Kadın Hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadın Hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2019 Pazar

Parçanın adaleti bütünü bozar

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Bediüzzaman'ın "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" gibi birkaç hükmü 'modern hukuk-İslam hukuku' kıyaslaması içinde ele aldığı bahsi/bahisleri okuyanlar bilirler: Mürşidim orada fıkhî hükümleri "Sen şunu aldın. Ben bunu aldım. Olmaz. Hayır. Cık. Sen bir dilim fazla aldın!" şeklinde analiz etmenin yanlış olduğunu söyler. Yani: Mevzu sadece paylaştırılan pastadan, pastadaki dilimlerden, onların eşitliğinden ibaret değildir. Ya?

Bir de bu pastayı paylaşanların fıtratlarının, o fıtratlar eşliğinde şekillenen ilişkilerin ve bu ilişkilerin oluşturduğu sosyolojik gerçeklerin hakkı vardır İslamî yasalarda. Şekeri olan elbette pastadan daha küçük bir dilim alır. Tok olan pastadan daha az yer. Aç olana daha fazla iltifat edilir. Onlara adalet böyle yapılır. Yani büyük resmin vücudîliğine devam etmesinin hakkı küçük parçaların hukuklarını da etkiler.

Evet. Büyük resmin ahengini sürdürebilmesi için detaylarında ona göre bir denge gözetilmesi gerekir. Dalak "Yerim dar oynayamıyorum!" deyu akciğerin arsasına çökemez. Kulak "Ben niye kenarda kaldım?" diye ağzı yerinden edemez. Vücuda zarar veremez. Verirse vücud devam edemez. Resim üzerinden misallendirmeye devam edersek: Mesela, Yeşil, ne kadar parlak bir tonda olursa olsun, çöl resmine yayılmaya teşebbüs edemez. Mavi, ne kadar güzel görünürse görünsün, şehrin siluetini istila edemez. Aşağıda uygulanan bu gibi sınırlayıcı yasaların, yasakların veya oranların, parçaların birer birer kusurlu-kusursuz, eksik-fazla, gerekli-gereksiz oluşuyla ilgisi yoktur. Resmin sahibinin gözükmesini istediği manzarayla ilgisi vardır. O hangi rengi, ne oranda, hangi baskınlıkla kullanmak istiyorsa parçalar ona göre şekillenir. Aksindeyse parçanın adaleti bütünü bozar.

'Parçanın adaleti' önemli bir ifade. Hatırlarsanız, yine bir önceki yazıda 'beşerî hukuk' ile 'ilahî hukuk' arasındaki bir nüansı konuşmuştuk. İlahî hukukun, parçaların tamamının üstünde 'ezelî' bir otoriteden tayin edildiği için, genel geçer olduğunu; beşerî hukukun ise, sınırlı parçalar tarafından tayin edildikleri için, diğer parçalar tarafından sürekli sorgulanır olduğunu ifade etmiştik. Hatta demiştik ki: Beşerî hukuk parçaların, sınıfların, tarafların mücadeleleri eşliğinde devamlı bir değişim geçirir.

Aldığı her yeni konum bir sonraki konum tarafından sınanır. Asla 'tamam' olmaz. Olmadığı için de yasama eşiğindeki kavgalar asla son bulmaz. Sınıflar çatışır, taraflar çatışır, bireyler çatışır, devletler çatışır. Herkes birbirinin bölgesinden 'kendi diliminin eşitliği adına' pasta tırtıklar. Bu çatışmalar biraz da mutlak bağlayıcılığın sözkonusu olamayışından beslenir. Haklar verilir-alınır, verilir-alınır, verilir-alınır. Yani beşerî yasaların 'beşerîliği' bizzat üzerlerine yaşanan kavgaların nedenidir.

