Tercüme. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tercüme. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2012 Pazar

Tenbih üzerine...

Pekala. Nasıl başlayalım? Risale-i Nur konulu epeydir birşey yazmıyordum. Kendime nota verdim, çalışmaya başladım. İşaratü’l-İ’caz okuyorum bugünlerde. Öf, dakika bir yalan bir. Daha bugün başladım. Nasıl oluyor peki Ahmet o zaman bugünlerde? Risaleler hakkında birşeyler yazarken daha dikkatli olmak gerek. Bu bahisler tasannu kaldırmaz. Hele yalanı hiç kaldırmaz. Şefkat tokadı yapışıverir yanağına.

Aldım ajandamı, tükenmez kalemimi, Risalemi elime (sehpama demeliyim) bir yandan okudum, bir yandan da sorularımı not aldım. Tabii notlarımın tamamı sorulardan oluşmuyor. Dikkatimi çeken şeyler de var orada. Bari bugün size onlardan bahsedeyim. Kalemimin kemiği de kırılmış olsun hem. Hem belki yazarken sorularımı kafamda daha da netleştiririm. Yazmanın tefekküre yardımcı böyle bir yanı da var. Düşüncelerimiz şık kalıplar buluyor kendine beyaz kağıt üzerinde.

Kitabın en başındaki Tenbih bölümü oluşturacak yazımızın konusunu. Toplamı Söz Basım Külliyatına göre üç sayfa. O kadarcık. Müellifin İşaratü’l-İ’caz’ın telifinden yıllar sonra Türkçe çevirisine yazdığı bir önsöz bu. Önsöz de diyebiliriz, şimdiye yakın tabirler kullanacaksak. Bahsettiğim bilgileri Tenbih bölümünün sonunda zaten bizzat müellif veriyor.

Yazının nelerden bahsettiğini uzun uzun anlatacak olursam herhalde yazım uzar gider. Özetle; İşaratü’l-İ’caz’ın üslup ve tarz açısından neden daha sonraki eserlerine benzemediğini anlatıyor müellif bu kısımda. Girişte dilinin ağırlığını ve izahların kısalığını dört sebeple izah edeceğini söylüyor, ama üç sebep sayıyor sadece. Salisen’de bitiyor. (Acaba neden?) Salisen’i önemsiyorum. Zira orada İşaratü’l-İ’caz’ın en temel özelliğini vurguluyor bence müellif. Bu eser, nazm-ı Kur’anî hakkında telif edilmiş. Nazm-ı Kur’anî’nin anlamını Söz Basım sayfa altı sözlüğünde vermiş. “Kur’an’ın mübarek kelime ve ayetlerinin tertip, diziliş ve düzeni.”

Bu tanıma katılıyorum. Bence de müellifin kastettiği özetle bu. İşaratü’l-İ’caz, klasik tefsir usûlüne daha yakın bir şekilde nazm-ı Kur’an’la ilgileniyor. Yeni Said dönemindeki eserlerin ise daha çok “manaya” odaklı oldukları düşünülürse, İşaratü’l-İ’caz’ın bu yönüyle onlardan ayrıldığı hissedilebilir. Zaten bir Eski Said dönemi eseri.

Ama şuna da dikkat edelim: Aynı bölümde müellif, Yeni Said döneminde de bu eserin her noktasına katıldığını beyan ediyor. Yani şunu anlamalıyız bir kere: Eski Said’in her yaptığı şüpheyle bakılacak, kusur aranacak işler değildir. Eski Said’in yaptığı ve Yeni Said’in sonuna kadar destek verdiği çok şey vardır. Hatta müellif ahir ömründe de bazı bazı Eski Said kafasını takmıştır. Külliyatı bilenler, bilirler.

