kavram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kavram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kim Allah'a daha yakın?

"Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler." Mektubat'tan...

Bugünlerde mürşidimin metinlerinde sıklıkla atıf yaptığı iki kavram üzerine düşünmekteyim. Akrebiyet ve kurbiyet. Daha önce duymamışlar için özet geçeyim: Her ikisi de 'yakınlık' anlamına geliyor. Ancak aralarında derece farkı var. Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bu farka 'yakın' ve 'daha yakın' ifadeleriyle işaret edilmiş. Fakat elbette mesele salt bu noktada bırakılmamış. Eserde, Risale-i Nur'da geçtiği makamlardan hareketle, adı anılan kavramlaştırmalar arasındaki yedi ayrı nüansa dikkat çekilmiş. Mezkûr izahları bu yazıya dahil etmem (metnin hacmi açısından) mümkün olmadığından, meraklısını cidden emek ürünü o kaynağa havale ederek, bencileyin, 'akrebiyet' ve 'kurbiyet'ten neler anladığımı aktarayım:

Ben, akrebiyeti, en genel anlamda, 'Cenab-ı Hakkın kulunu kendisine şiddetli bir şekilde yakınlaştırması' olarak anlıyorum. Daha özel bir anlamda ise, akrebiyeti, 'Cenab-ı Hakkın nebi kullarına ihsan ettiği bir marifet şekli' olarak yorumluyorum. Biraz daha açayım: İnsanoğlu, Cenab-ı Hakkı bilmeye/araştırmaya meyyal yaratılmıştır, bu doğru. Bunun için gerekli olan yetenek ve meziyetlerle de donatılmıştır, bu da doğru. Ancak bu yetenek ve meziyetlerin, hatta onlara ilaveten sarfettiğimiz say u gayretlerin hakettiği (normalde alabileceği) marifet düzeyi başkadır; Cenab-ı Hakkın, hikmet ve rahmetinin şanı olarak, bazı seçkin kullarına bahşedebileceği marifet düzeyi başkadır. İkincisi 'akrebiyeti' birincisi ise 'kurbiyeti' ifade eder.

Meseleyi akla yaklaştırmak için bir örnek verelim: Her insan, bedensel bir engeli olmadıktan sonra, daha hızlı koşabilmek için alıştırmalar yapabilir ve bu sayede sıradan bir insanın ulaşamayacağı bir hızda koşmayı başarabilir. Ancak bütün bu alıştırmalara rağmen, hiçbir insan, bir geyikle yarışamaz, bir çitayı yenemez, bir at kadar uzun mesafeleri alamaz. Çünkü fiziksel anlamda ona tayin edilen sınırlar içerisinde kalmaya mahkumdur. Gelişmesi yine fıtratının tayin ettiği sınırlar içerisinde bir gelişmedir. Allah, fıtraten geyiğe, çıtaya veya ata insandan daha hızlı koşmasını sağlayabilecek kapasite bağışlamıştır. Bir at, bir çita veya bir geyik, hiçbir idman yapmasa dahi rahatlıkla idmanlı insanı yener. İnsanın say u gayreti bu noktada onun kurtarıcısı olamaz.

İşte Bediüzzaman'ın 'velayet mesleği' ile 'nübüvvet mesleği' arasında çizdiği çizgi yahut 'tasavvuf mesleği' ile 'sahabe mesleği' arasına koyduğu ayraç veyahut 'vehbî' olanla 'kesbî' olan arasında dile getirdiği nüans, ancak bu perspektiften bakmakla anlaşılabilir. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı bir insana/zamana, beşer hiçbir şekilde kurbiyetiyle yetişemez ve ulaşamaz. Çünkü akrebiyet, Allah'ın, marifet ve rıza olarak bir kuluna veya zamana sınıf atlatmasıdır. Bir veli bir nebiden daha fazla namaz kılabilir mi? el-Cevap: Evet, kılabilir. Bir veli bir nebiden daha fazla oruç tutabilir mi? el-Cevap: Evet, tutabilir. Peki, bir veli bir nebiyi o ibadetlerden hasıl olan sevapça veya makamca geçebilir mi? el-Cevap: Geçemez. Çünkü yarışamayacağı bir değerlendirme sistemiyle kıyaslanmaktadır. Bu meselesi Bediüzzaman'ın şu misaliyle izah edelim:

"Mesela, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyeti İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş'et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir."

