15 Temmuz 2016 Cuma

Zaman Aynası Namaz Eleştileri (4): Bediüzzaman Allah'tan korkmaz mıydı?

"Allah Teala'ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek tevhid eridir." Mekhûl ed-Dimeşkî (r.a.)

Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."

Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?

Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?

Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.

Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.

Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.

Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.

Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?

"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.

Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.

Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."

Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)

Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...