler, meclislerinde Hz. Muhammed'e iğrenç kelimelerle söver. Halk Partisi kendi gazetelerinde bu zındıklara sözhakkı vermeğe devam ettikçe, unvanının başına 'Cumhuriyet' değil 'Şeriat' kelimesini koysa, yine müslümanlığa ve manevî değerlere saygı beslediğine hiçkimseyi inandıramayacaktır." Peyami Safa, Kavga Yazıları.

Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.

Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.

Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.

İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.

Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.

Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:

"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?

Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?

Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.

Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:

"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."

Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?

Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:

"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."

Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.

Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:

"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."

Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.

14 Haziran 2019 Cuma

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

13 Haziran 2019 Perşembe

Kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var

2008 yapımı The Happening/Mistik Olay filmini izleyenleriniz var mıdır bilmem. Enteresan bir yapımdı. Özet geçeyim: Dünyanın her yerinde insanlar toplu intiharlara başlıyorlardı aniden. Sebebi ise şuydu: Dünya, ona verdikleri zararlardan ötürü, iyice çoğalan insanlara karşı kendisini koruyordu. Bir tür antikor salgılayarak, tıpkı vücudun virüsleri temizlediği gibi, kendisini insanlardan temizliyordu. Onları iyice ilerlemiş bir enfeksiyon gibi görüyordu.

Bugün Yunus sûresini okurken 22. ve 23. ayetler kulağımdan tutup beni kendilerinde konaklattılar. "A acûl âdemoğlu, bizde de hisselerin var, sabırsızlıkla geçme, uğrayıp al!" dediler. Ben de "Eyvallah" dedim. Ellerini öptüm. Sofralarında konakladım. Ağzıma çaldıkları balın tek cümlede toplanışı şöyle oldu: "Dışımızdaki denizler taşıyorsa içimizdeki denizleri durdurmak içindir." Yahut şöyle: "İçimizdeki denizler şaşmasın diye taşırılıyor bazen dışımızdaki denizler." Veyahut da şu: "Dışındaki denizler taşıyorsa bil ki içindeki denizlerin durulmaya ihtiyacı vardır."

Hani basınç konusuna dair şöyle-böyle okuma yapanlar azbuçuk bilirler: Her canlının hayatta kalabileceği bir basınç aralığı vardır. İnsan vücudu atmosfer basıncına dayanır. Fakat suyun altında koruma giysisi olmadan inebileceği mesafe sınırlıdır. Suyun ağırlığı başka etkiler çünkü. Hatta inmeler-çıkmalar sırasında gözetilmesi gereken gavvas hassasiyetlerini kollayamazsa 'darbe' yer. Darbe ne demek? Bir tür basınç çarpması. Sonu ölümle biten bir yıkım.

Peki suyun altında böyledir de yukarılarda işler nasıldır? Özellikle Karadeniz bölgesinde seyahat yapanların tecrübelerine dayanarak size söyleyebileceği çok şey vardır. (Dağcılar hele bu işin en mütehassıslarıdır.) Yükseklere hızlı bir şekilde çıkarsanız oralarda da benzeri bir basınç sarsıntısı yaşarsınız. Kusarsınız. Başınız ağrır. Hastalanırsınız. Korkmayın. Mikrop kaptığınızdan değildir bu. Vücudunuz size yine uyarı vermektedir. Dışınızdaki basınçta meydana gelen değişime hazırlıksız yakalandığını bildirmektedir.

Dışarıda işler değişince hastalanıyoruz da içimizde işler deyişince başka mı oluyor? Bilakis, neredeyse aynısı oluyor, hatta fazlası yaşanabiliyor. Tansiyonunuz çıktığında bir sarsılıyorsunuz. Düştüğünde bir sarsılıyorsunuz. Kan basıncınızın inip-çıkmasıyla dışınızın üzerinizdeki tesirini daha farklı hissediyorsunuz. Yani herşeyin hassas bir düzeni var. İç-dış dengeli bir şekilde gitmeli. Dışarı taşarsa içerisi dikkatli olmalı. İçerisi taşarsa dışarısı duruma bakmalı. Her şekilde 'karışmayan denizler'in dengesi gözetilmeli.