Bediüzzaman'ın, özellikle ehl-i sünnet ile şianın ehl-i beyte bakış farkını ortaya koymada, vahiy ile ilhamın derece farkını ifade etmede, sahabe mesleği ile tasavvuf yolunun nüanslarını dile getirmede, ikram ile kerameti ayırmada, ihsan ile kisbi tanımlamada, hatta ve hatta bütün varlığa bakışta 'akrebiyet' ile 'kurbiyeti' iki farklı kemal kategorisi olarak önümüze serdiğini görüyoruz. Yani varlıktaki kemal iki şekilde karşımıza çıkabilir: 1) Bu kişinin say u gayretinin karşılığı olarak Allah'ın ona adetullah kanunları çerçevesinde verdikleri olabilir. 2) Allah'ın bir ihsanı olarak, kişinin say u gayretinden bağımsız, özel bir bağışı olabilir. İkincisi her vukua geldiğinde birincisinin bağlı olduğu düzeni sarsar. Mesnevî-i Nuriye'de ata, kaza ve kader arasında kurduğu ilgi de, bir açıdan, mezkûr ilişkiyi bize fısıldamaktadır: "Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler."

Bu iki kavramın içeriğiyle şekillenen mü'minin dünyasında zaman telakkisi, kemal telakkisi, medeniyet telakkisi, insaniyet telakkisi gibi daha birçok telakki bambaşka bir noktaya oturur. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı (burada maddi bir yakınlaşmayı, haşa, kastetmiyoruz) dönemler, diğer dönemlere kıyasla, elbette beşerin pekçok açıdan daha kemalde olduğu devirlerdir. Uzaklaştığı zamanlar ahirzamanlardır. Biz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaşadığı asra Asr-ı Saadet diyor ve o devri erişilmez bir zirve olarak görüyorsak, bundandır. Sahabeyi, arkasından gelecek hiçbir nesille kıyaslıyamıyorsak, bundandır. Sünnet-i seniyyeyi, modern zamanın faydasını savunduğu hiçbir âdetin/sistemin erişemeyeceği bir yükseklikte tutuyorsak, bundandır. Akrebî dokunuşların kurbî düzlemi altüst edebildiğini bildiğimiz için, bizim zaman, tarih, medeniyet, varlık, insaniyet, ahlak, kemal algılarımız seküler insandan değişiktir. Ve belki bu yaklaşıma biz gibi sahip olmadıklarından modernist ve ehl-i bid'a fırkaların itikadları bozuluyor. Yalnız 'kesbî' ve 'kurbî' olanın övüldüğü bir düzenin kurbanı oluyorlar.

Bugünlerde 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını mü'minin dünyasını başkalaştıran iki kavram olarak tefekkür etmekteyim. Bilmiyorum, ne kadar arzedebildim? İnşaallah, bu iki kavramın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile şianın ehl-i beyte yaklaşımını nasıl değiştirdiği de bir sonraki yazımda ifade etmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tandır. Ve hamd yalnızca Ona...

18 Ağustos 2015 Salı

Bir Bediüzzaman'ı yanlış anlama yöntemi olarak lügatla yetinmek...

Bu hassasiyeti yıllar önce Kenan Demirtaş abi öğretmişti. Söz Basım'da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. "Ne gerek vardı buna?" diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız. Başarının sadece 'kazandırılan parayla' ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

Ben, bu çalışmalar başlatıldığında Nesil Yayınları'nın sevkiyatında hamallık yapıyordum. (Kendi aramızda öyle derdik. Sizden mi sakınacağım?) Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım'ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı. (Duyduğum ilgiye rağmen...)

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye, yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden cahil cesaretiyle şöyle birşey söyledim: "Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider... Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?"

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çayocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda, bu dinleyişin dahi bir 'sabır işi' olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: "Öyle basit değil." Dedim: "Neden değil?" Dedi ki:

"Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki, ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen o terim karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin ne hakkında olduğuna takdirle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin...."

