18 Şubat 2016 Perşembe

Kur'an kime yeter?

"Dini ilimlerde itimad ettiğimiz kaynaklar ne kadar Asr-ı Saadet'e yakın olursa, muteber ve mutemed olma ihtimali o kadar yüksektir." Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin İslam Anlayışı kitabından...

Bu, Bediüzzaman'ın da metinlerinde dikkat çektiği birşey, ben de mürşidimin ayaz izlerini öperek altını çizeceğim: Bir sözün değeri anlamıyla ilgilidir, fakat bir sözün anlamını sadece lafızları belirlemez. Sözün kim tarafından söylendiği, kime söylendiği, ne makamda söylendiği de o sözün kıymetini tayinde önemlidir. Bir polisin, topluca insanların oturduğu bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesiyle, küçük bir çocuğun böyle bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesi arasında fark vardır. Cümle aynıdır, ama söyleyenden kaynaklanan bir 'anlam' farkı sözün 'değer'ine de yansır. Birincisini önemserken ikincisini önemsememeniz bundandır. Yine "Filanca seni seviyor!" cümlesinin o 'filanca' kısmında yazan isme göre cümlenin 'anlam' boyutu renkten renge girer. Sevmediğiniz bir adamın sizi sevmesi bile rahatsız ederken, çok sevdiğiniz birisinin sizi sevdiğini söylemesi ayaklarınızı yerden keser.

Tersi de mümkün. Sizin ağzınızdan çıkan bir sözün kime söylendiği de sözün 'anlam' boyutunu değiştirir. "Seni seviyorum!" dediğiniz oğlunuz/kızınızsa cümlenin değeri başkadır, âşık olduğunuz kişiye söylenmişse başkadır, rahmetli olmuş babanızın mezarı başında söylenmişse daha da başkadır. Hatta ummadığınız bir dostunuz düşmanınıza bu sözü derse, bunun anlamı sizin için daha da başkadır. 'Söyleyenler' veya 'söylenenler'den bağımsız olarak söze bir değer biçemezsiniz çoğu zaman. Zaten 'söyleyenler, söylenenler ve söylenildiği şartlar' hep beraber kelamın bağlamını belirler. Biz de kelamı sadece lafzıyla değil, bağlamıyla birlikte ele aldıkça 'daha doğru' anlarız. Peki bağlam/makam sözü nasıl etkiler?

Birinci olayımız: Diyelim ki; annemle mutfaktayız. Annem bulaşık yıkıyor ve elleri köpüklü. Ben tam o sırada sarmaların cazibesine dayanamıyor ve tencereden aşırıyorum. Tam çıkacakken mutfaktan, annem sesleniyor: "Ağzını kapa!" İkinci olayımız: Annenizle birlikte sebzelere/meyvelere bakıyorsunuz. Anneniz kalitesini anlamak için elleriyle de yokluyor. Ürünlerinin yoklanmasına, fakat alınmamasına kızgın tezgah sahibi annenize kaba bir söz söylüyor. Siz de ona kaba birşey söylüyorsunuz. Ortam geriliyor. Arkadaşları pazarcıyı sakinleştirmeye çalışıyor. Fakat siz daha öfkelisiniz. Konuşmaya devam ediyorsunuz. Anneniz yaşananlardan endişeli. Bir türlü kavgayı bırakmamanızla korku içinde. Diyor ki: "Ağzını kapa!"

Söylenen birebir aynı cümleyken ve aynı kişiler tarafından yine aynı kişilere söylemişken, bu iki sözü birbirinden tamamen farklı anlamlara getiren nedir? İşte bu da sözün söylendiği makamdır/bağlamdır. Şimdi birisi size gelse ve "Ahmed'in annesi Ahmed'e 'Ağzını kapa!' dedi!" diye nakletse, aklınıza bağlamdan bağımsız olarak ifadenin sizdeki ilk çağrışımı gelir. Ne için söylenildiğini öğrenmek ve sözü daha iyi anlamak için nakli yapan şahsa 'yaşananları' da sorarsınız. Bu nakil birinci olaya dair yapılmışsa, o sözle söylenilmek istenen; 'sarma aşırdığım tencerenin kapağını kapatmayı unutmuş olduğum'dur. Fakat ikinci olayda kastedilen 'susmam'dır. Daha bunun gibi pekçok farklı makam vardır ki, sözü söyleyen ve sözün söylendiği kişi aynı olduğu halde, o sözden muradın farklılaşmasını sağlar.

Bir sözü anlamak sadece onun lafızlarının ne dediğini anlamak değildir bu yönüyle. Onun söylendiği şartları da anlamak gerekir yorumda isabet edebilmek için. Kimi zaman bağlamın söze etkisi çok az olabilir. Bunu reddetmem. Ama çoğu zaman o kadar ciddi bir şekilde etkiler ki, sözün anlamını tersyüz bile edebilir. İlk duyduğunuzda anladığınızla, bağlamı öğrenince anladığınız tam tersi şeyler olabilir. Kur'an'ı anlamada esbab-ı nüzulün kıymeti bu yüzdendir. Hatta Kur'an dışında edinilen Kur'an'ı anlamaya yardımcı her ilim/bilgi aslında Kur'an'ın bağlamını anlamaya yardımcıdır. Onun için öğrenilir. Bu noktada, Bediüzzaman'ın Mustafa Sungur ağabeyden nakledilen şu sözleri ne kadar anlamlıdır:

"Mahfuzatım olan 80-90 kitapları ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur'an'ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur'an'ın hakikatlerine çıktım. Baktım her bir ayetin kainatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka şeye ihtiyacım kalmadı. Kur'an bana kafi geldi."