Bu yüzden şu klasik, kolaycı Eski Said-Yeni Said ayrımını artık bir kenara bırakalım. Bizi bir yere de vardırmıyor. Ben bu ayrımın detaylarını artık müellifin kendisine bırakmaya karar verdim, çünkü çapım bu ayrımın nüanslarını yakalamaya yetmiyor. Bir yönüyle birbirlerine çok benziyorlar. (Zira aynı kişiler.) Bir yönüyle de çok farklı duruyorlar. Ama bu farklar da hava gibi, su gibi, nur gibi. El uzatılınca tutulmuyor.

Şimdi bu Tenbih yazısında dikkatimi en çok çeken kısma gelelim. Müellif 18. sayfanın en altında çok bilinen şu ifadeyi kullanıyor: “Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Bu cümle Risale derslerinde de, Risale-i Nur metodunu tarif edenlerin metot öğretilerinde de mühim bir yer işgal ediyor. Fakat bu sefer, bu çok bilinen cümleye, bilinmeyen bir yönüyle bakalım istiyorum. Tabiat Risalesiyle karşılaştırma yönüyle.

Şimdi, müellif burada muarızların şüphelerini zikretmemekten bahsediyor, mesleğin esası budur diyor. Fakat biz biliyoruz ki, Tabiat Risalesi isimli eserinde varoluş hakkındaki teorileri dört olarak sınıflandıran ve ardından ilk üçünün imkansızlığını izah eden de bizzat kendisi. Yani Bediüzzaman, o kısımlarda muarızların şüphelerini zikretmemezlik etmiyor. En azından bizim anladığımız şekliyle böyle yapmıyor. Özet bir şekilde teorilerinin özünün ne olduğunu söylüyor ve imkansızlığını örneklerle ortaya koyuyor. (Buna benzer birkaç örneği eminim Lahikalarda da bulabilirim.)

Peki o zaman yukarıdaki cümle ne demek? Kesin bir cevabım olmamakla birlikte ben yukarıdaki metni, bütün şüpheleri hesaba katarak cevap verme ve bu yolla vehim ve vesveseye yer bırakmama olarak anlıyorum. Yani Bediüzzaman, Ali Bulaç’ın da bir yazısında dediği gibi, itiraz olabilecek bütün noktaları hesaba katıyor ve onlara göre öyle bir cevap veriyor ki muhatabın kafasında sorun oluşturabilecek bir kör nokta kalmıyor. Yani Bediüzzaman, çok yanlış anlaşıldığı şekliyle (ben en azından bir kısmımızın burayı yanlış anladığını düşünüyorum) şüpheleri anmayalım, konuşmayalım demiyor. Bilakis, düşünce dünyasında bunları hesaba katarak üretilmiş cevaplarla sahaya çıkalım ki, arkamızda vehim ve vesvese izleri kalmasın diyor. Burayı böyle anlamak beni bir nebze rahatlattı. Ama genelgeçer bir cevap mıdır, bilemem.

Bir de bu Tenbih bölümünün sonunda müellifin Türkçeye tercümede eserin kıymetten düştüğünü beyan ettiği son paragraf var ki, bence manidardır. Bediüzzaman’ın Arapçaya verdiği önemi göstermesi açısından da kıymetlidir. Cümleyi alalım:

“Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar gitmiş.” Risale-i Nur’un en büyük kısmının Türkçe telif edilmesiyle bir kısım kardeşlerimde Türkçeyi böyle aşırı bir yüceltme, hatta ahirzamanda cihad dilinin bu olacağını beyan etmeye varan bir uçuşa geçiş durumu var. (Hatta bizzat bu kulaklar; “Kur’an Türkçe gelse Risale-i Nur olurdu” cümlesini işitti bir derste. Tevbe Allahım. Sen aşırı muhabbetten doğacak hatalara karşı bizi koru.) Bu kısım, Bediüzzaman’ın bir eserinin Arapçadan Türkçeye tercümesiyle neler kaybettiğini kendi beyanından okumakla da bu davayı bir miktar cerhediyor. İçimizdeki milliyetçiliklere bir bıçak indiriyor, kanaatindeyim.

Evet, bugünkü okumamdan kalanlar bu kadar. Daha sonra tekrar görüşebilmek ümidi ve duasıyla...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...