Arkadaşım, sanma unuttum, başta yapmam gerekeni buraya kadar sakladım. İşte şimdi sana beni manalarında misafir eden ayet-i kerimelerin kısa bir mealini aktarıyorum. Buyruluyor ki: (22): "Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran Odur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: 'Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız!' derler." (23): "Sonra Allah onları oradan kurtarır. Kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz."

Bakar mısın: Sanki burada da bir tür iç-dış basınç dengesinden, içeride-dışarıda meydana gelen taşmalardan ve bu karşılıklı taşmaların örnekliğiyle görülen bir hakikatten bahsediliyor. Evet. Âdemoğullarının dengesini koruması gereken çok deniz var. Bu denizlerin bazısı içimizde. Bazıları ise dışımızda. İçimizdeki denizlerin dengesini korumakla biz görevliyiz. Cenab-ı Hak bizi bundan mesul kılmış. İmtihanı buna odaklamış. Haddimizi aşıp taşmamakla yükümlüyüz. Kibirlenmemeliyiz. Zalim olmamalıyız. Riyaya kapılmamalıyız. Aczimizi bırakmamalıyız. Fakrımızı unutmamalıyız. Şefkat etmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Şükretmeliyiz. Hamdetmeliyiz. Duadan geri durmamalıyız. Allah'ı hatırlamalıyız. Böylesi fıkh-ı bâtına dair birçok detayı içimizin zenginliği bilmeliyiz. Kuşanabildiğimizce kuşanmalıyız. İşi ihlaslı tutmalıyız.

Tutamazsak ne olur? İşte o zaman dışımızdaki denizler taşar. Neden? Çünkü iç basıncımız bozulmuştur. İç basıncımızın bozulmasıyla dünyaya zulmetleye başlarız. Nasıl ki, dalgıçlar denizin basıncından çekinir, dünya da bizim basıncımızdan çekinir.

Say ki, dünya bizi içine almış bir deniz, biz de dünyayı içine almış bir insan deniziyiz. Onun basıncına karşı biz telaşlıyız. Bizim basıncımıza karşı da dünya telaşlı. Ve ne zaman haddimizi aşıp taşmaya başlasak dışımızda da kendi zararımıza dalgalar oluşturuyoruz. Dünya kendi basıncını yükselterek bize karşı korunmaya çalışıyor. Bizden gelen tsunamilere karşı sedler oluşturuyor. Belki biz de bu sedleri 'musibet' diye okuyoruz. 'Deprem' diyoruz. 'Sel' diyoruz. 'Fırtına' diyoruz. Onları gördüğümüzde tekrar haddimizi hatırlıyoruz. Aczimizi hatırlıyoruz. Sınırlarımıza dönüyoruz. En azından duruluyoruz.

Hani, şakayla söylenir, ama hakikati de vardır: Düşen uçakta ateist kalmaz. Çünkü uçağın düşmesi de bir dış dalgalanmadır. Dış dalgalanma başladığında, tıpkı yukarıdaki ayetlerde verilen fırtına-gemi örneğinde olduğu gibi, iç denizlerdeki bozulmalar sıkıntıyı farkeder. Hücumun tesirine karşı gerilere, olmaları gereken yere, doğru çekilirler. Böylece denge yeniden sağlanır. Fıtrat ayarları tekrar kendilerini gösterirler. Elhamdülillah. Şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan hareketle soruyorum arkadaşım: Mürşidimin birazdan okuyacağın satırlarında da böylesi bir etkileşimin izleri okunmaz mıdır? Hani o Duhan'ın 29. ayetini tefsir ederken diyor:

"Şu âyet mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki: 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.' Yani, ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: 'Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.' Zira, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir."