Kur'an'ın kafi geleceği bir noktadan bahsedeceksek, bu, ancak sair İslamî ilimlerde bir yetkinlik elde edip onların vasıtasıyla Kur'an'ın bağlamına ve şümulüne bir yakınlık kesbettiğimiz noktada mümkündür. (Müceddid de zaten bir bağlam hatırlatıcıdır.) Hele hele ayet-i kerimelerin tefsirleri/şahitleri hükmünde olan ehadis-i nebeviyeye ve o ehadisin şahitleri/müfessirleri hükmünde olan selef-i salihinin içtihad ve görüşlerine danışmazsak, ne sözün kendisine ne de bağlamına yeterince yakınlık kesbedemeyiz.

Müçtehid ve müceddid imamların aynı zamanda birçok İslamî ilimde yetkin isimler olmaları işte o bütünlüğe vukufiyetin kendilerine kazandıracağı bağlam bilgisi ile açıklanabilir. Yoksa Arapçasının A'sını, hadisin h'sini bile bilmeyen modern zaman işgüzarlarının meallerin karşısına oturup işkembelerini şaklatarak "Bize Kur'an yeter!" demelerinin hiçbir anlamı yoktur. Bu, kendi aptallıklarını ilandan başka birşey değildir. Bırakın dinî ilimleri, bırakın Kur'an'ı, tarihî bir olayı/sözü anlarken bile o dönemin şartlarına vukufiyetin lazım olduğunu bilen ehl-i ilim için bu söz bir deli saçmasıdır. Çocuğun "Ayağa kalkın!" demesi gibi birşeydir.

Bu yazıyı yazmama sebep geçenlerde bir mecliste kıymetli ağabeylerimin/kardeşlerimin arasında şahit olduğum bir ihtilaf idi. "Bir saat tefekkür bir sene ibadet-i nafile hükmündedir!" hadisinin Arapça aslında 'nafile' kaydının bulunmayışını, daha sonraları farz ibadetlerin kıymeti tenkis edilmesin diye konulmuş bir kayıt olarak niteleyen bir ağabeyim, aslında farz ibadetlerin de bu hadisin kapsamına dahil olduğunu söyledi.

Öncelikle belirtmeliyim: Ben muhaddis değilim. Bu hadisin üzerine yaşanmış tartışmalar varsa bunlara vakıf değilim. Fakat selef-i salihinin şerhlerinde düştükleri bir kaydın boşuna olmadığını ve genelde bu kayıtların sözün bağlamına dair olduğunu düşünüyorum. O an Allah Resulü aleyhissalatuvesselam 'ibadet' derken hangi ibadetleri kastetmiştir? İşte bu iş, annemin bana "Ağzını kapa!" demesi gibidir. Eğer selef-i salihinin yorumlarını bir kayıt olarak kabul etmezsek, o söz her anlama gelebilir ve söyleyenin muradı olmayan manaları da kapsayabilir.

Selefimiz, hem tarihî anlamda, hem de sözün söylendiği sosyoloji ve dil anlamında Asr-ı Saadet'e daha yakındırlar. Elbette bu onların bağlama yakınlığı anlamına gelir. Biz, Ahmed'e "Ağzını kapa!" denmesinin sebeplerini ancak nakillerle bilebiliyoruz. Halbuki sahabe-i güzin ve tabiin ve tebe-i tabiin o mübarek sözlerin söylendiği dönemin en yakın şahitleridir. Eğer maksadımız, sözü 'işimize geldiği gibi' değil 'doğru' anlamaksa, bağlama bizden daha yakın olanların sözlerini bağlayıcı kabul etmek zorundayız.

Bilmiyoruz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki de uzun uzun nafile ibadetlerin faydalarından bahsettiği bir konuşmadan sonra veya arasında o cümleyi söyledi. Bilmiyoruz, belki de konuşmanın öncesinde veya sonrasında meselenin 'nafile ibadetler'den ibaret olduğunu hissettirir bir kayıt vardı. Konuşmanın tamamı nafile ibadetler hakkında olduğu için, Allah Resulü, o cümle içinde tekrar 'nafile' diye belirtmemiş de olabilir... Bilemiyoruz. Ama o sohbetin şahitleri biliyorlardı. Sohbetin şahitleri ve o sohbetin şahitlerinin şahitleri veya daha sonraki nesiller bu kaydı gerekli görmüşlerse, onlara teslim olmak zorundayız. Yoksa Ahmed'e her "Ağzını kapa!" diyen çenesini kapatmasını istiyor değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...