Eski Said etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eski Said etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?

Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.

Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."

Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.

Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.

İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.

Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Ama hangi Bediüzzaman?

Yıllar önce, bir hatıra metni hakkında yaşanan tartışmaya şahit olmuştum. Bediüzzaman’ın hayatının son dönemlerine ait bu hatırada, talebelerinden birisi, DP’nin, ona baskı uygulamaya başlamasıyla Ankara’ya gidişinin engellendiğini anlatıyordu. Bizzat yaşayıp nakledenin sözlerine göre; Üstad, o an hiddete gelmiş ve yollarını kesen polise apaçık bir şekilde “Hass…” diye küfür etmişti. Hadisenin böyle yaşandığı hakkında hiç şüphe yoktu. Ancak benim şahit olduğum tartışma neticesinde metinden bu ifade çıkarıldı ve anlatım yumuşatıldı. Gerekçesi ise şuydu: “Bu hadiseyi olduğu gibi aktarırsak tepki alırız.”

Benzer hadiseyi, yine Üstadın hayatıyla ilgili, başka bir metinde yaşamıştık. O metinde, Ruslarla savaş hengâmesinde Bediüzzaman’la yaşadıklarını anlatan Ali Çavuş’un hatıralarında bir sahne vardı: Cephede, talebeleri silah doldurup Üstada veriyorlar ve o da düşmana ateş ediyordu. (Orada yaşanan gerilimi ve telaşı hayal edin.) Her nasıl olmuşsa, bir seferinde verdikleri silahın emniyetini açmayı unutmuşlardı. Bunun üzerine Üstad, Kürtçe çok ağır bir söz söylüyor (bu söz aynen metinde geçiyordu) ve silahı kayaya çarpıp kırıyordu ki, Ali Çavuş hadiseyi naklederken; “Şimdiye kadar böyle şetm işitmemiştim” diyordu. Yıllar sonra bu hatırayı okuyan bir okur, bizi aramıştı ve şöyle demişti: “Bu sözü Üstad söylemiş olamaz. Bu, Kürtçe çok ağır bir hakarettir. Kitaba koymamak lazımdı.

Niye koydunuz?”

Size ikisini naklettim, ama benim böyle şahit olduklarım inanın ondan fazladır. Elinizden çıkan metinlerdeki ifadelere delil de bulsanız, burhan da gösterseniz; bir kısım insanlar (ki bunlar hiç az sayıda değildir) Bediüzzaman’ı bu yönüyle görmekten rahatsız olurlar. Onların gözünde Üstad, her zaman şefkatlidir. Celali alınmıştır. Kalmışsa da, birazcık Eski Said’de kalmıştır. Yeni Said tamamen cemaldedir. O cemal de tek başına olmaz, itaatin içindedir. Hatta böylelerine Üstadın bu yönüne dair hangi hatırayı hatırlatsanız, “Herkesin hatası olur” kabilinden konuşurlar. İyi de, sizin hata dediklerinizi, acaba Bediüzzaman hata olarak görüyor mudur? İşin bu kısmını kesinlikle masaya yatırmazlar.

Buna en net örnekleri, şimdilerde, Mısır’da yaşananlar ekseninde giriştiğimiz ‘müsbet hareket’ tartışmalarında yaşıyoruz. Malumunuzdur; Batı’da bir düşünür, bir kavram ortaya koyduğunda, takipçileri bu kavramı tartışmaya ve geliştirmeye devam ederler. Örneğin; “sivil itaatsizlik,” Thoreau tarafından ilk kez ortaya konmuş bir kavram olsa da Gahdhi ve Tolstoy gibi düşünürlerin onu yorumlayışı ve uygulayışı birbirinden farklı olmuş ve her biri kendi modelini oluşturmuştur.

Ancak ne zaman yönünüz biraz İslam dünyasına dönse, işin rengi değişir. Kavramı ortaya koyan düşünürün dinî kimliği kuvvet kazandıkça, geliştirdiği kavramlar da kutsiyetle bağlanır. Hatta bu da yetmez, kavramın eli ve kolu, o düşünürün hayatıyla bağlanır. Sözleriyle zenginleştirilmek yerine, sözleriyle kısıtlanır. Hatta bu da yetmez, son minvalde iş, benim yukarıda verdiğim örneklerdekine döner. Eğer kavramın genel kabul görmüş şekli, o düşünürün hayatıyla uyuşmuyorsa, hayatı rötuşlanmaya başlanır. Ya red, ya tahrif, ya inkâr edilir.

Mesela müsbet hareket ekseninde yaşanan tartışmalara ne zaman Eski Said’in hayatından, her biri birer izzet tablosu olan hatıralarla yaklaşsanız, muhatabınız o Said’in ‘eskiliğini’ hatırlatır. Rus komutanın karşısında ayağa kalkmayışı, Divan-ı Harb-i Örfî öncesi kendisini sorgulamaya gelen subaylara zindanda hücum edişi, Divan-ı Harbi Örfî’den çıkarken “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırarak yürüyüşü, meydanlarda nutuklar atışı, Zaptiye Nazırı’na posta koyuşu, Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya “Seni öldürmeye geldim” deyişi, Mustafa Kemal’e mecliste parmağını uzatarak onu tehdit edişi, Suriye topraklarında eşkıyalarla çatışmaya girişi, bütün bunlar Eski Said’e ait şeylerdir. Bediüzzaman da zaten o döneminin yanlışlarla alude olduğunu söylemiştir. Onlardan örnekler vererek müsbet hareketi yorumlamaya gerek yoktur.