Günahlarımızı küçük görüyoruz. Çünkü dünyaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Eyleyebildiklerimizi cirmimizle eş tutuyoruz. Fakat belki de dünya, tıpkı çevreye duyarsızlığımızla kirlendiği gibi, kulluğa duyarsızlığımızla da kirleniyor. Belki attığımız plastik poşetlerden zarar gören balık kadar melek zarar görüyor kötü sözlerimizden, kibrimizden, kemliklerimizden. İçimizde yükselen basınçtan kaç ayyüzlü darbe yiyor sezemiyoruz. Kaç sahile tsunami vuruyor görmüyoruz. "Neden başıma geldi ki bu!" diyoruz. Kızıyoruz. Halbuki kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

9 Haziran 2019 Pazar

Boşluk insanın bereketidir

Bu bakış açısını, Ebu'l-Feth el-Beyanunî'nin Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar kitabında okuduğumu hatırlıyorum, bilmana nakledeceğim: Cenab-ı Hak, Kur'an'da herşeye tafsilatıyla yer vermeyerek, sünnete bir alan bırakmıştır. Sünnet de herşeyin tafsilatını vermeyerek içtihada bir alan bırakmıştır. Yani dolayısıyla 'içtihad' Alîm-i Hakîm'in muradıdır. Hak Teala, bir hikmete, belki de sırr-ı imtihana binaen kullarının 'hakkı tesbitte iradelerini/gayretlerini sarfedecekleri' bir boşluk da ikram etmiştir. Tıpkı doğruyu-yanlışı diniyle bildirip fakat seçmekte serbest bıraktığı gibi. Mucizelerle akla kapı açıp ama ihtiyarı elimizden almadığı gibi. Mezhep imamları da bu boşlukları yine Kur'an'dan ve sünnetten aldıkları usûllerle doldurarak bize hayırlı bir miras emanet etmişlerdir.

İnsan büsbütün boşluğa terkedilemez ama boşluksuz da yapamaz. Pedagojiye/psikolojiye dair şöyle-böyle okuma yapan herkes insan iradesinin gelişiminde boşlukların ne büyük bir kıymete sahip olduğunu bilir. Hatta denilebilir ki: İnsanı insan eden ona bırakılan boşluklardır. Âdemoğlunu robottan boşlukları ayırır. Bildiği bütün doğruları çocuğunun üzerine yığan, hata yapma şansı tanımayan, arzulayabileceği herşeyi hemencecik önüne döken ebeveyn olmak hüner değildir aslında. Çünkü bu tavır hayata katılacak 'yeni insanı' en yalın ifadesiyle güdükleştirir. Hatta bir eşikten sonra iradesizleştirir. Seçme yeteneğini yeterince kullanamayan çocuğun bu eksiklikle ilişkili olarak diğer latifeleri de gelişemez. Yeterince akletmez, hissetmez, duygulanmaz, gayret göstermez. Mücadelesi bu yönüyle beşerin hazinesidir. İmtihan edildikçe kabiliyetleri açılır. Sorunlarla karşılaştıkça çözüm üretmekte güçlenir. Boşluklardan çabaya âşık bir bereket yaratılır.

Çocuk büyüdükçe meme ağzından alınmalıdır. Çocuk büyüdükçe lokmayı ağzına koymak bırakılmalıdır. Çocuk büyüdükçe rızkını kendisi kazanmalıdır. Ebeveyninin ona yaşı ile uyumlu olarak bıraktığı boşlukta çocuk kendi varlığını bulur. Eğer bu boşluk bırakılmazsa çocuk varlığını da arttıramaz. Dünyaya geldiği ilk günün dar alanında yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu yönüyle diyebiliriz ki: Allah'ın kullarına bir ikramı da boşluklarıdır. Herşeyi hazır olarak önünde bulmamasıdır. İradesine pay bırakılmasıdır. Gayretine alan açılmasıdır. Belki, Cenab-ı Hak, imtihanı bu hikmetle de bizlere yaşatmaktadır.

Zaten, sanki biraz da bu yüzden, yani fıtrata nakşedilen bu hususiyete binaen, iradesine yeterince pay bırakılmadığını düşünen çocuklar sonraları ebeveynlerine isyan ederler. Özellikle ergenlik döneminde bu isyanların en şiddetlileri yaşanır. Çocuğun imtihanı başlamaktadır. Mesuliyet yaşı gelmiştir. İrade bu mesuliyeti taşımanın psikolojisiyle gerilir de gerilir. Herkese çatmaya başlar. Kendisinden başka her iradenin tahakkümüne, en şefkatli şekilleriyle dahi görse onları, taarruz eder. Kızar. Bağırır. Uzaklaşır. Kendine bir alan inşa etmeye çalışır.