İlk kanın dökülüşünü de anımsayalım. Kabil Habil'i neden öldürmüştü? Çünkü ilahî yasanın bağlayıcılığını kabul etmemişti. Habil'e verileni kendi hakkı olarak görmüştü. İşte, denilebilir ki, insanlık tarihinin tamamı esasında Habiller ve Kabiller arasındaki mücadelelerdir. Daha doğrusu: İş artık Kabiller ile Kabiller arasındaki münakaşalara dönmüştür. Çünkü şimdilerde kimse kendisine düşen paya razı değildir.

İslam bizden kendi yasalarına bağlılık istiyor. Zira yasasız bırakıldığımızda birbirimizin bölgesine ne tecavüzler yapabileceğimizi biliyor. Ve yasalarında bu tecavüzlere açık fıtratımızın mahiyetini de gözardı etmiyor. Mürşidimin Sözler'ine geri dönersek, orada, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" hükmünün 'kız çocuk-baba' veya 'kız kardeş-erkek kardeş' arası ilişkileri geliştirici, olgunlaştırıcı, arttırıcı yapısına dikkat çekildiğini görürüz. Yani, kız mirastan daha az hisse almakla, hem babasından hem de erkek kardeşinden daha çok himaye/şefkat görür. Aksi takdirde hem babanın hem erkek kardeşin gözünde 'servetin yarısını alıp ele götürecek bir potansiyel' olarak kalır. Cenab-ı Hak da, sırr-ı imtihan gereği, kızın maldan payını azaltır ama şefkatten hissesini arttırır: "Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye, hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."

Bakınız, burası çok önemli, çünkü bugün İstanbul Sözleşmesi veya Kadem'in çalışmalarıyla yerinden oynatılan kaya tam da şurada duruyor. Gerçi kaya zaten modern hukukla epeyce yerinden oynadı. Şimdi biraz daha oynatılmaya çalışılıyor. Cinsiyet eşitliği dediğimiz mesele esasında tastamam parçaların adalet anlayışı. Daha doğrusu: Parçalardan birisinin diğerinin diliminden daha fazla tırtıklamak istemesi. Ha, eğer orada istediği hak, şer'î hukuka göre de hakkıysa, zaten alması lazım. Her müslüman bunu destekler. Fakat biz bugün bu tarz çalışmalarda ilmihalin kapağını açıp bakana rastlamıyoruz. Ya nereye bakılıyor? Batı'ya, yani cambaza, cambaza baktıkça arkamızdan bize yanaşıyorlar. "Bu meselede Allah'ın razı olduğu nedir?" diye soran yok. Varsa da sesleri Kabil çığlıkları içinde duyulmuyor. Kayboluyor. Siliniyor. Yapılan değişikler de kendi kökümüzden beslenmediği için ağacımızın ayarını bozuyor.

Halbuki İslam'ın belirlediği, aslında Allah'ın ezelden bakıp tayin ettiği, yani büyük resimde manzaranın güzelleşmesini sağlayan şey. Parçaların görüşüyle gözden düşebilecek birşey değil. Parçaların saygısızlığı esasında kendi aralarındaki gerilimi arttırıyor. Lût kıssasında hep dikkatimi çeker. Hikaye edeyim. Lût aleyhisselam "Misafirlerimin peşini bırakın da kızlarım hükmünde olan eşlerinize dönün!" dediğinde kapısına yığılmış LGBT sürüsü ona şöyle cevap verir: "Bizim senin kızlarınla işimiz yok!"

Bu tepki belki de daha geride kadınlar-erkekler arasındaki bir gerilimin ifadesidir. Bakınız, feminizm çalışmalarının arkasını biraz kolladığınızda, iş dönüp-dolaşıp 'kadının aslında erkeğe ihtiyaç duymadığına' en nihayetinde de 'biyolojik olarak da muhtaç olmadığına' varıyor. Yani feminik damarları kabaranlar gide gide şöyle kem bir çıkışa varıyorlar: Lezbiyenlik. Evet. Açıkça ifade etmek gerek bunu. Bu tartışmaların arttığı yerlerde paralel olarak eşcinselliğin de arttığını görmek bizi şaşırtmamalı. (Günümüz Hollywood yapımlarında dahi 'lezbiyenlik' ile 'kadın hakları' aynı senaryolar içinde işleniyor.) Zira orada bir gerilim sürekli tetikleniyor, besleniyor, harlanıyor. Taraflar pastadan alıncak paydaki belirsizlik nedeniyle birbirlerine karşı bileniyorlar, içleniyorlar, dişleniyorlar. Sonra da ya 'tek gecelik' ilişkilerle yahut 'sperm bankaları' marifetiyle veyahut da 'lezbiyenlik' seçimiyle sapkınlıklar inşa ediyorlar.