Fakat burada, eleştirel bir parantez açmaz ne yazık ki muhatabınız kendi fikrine. Çünkü hatırlamaz: Bediüzzaman, Eski Said’in bu gibi izzetli davranışlarından pişman değildir. Onun pişman olduğu şey, siyasetle hizmet edeceğini sanmasıyla ilgilidir. (Bunu özeleştiri yaparken bizzat söyler.) Yoksa Bediüzzaman, Eski Said’in menfi hareket yaptığını, Yeni Said’in bunu müsbete çevirdiğini düşünmemektedir. Hatta Şualar’da yaptığı savunmalar esnasında zaman zaman mahkemeye kızıp Eski Said kafasını taktığını söyleyerek sert sözler savurması, onun Eski Said’den o kadar da ırakta/pişman olmadığını gösterir. Bediüzzaman, Eski Said’in izzetini bırakmamıştır, siyasetle alude sıkletini bırakmıştır.

Ama kafalarda yaşatılmak istenen Said, Yeni Said olduğu için ve Yeni Said’i taşımak kolay geldiği için, bazı Nur talebeleri de pek üzerine gitmezler bu işin. Eski Said’in o izzetli duruşunu (ki bence Yeni Said’de aynen devam etmiştir) takınmaya pek özenmezler. (Eski Said’in metinlerine de ilgi azdır her zaman.) Barla’ya sürüldüğü zamanlar ispat-ı vücut için imzaya gitmeyişini bir hükümeti tanımama hareketi olarak yorumlayıp buradan Mısır’dakilerin hükümeti tanımayışına bir ders çıkarmazlar. Onların takıldıkları meydan korkusudur çünkü. Meydanlarda onlarca nutuk atmış bir Üstadın, meydana çıkmaya çekinen öğrencileridir onlar. Hâlbuki bu dinin şartlarından birisi de milyonlarca Müslüman, hep beraber Mescid-i Haram’ın meydanlarına dökülmek değil midir?

Dedim ya işte: İki türlü yontma vardır bu işte. 1) Öncelikle kafalardaki itaatkâr, devletçi, dirençsiz ve sokaksız müsbet hareket kavramını sarsacak Bediüzzaman’ı ayıklarlar tarihçe-i hayatından. 2) Sonra da kalanların dışında bir tarifini yasaklarlar müsbet hareketin… Bu ikisiyle işleri bitince de mevcut metinlere el atarlar. Sadeleştirirken güdükleştirir, açıklarken iyice yumuşatırlar. Bu kısırlık içinde kendilerine bir yol açılır çünkü. Tarifin kısır olduğu yerde eylemler kolay eğilir bükülür. Kimse de nedenini sorgulayamaz. Gün gelir, birisi, kardeşlerine yardım etmek için gemide şehid olan masumlara, müsbet hareket içinde bir değerlendirme yaparak; “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” der. Fakat yine gün gelir, aynı kişi, halkın seçtiği otoriteye karşı girişilmiş ‘hakaretli hareketleri’ yine ‘müsbet hareket’ kavramı içinde değerlendirip hoş görür.

Peki, her şey iyi hoş da, bu tutarsızlık içinde müsbet harekete ne olur? Ne olacak? Küser. Kaybolur… Üzerinizden tanklar geçer. Darbeler yaşanır. Sesiniz çıkmaz. Başörtünüze uzanırlar. Demokrasinize sataşırlar. Sesiniz çıkmaz. Bediüzzaman’ın, üzerinde resmi var diye kâğıt para taşımadığı aynı kişiyi bayramlarda dev posterlerle anan gazeteleriniz, okullarınız olur. Sesiniz çıkmaz. Ta ki, Mısır’ın ‘sarıklı gençleri’ geriden gelip, ona sahip çıkıp, ‘sizinle omuz omuza verip’ yahut ‘sizi geçinceye’ kadar… O zaman ürpertiyle karışık fark edersiniz: Belki de emanet sizin bu halinize küsmüş, el değiştirmiştir.



NOT:

Bu yazıyı yazdıktan sonra Barla Lahikası’nı okurken (bence) biri diğerine cevap olan iki mektubu farkettim ki, evvel farketseydim tam da yazının içinde incelenmesi gereken metinlermiş. Söz Basım’ın baskısına göre 118 ve 247. numaralı bu mektuplar Hulusi ağabey ile Bediüzzaman arasındaki yazışmalar. 118. mektupta Hulusi ağabey aynı zamanda Üstadın kardeşi olan Abdülmecid ağabeyle aralarında geçen bir muhavereden bahsediyor. Şöyle ki:

“Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: ‘Seydâ’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâ’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.’

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zâtı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır.”

Bediüzzaman’ın bu mektuba cevabında şöyle diyor:

“Aziz kardeşim,

“(…) Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

‘Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?’ (En’âm Sûresi, 6:81.) diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef olduğumuza işaret eden ‘Bâtıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslâm dinine uy!’ sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.”

Demek ki; Üstadın metinlerini Eski Said-Yeni Said ekseninde ele alarak ve eskisinin ‘eskiliğini’ vurgulayarak metinleri sansürleme temayülü ta Abdülmecid abiden beri varmış.

Hadi, bu mektuplar, benim tahmin ettiğim gibi birbirinin cevabı olmayıversin. O zaman olay sayısı birden ikiye çıkıyor ki, bu da Bediüzzaman’ın daha hayatta iken Yeni Said’i yanlış yorumlayanlarca düzeltilmeye/yumuşatılmaya çalışıldığını ‘iki kere’ gösteriyor. “Ama Hangi Bediüzzaman?” diye sormakta haksız değiliz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...