Şualar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şualar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tekrar tekrar okunası kitaplar...

“Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir.” Evet, Bediüzzaman’ın bu cümlesi 9. kez okumakla nimetlendirildiğim (öyle düşünüyorum) Şualar’a karşı hissimi tarif etmede en nihayi nokta. Onu okumak, daha doğrusu onları okumak; hiç bitmeyecek bir yolculuğun içinde olmak demek. Çünkü okumakla bitmeyen, yıllandıkça tazelenen güzeller onlar. Şualar’ da öyle, Sözler de öyle, Lem’alar da öyle. Bunu sırf bir cemaatin üyesi olmak, o cemaatin aferinini kazanmak için yazmıyorum. Altı doldurulmamış, kendisine inanılmamış bütün medihlerin canı cehenneme! Ben bu eserleri beni bir başka halete soktukları için seviyorum. İnsan haletine...

Tuhaf mı söylediklerim? Hiç tuhaf gelmesin. Güzel kitaplar genelde bu etkiyi yaparlar. Onlar, hakkında konuşup durduğumuz dünyadan bir çıkış kapısı, bir nefes alma yöntemidir (sıkılanlar için). İlk askerde fark etmiştim bunu. Bir çocuk vardı, uzun dönem askerlik yapan, çok kitap okurdu. Cep telefonu yakalatmaktan ceza almıştı, şafağını uzatmıştı. Eline ne geçse, ne kitap bulsa o kışla ortamında, seste, gürültüde okurdu. Nasıl bu kadar çok okumayı başardığını sorduğumda şöyle demişti: “Abey, bu kitaplar da olmasa ben burada gafayı yerim. Bunları okuyorum da gafam dağılıyor!”

Evet, hakikaten biz bu kitapları okuyoruz da dünyanın keşmekeşinde kafamız dağılıyor, ruhumuz nefes alıyor ve hayalimiz gerçekliğin soğukluğundan, baskısından, cenderesinden bir nebze kurtuluyor. Hele bu kitaplar Risaleler olunca ben bu kurtuluşu daha âli görüyorum. Nasıl ki, ehl-i zikir, zikrullah ile hayattan kendilerini bir nebze koparıyor, transa benzer bir halde başka âlemlere (içlerinde veya dışlarında) yolculuk ediyorlar; sanıyorum biz Nur talebeleri de bu kitapları okumakla ve bunlarla meşgul olmakla hayatın cenderesinden sıyrılıyor, rahatlıyor, nefes alıyoruz. (Müellif yine Şualar’da Risale-i Nur’la meşgul olmanın faydalarını sayarken buna benzer şeyler söylemiyor mu?)

Bizim hakkımızda “Bunlar da hep çiçekten, böcekten bahsediyor!” diyorlar belki. Aldırmıyoruz... Yalnız bu dünya için yaratılmadığımızın farkındayız çünkü. Ondayken bile ötesine yollar kolluyoruz.

Külliyat benim için bu demek, Şualar bunun bir parçası. Ancak Şualar, İkinci Şua gibi ağır bir bahisle başlayıp sonra Yedinci Şua’ya giderken bu yolculuğu taçlandırıp en nihayet Meyve Risalesi’yle bizi tekrar hayatın içine çekiyor oluşuyla manidar. Eserin bütününe baktığınızda sanki bir bütün değilmiş gibi. Biraz oradan, biraz buradan, biraz mektuplardan, biraz savunmalardan... Öyle derlenmiş, toplanmış, herşeyden bir miktar katılmış birşey. Karışık bir yemek.

Fakat onları aşıp bütün bu yazılanların aynı insanın kaleminden çıktığını düşündüğünüzde o insanın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu tefekkür etmekle sizi heyecanlandırıyor. Bir yandan mahkemelerle, zindanlarla cebelleşmekte; diğer yandan ancak büyük bir iç huzuru yakalamış birisinin yazabileceğini düşündüğüm çok ağır ve derin metinleri hazırlayabilmekte... Nerede o huzur, nerede Eski Said’in ve Yeni Said’in hayatı? Bunlarla meşgulken onları nasıl yazıyor? Onları öyle yazarken bunlarla nasıl meşgul oluyor? Şualar bu yönüyle Yeni Said’in iki kanadının şahidi. Bir yanda İkinci Şua var, diğer yanda Meyve Risalesi...

Belki biz de böyle yaşamalıyız, ama beceremiyoruz. Hayat bizi öyle sarıyor ki; hayatımız gündemden ibaret oluyor. Halbuki böyle şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü “kurtarılmış zamanlarımız” da olmalı. Hayat sadece bize sunulanla meşgul olduğumuz bir dilimden ibaret olmamalı. Bir pasta gibi farklı meşgalelerle kuşattığımız dilim dilim birşey olmalı. Bence Bediüzzaman’ın Şualar’ında böyle bir ders var. Bir yanda başka bir Said, bir yanda bambaşka bir Said var. Ne yazayım ki, ben şimdi bu kitap hakkında? 9 kez okudum, ama sanki hiç okumadım. Öyle birşey... Nasıl yazayım? Her okuyuşumda ilkmiş gibi geliyor.

13 Nisan 2012 Cuma

Bu kalb hangi kalb?

“İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.”

Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”

Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.

Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:

“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”

Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”

İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”

Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:

“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”

Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.

Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”

Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...

Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...

Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...