Buradan hızlıca şuraya geçelim: Geçenlerde Melikşah Sezen Hoca'nın İmâm Mâturîdî'nin Tefsir Literatürüne Tesiri kitabını okurken ilginç bir bilgiye rastladım. Dirayet tefsirlerinin ortaya çıkış sürecine dair önemli bir hikmeti içeriyordu kanaatimce. Alıntılayayım:

"Tüm ayet-i kerimeler hakkında Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve's-sellemin izahatının bulunmaması, yine bütün ayet-i kerimelerin esbab-ı nüzûlüne dair rivayetin mevcut olmaması ve bu mevzularda elde olan rivayetlerin de bir kısmının (sıhhat şartları açısından) muteber olmaması gibi durumların, dirayet unsurlarının da ilahî kelamı anlamaya teksif edilmesine ortam hazırladığı söyenebilir. Bununla birlikte Nebiyyi Zîşan sallallahu aleyhi ve's-sellemden nakledilen bazı haberlerin ashabını bu gibi istidlal ve istimbata yönlendirdiğini göstermesi de bu uğraşın şerî cevazı olarak kabul edilmiştir."

Yani dirayet tefsirlerinin yazılması da bir murad-ı ilahîdir. Kur'an'ın ve sünnetin dirayet unsurlarına ayetleri anlamada bıraktığı boşluk, o boşluğu doldurmak için bu unsurların sevki, muhteşem ve muazzez bir eser külliyatıyla ümmetin buluşmasına vesile olmuştur. Bunlardan ilkinin müellifi İmam Maturîdî (r.a.) olduğu gibi ahirzamanda kıymetlilerinden birisinin müellifi de Bediüzzaman Said Nursî'dir. Evet. Elhamdülillah. Allah hepsinden razı olsun. Bizi de şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Müsaadenle konuyu şuraya da getireceğim arkadaşım. Bazı platformlarda soruluyor: Bediüzzaman neden bütün Kur'an ayetlerini tefsir etmemiştir? Ben bunun cevabının da yukarıda konuştuğumuz boşluk sırrıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hatta Rahman sûresinin tefsiri gibi hususlarda talebelerine bıraktığı 'şevklendirici açık kapı'nın da böyle bir hikmetin işareti olduğunu düşünüyorum. Yani mürşidimiz öylece durmamızı istemiyor. Bizim de öğrettiği usûlü kuşanarak ardından marifet üretmemizi arzu ediyor. Bu yüzden bizi kendi varlığımızı ortaya koyabileceğimiz boşluklarla muhatap ediyor. Bu zahirde 'yarım kalmışlık'lar aslında yarımlık değil. Bazen birtek yarımlık sayesinde o yarımlıkla muhatap olan herkes yeni bir parça üretiyor. Bu defa başta bütün ortaya konulsa 'az' kalacak olan yarım kalarak 'çok'lanıyor. Buna ilaveten şunu da söylemek isterim: Hayatta muhatap olduğumuz her yarımlığa böyle bir bereket perspektifinden bakabiliriz gibi geliyor bana. Yani onları 'çoğalmanın vesilesi' olarak görerek yoksunluklarıyla barışabiliriz. Allahu'l-a'lem. Bunu da bir düşün isterim arkadaşım.

1 Haziran 2019 Cumartesi

Berna Laçin'in suçu ne?

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

2015 yapımı VICE'ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Sakın beğendiğimi falan sanmayın. Berbat bir filmdi. Fakat bütün o çatapatlı-patakütlü aksiyonun içinde Dedektif Roy'un bir tesbiti düşündürdü beni. Önce filmin konusunu özet geçeyim: VICE diye bir kurgu şehirde (yoksa semt mi demeli) robotlar kendilerini insan sanarak yaşıyorlar. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren normal insanlar var. İşte bu normaller robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri ücret de bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bunları yaşayan robot ertesi güne onarılmış/sıfırlanmış olarak başlıyor. İnsanlar da güya onlara yaptıklarıyla nefisleri tatmin olmuş şekilde hayatlarına geri dönüyorlar.

