7 Şubat 2016 Pazar

Teşekkür üzerine...

"Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler..." Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra; "Diyeceğin bu muydu a akıllı! Bunu bilmeyen mi var? Neden hem kelamını hem zamanımızı israf ettin?" diyebilirsiniz. Hakkınız da olabilir. Fakat yine de yazmayı deneyeceğim. Dilime bir şeker değdi. Kendince kıymetli bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Arılıkta muteber bir çiçek bulmuş arının yahut da karıncalıkta rağbetli bir rızka denk gelmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Üstelik bu çiçeğimsi bir rızk-ı manevî. Yani senin ısırığın benim lokmamı azaltmaz. Paylaşması daha ihlaslı olur bunların. Zaten yazmak bundan başka ne ki?

Hem kalbin aldığı zevk de hakikatin bir delilidir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayeti sırrınca denilebilir ki: İnsanın tatmin oluşu da Allah'ın zikrinin burhanıdır. Doğru, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir tat bırakır. Yanlış bunu beceremez. Yanlış, tadına sek olarak katlanılır zehir değildir. Yanlış ancak başka bir doğru için katlanılandır. Doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Yalanla hırlaşır. 'Vicdan sızısı' denilen şey buradan çıkıyor. Aslında o bir sızı değil bir hırlaşmadır. Kalpte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim, Birinci Söz isimli eserinde diyor ki: "Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir." Aslında buradaki sual ve cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyuma karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine birşey verene 'bir fiyat vermek' ister. Yani size yapılan her tesir ve oluşan her etki, ona mukabil bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Sinenize düşen kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle siz de 'tekrar mutmain oluncaya kadar' hareketlenirsiniz. İşte, mürşidim der ki: İnsana bir nimet (bunu en tabanda 'iyi etkiler' olarak tarif edebiliriz) ulaştığında ondan kaynaklanan etkileniş de üç dalga/tepki boyutuyla kendisini gösterir:

"Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir." İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek/anmak ister. Ondan bahsetmek ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, diline şeker değenin tatlıya meraklanmasıdır bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. İlki zikir. İkincisi şükür. Üçüncüsü fikirdir. Çok aşağı bir örnek olmakla birlikte meseleyi basitleştirdiğinden vermekten çekinmeyeceğim:

Karşı cinsten birisinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. (Aşk da bir nimet değil midir?) Onun herhangi bir şekilde bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey: 1) İsmini bilmek/anmaktır/bahsetmektir. (Ağaçlara isim kazıyanları tasvip etmiyorum elbette.) 2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir. (Yoksa neden çiçek/hediye alasınız?) 3) Onun hakkında daha fazlasını bilmektir. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her iyilik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklardır.

Sadede geleyim. Bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde, her an sürekli ve her gün binlerce etkiye maruz kalan insanın, bu etkiler karşısında düştüğü şaşkınlığı hiçbir felsefe başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe Allah'ın varlığından haberdar olsun; fakat onun ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, Allah'ın zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan onu 'anmayı' nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen ondan nasıl bahsedecektir?

Hadi, zikri geçelim, daha bu işin şükrü var. 'İsim' konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi 'şükür' bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat 'teşekkür edilenin rızasını' hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz, ama teşekkür ettiklerinizin mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan, mazhar olduğu iyilikler karşılığında, en çok teşekkür etmekte zorlanır. "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..." veya "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim..." türünden cümleler hemen hemen her romanda/filmde karşımıza çıkan, sosyal hayatta da her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız 'teşekkür ederim' diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Muhatabınız acaba gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye mi onu mutlu eder? Yoksa küçük bir tatlı ikramı mı olayı daha güzel çözer? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha çok tanısaydınız, edeceğiniz teşekkürün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz. (Mesela beni tanıyanlar doğru şıkkın tatlı olduğunu bilir.)

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti bize taşır. Hak Teala onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını bize taşıyan nübüvvettir.

Bir padişaha gittiğinizde; öncelikle 'nasıl davranmanız gerektiğini öğreten' teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki, padişahın huzurunda, onun şanına ve sizin ona muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir, ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir, ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir, ama padişah sofrasında soğan kırılmaz. Peki, Allah'la muhatabiyetimizde bize bunları kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: "Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. 'Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı' meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor." Sünnet-i seniyye bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen ayıların kulakları çınlasın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...