Serinin ilk yazısında atıf yaptığımız 5. Şua'ya geri dönelim: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' haber veren hadis-i şerifleri tefsir ederken, Bediüzzaman, 'erkeklerin evlenmekten kaçınacağına da' atıfta bulunuyor. Yerinden okuyalım: "Rivayette var ki: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder. Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var. Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur." Bu tefsir zinanın artacağından başka neyi haber veriyor sizce?

Bencesini söyleyeyim: Kadın-erkek arasındaki çatışmaların 'erkeği evlenmekten kaçındıracak kadar' artacağına da bir işaret var burada. Yani kadın haklarına dair yapılan müfrit çalışmaların varacağı yer 'daha mutlu kadınlar' değil 'daha çok terkedilen kadınlar.' Belki de 'kirletilen' kadınlar. Belki de 'aldatılan' kadınlar. Ahirzamandaki 'hürriyet-i nisvan' meselesi bunu tetikliyor. İlişkinin dengesini bozuyor. Dahası: Homoseksüelliğin de yine kadın-erkek arasında artan bu gerilimden besleneceği muhakkak. Evet. Lût kıssasında kavmin verdiği tepki çok öğretici bu noktada. Lût aleyhisselama kızıyorlar. Çünkü kadınlar konusunda nefretliler.

Ben Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı ikinci tevili de bir 'gelecek öngörüsü' olarak kendimce şöyle tasavvur ediyorum: Bugün birçok kadın 'sperm bankaları' marifetiyle 'babasız çocuk' sahibi oluyor. Tıp şu an ne noktada bilemiyorum. Acaba çocuğun cinsiyeti seçilebiliyor mu? Eğer seçilebileceği bir noktaya gelirse, kadınlarda sürekli tetiklenen erkek düşmanlığının, gelecekte 'erkek çocuk doğurmama' noktasına evrilebileceğini, bunun da doğan kız çocuklarının sayısında bir artış yaşatabileceğini öngörebiliriz. "En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla ifade edelim.

Hasılı: Eğer dindar insanlar İslam'ın değişmez yasaları üzerinden kadın konusunda yapılan çalışmalara itirazlarda bulunuyorlarsa, bu itirazların, hele dindar bir hükümet tarafından görmezden gelinmesi doğru değildir. Dikkate alınmalıdır. Zira mutlaka bu küçük bozulmaların büyük resme zararı/zararları olur. Allah'ın şeriatına dokunan dolayısıyla fıtrata dokunur. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

8 Mart 2018 Perşembe

İslam'da kadınlar günü neden yok?

Cenab-ı Hakkın her işinde rahmetinin izi var. Bilmem bana katılır mısınız? İslam'ın kimi ibadetler için yıl içinde hususi zaman tayini yapmasını 'omuzlarımızdaki yükün azaltılması' gibi de görürüm. Neden? Belki biraz şundan: Birşeyin günü olduğu zaman diğer günler onun yükünden kurtulmuş gibi hissederler kendilerini.

İslam'da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.

Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam'da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.

Batı'da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.

Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi 'belirli günler' ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne 'öf' bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda 'bütün bir ömür sorumluğu oldu şeyden azâd edilmişlik hissi' doğuruyor.

Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.

Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize 'namaz günü' diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: "Namazın önemini bu günde anacağız!" Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız 'ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma' hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara 'gün ayarlayacak' kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle...

Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: "Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...