Yaşananlardan rahatsız bir isim var: Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Sahibini sürekli rahatsız ediyor. Nasıl mesela? Suçluları yakalamak için kurgu şehre izinsiz giriyor. Adamı, tam da kadın bir robotu döverken, derdest edip alıyor. Amiriyle de kavgalı. İşte onunla yaşadığı diyaloglardan birisinde amiri soruyor: "Orada ne yaptıklarından sana ne?" Roy cevap veriyor: "Çünkü orada yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar." Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam bir kadına tecavüz etmiş ve sonra da döverek öldürmüş. Roy (Thomas Jane), VİCE'ın sahibi Julian Michaels'ın (Bruce Willis) aksine, kurgunun kötülük arzusunu tatmin ettiğine inanmıyor. Ona göre kötülük işleme serbestisi/tecrübesi kazananlar gerçek yaşamda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.

Zümrüt Apartmanı hakkında yazılanları-çizilenleri takip ederken de bu film hatırıma geldi. Özellikle Berna Laçin'in, mezkûr romana tepki göstermekle birlikte, okuduğu benzerî başkaları hakkında tutturduğu söylem üzerine düşünülesi detaylar içeriyordu: "Çocuk istismarını bir film ya da kitapta anlatmak pedofili değildir, buna özendirmek, bunu normal olarak yansıtmak pedofilidir. O zaman hiç tecavüzü filan konu alan film olmasın! Ama cehaletin de bir sınırı olsun yav. Bunları mı konuşucaz oturup Twitter’da..."

Laçin bu söyleminde büsbütün haksız mıydı peki? İnsaflı konuşalım: Değildi. Elbette kötülüğü kötülemek için zikri gerekirdi. Yani bir şekilde 'nehy-i ani'l-münker' yaptığınız zaman siz de münkeri/kötülüğü anmaya mecbur olurdunuz. Kur'an da bunu böyle yapıyordu. Anarak yasaklıyordu. Zaten neyin kemlik olduğunu söylemeden onunla mücadele edemezdiniz. Tayin lazımdı. Tarif lazımdı. Muhatabın zihnini durulaştıracak somutluk lazımdı. Fakat 'ne kadar/nereye kadar' lazımdı? Ve en temel soru: Tarif hangi noktadan sonra teşviğe dönüşebilirdi? Acaba Laçin'in 'sanatçı dostları tarafından sansürcülükle suçlanmadan' bu konuda tayin edebileceği bir sınır var mıydı? Hele hele mahallesinden "Pornoma dokunma!" diye parkart açanlar bu tayini üzerine ona da saldırmaz mıydı? Buradan yediği linçten bin beterini oradan, yani kendi cenahından, yemez miydi?

'Kurgusal alanın kutsanması' modern zamanlarda artan birşey. Özellikle romanın inkişafıyla birlikte, kurgusal alan, içeriğinin mesuliyetini daha az umursamaya başladı. Tiyatroda da bu yok değildi. Fakat roman hem ürün sirkülasyonunu hem de çeşitliliğini arttırdı. Üstelik artık ortaya çıkan ürünü insanlar 'bizzat' sunmuyorlardı. Tüketici ile üretici birbirini görmeden ilişki kuruyordu. Sınırlayıcılar/sorumluluklar azalıyordu. Olay toplumsallıktan kurtulup birey-birey ilişkisine dönünce de önce 'bireysel özgürlük' dizginleri şöyle bir eline doladı.

Düşünce özgürlüğü de hemen terkisine atladı. Sinemadaysa iş daha başka bir hal aldı. Artık kurguyla muhatap olduğunuzda gerçeğin üstünde şeyler görebiliyordunuz. Matrix'te havaya sıçrayan Trinity'nin etrafında kamera yüzseksen derece dönebiliyordu. Greenbox teknolojisi sayesinde bir stüdyo herhangi bir yer haline getirilebiliyordu. Bu yalanın gerçeğe karşı apaçık zaferiydi. Kendisini daha iyi süsleyebiliyor, düşletebiliyor ve satabiliyordu. Hatta, birçok psikiyatri uzmanının altını çizdiği gibi, sinemayla büyüyen nesil artık kendi sahici hayatını yeterince 'tatmin edici' bulmuyordu. Modern insanın yaşadığı boşluk hissi en çok bundandı.

Ben, Bediüzzaman'ın, roman-tiyatro-sinema üçlüsüne karşı Lemeat'ta yaptığı eleştirinin bu açıdan da büyük bir zenginlik barındırdığını düşünüyorum. Yani, biz bugün Zümrüt Apartmanı veya Mahrem gibi romanlar üzerinden böylesi tartışmalar yaşıyorsak, aslında bu, 'kurgunun karşısında almamız gereken vaziyeti' tam olarak bilmediğimizden kaynaklanıyor. Kurgu bir kötülükten bahsedebilir mi? Elbette bahsedebilir. Çünkü kötülük gerçekte de vardır. Yazarken gerçeklerden kaçmak bizi inanılmazlaştırır. Fakat nereye kadar? Neleri gözeterek? Hangi çizgileri aşmamaya dikkat ederek? İşte bunun cevabı şu satırlarda bir parça var gibi geliyor bana: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez."

Edebiyatın, tiyatronun ve sinemanın (veya daha başka bir sanat kolunun) iki şeyin özellikle farkında olması lazım: 1) İnsanın. 2) Yapabildiklerinin. Evet. Farkında olması lazım. Çünkü ürettikleriyle birçok denizi dalgalandırıyor. Attığı taşların diplerde yatan hangi canavarları uyandırdığını hesap etmesi gerekiyor. İnsan yalnızca akıldan ibaret değil. İnsan sadece kalpten de ibaret değil. Nefis gibi kendi ekmeğinin peşinde fink atan köpekbalıkları da var diplerde. Modern sanat, İslamî metinlerin aksine, attığı şeyin kimin damak zevkine uygun olduğunu umursamıyor. Yenildikten sonra yiyenin kim olduğuna bakmıyor. Eserinin lezzetline inanması yetiyor. Asıl hata burada halbuki. Biz insanların iyi yanlarını beslemekle de görevliyiz. Fayda ancak iyiliği beslemekle mümkündür. Kötülüğü besleyerek kemallenilmez. Ürettiğinin vücudsuzluğuyla teselli bularak "Ben sadece kurguladım canım!" deyip kaçamaz sanatçı. Neden? Muhataplarının iradesini körleştirici bir gücü de yönetiyor çünkü. Onun kurgusu başkasının özlemi, arzusu, düşü veya gerçeği olabiliyor.

Bediüzzaman'ın yine bu makamda söylediği "Bâtılı iyice tasvir etmek sâfi zihinleri idlâldir!" sözü de hatırlanmalı. Dimağdaki meratip bahsinden de öğreniyoruz ki 'tahayyül' ve 'itikat' arasında bir ilişki sözkonusu. Bunlar birbirlerine dönüşebilir şeyler. Hayaller büsbütün masum değil. Kötülüğün tasvirlerle-tasavvurlarla yayılan bir yanı var. Görmezden gelinemez. İşte biraz da bu nedenle 'müşevvikane yapılan tasvirlere' karşı bir sansür ihtiyacı da görmezden gelinemez. Neyin 'özendirme' neyin 'kötüleme' olduğu tayin edilebilmeli. Kötülük sahiden kötülenmeli. Gönül ister ki, sanatçı, kendi metninin başındayken bunu oto-sansür yaparak çözebilsin. Nefsine bakarak sair nefis sahiplerini tartabilsin. Fakat o çözemediğinde devreye sosyalmedyadan önce girecek birilerinin de olması lazım. Çünkü linç üzerine gittiği şeylerin yayılmasına da sebep oluyor. "Kötülüğü yokedelim!" derken daha da çoğalıyor.

VICE'a geri dönelim. Sizce Roy haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE'ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız kurgu dünyası, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek; tıpkı Roy'un endişe ettiği gibi, VICE'da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilirler. Kurgusalda zihnen tecrübe ettiklerini gerçeğe taşıyabilirler. Bu marazın pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi nefis terbiyesidir. Sokağında sürat yapmama dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Birey olarak kendi içinde bir oto-kontrol sistemi kuranların toplumsal yaşamda arızaları da azalacaktır. Fakat ne yazık ki, sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi 'özgürlüğe müdahale' diye bastırıyorlar. Kötülüğe kızıyorlar ama onu beslemeyi de ihmal etmiyorlar.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...