Daha bunlar gibi bir sürü şey anlattı Kenan abi, ama hepsi benim aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı; ayaküstü had bilmezliğimizi ve cahilliğimizi ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce bu iki şeyi öğrenir. (Bu iki şeyi öğrenmişse ancak, üçüncüsünü öğrenir.) Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini, ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pekçok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu. O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman'ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da diyor ki:

"Zaten Risale-i Nur'un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş."

Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir billurlaştırın ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur'un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur...

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman'ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki, hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle 'şeytanla münazara' veya 'ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara' edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis, kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki, yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar...

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

"Eski ulemanın değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine 'delil' demezler. 'Şüphe' derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, 'İşte Mutezile falan ayeti kendine şöyle delil yapıyor' demezler. 'Mutezilenin şüphesi' derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da 'bitarafane muhakeme' eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor."

Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, 'şüphe'nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, 'muarız düşüncenin hak verilmeyen delili' gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü'l-İ'caz'ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu. Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyle savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu: "Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur'un mesleği odur ki..."

İşte geleneğin bilgisine, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır 'soru sorulmasından' veya 'soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden' bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman'ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni 'soruları zikretmemek lazım' şeklinde anlamayı seçenler; kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur'u besleyen/yetiştiren geleneğe aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikate zarar veriyorlar. Ki ben bunu ancak Medine'de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı; Bediüzzaman'ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak, onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

6 Ekim 2014 Pazartesi

FETÖ ‘sırran tenevveret’i nasıl kullandı?

‘Sırran tenevveret’ Kaside-i Celcelutiye'de geçen bir ifade. sorularlarisale.com'da ona şöyle bir anlam veriliyor: "Sırran tenevveret, kelime olarak, gizli aydınlanma ve nurlanma demektir. Risale-i Nur'da sırran tenevveratın manası; müspet hareket, asayişe zarar vermeden, gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak, devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek olarak anlayabiliriz."[1]

Risale-i Nur Enstitüsü ise konuyla ilgili bir çalışmasında şöyle demiş: "Sözlükteki anlamıyla; gizlice aydınlanma, nurlanma, fazla ses çıkarmadan çalışma anlamına gelmektedir. Bu terim Risale-i Nur'da iman hizmetini ihlaslı bir şekilde, sessiz ve gösterişsiz yapmak anlamında kullanılmıştır. Gönüllülük üzerine kurulu informal, sivil, yaygın aydınlanma ve aydınlatma biçimidir. Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden, muhtaç gönüllere ulaşmaktır."[2]

Başka tarifler de var. Hepsini buraya alamayacağım. Fakat daha başlarken şunu iddia etmem yerinde olur kanaatindeyim: Bu tariflerin tamamı sıkıntılıdır. Yani bu tarifleri yazanlar, kanaatimce, o an kendilerinin yapmakta oldukları şeyi 'sırran tenevveret' içine yediriyorlar. Yoksa İslamî geleneğin içinde bir 'sırran tenevveret' arıyor değiller. Hatta bu sırrı izah eden çoğu metinde rastladığım şey şu: Sırran tenevveretin ‘bu asra yönelik’ bir hizmet metodu olduğunu söylüyorlar. Acaba? Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa biz mi gelenekle yüzleşmek istemiyoruz?

Okumalarımda aradığım şeyse şu: Asr-ı Saadet'ten bugüne kurulacak bir bağlantı, bir hadis-i şerife veyahut Kur'an ayetlerinden birkaçına bir atıf. Bunların hiçbirisi yok. Bediüzzaman'ın müceddidler geleneğinin bir ferdi olduğunu söyleyen nur talebesi araştırmacılarımız, her nedense, ‘sırran tenevverete’ gelince asırperestleşiyorlar. Kavramı İslam geleneğinden koparıp tanımlandırmaya başlıyorlar. Neticesinin hassaten FETÖ’de ne fena olduğunu az sonra izah edeceğim ama öncelikle yukarıdaki tanımları analiz edelim istiyorum:

sorularlarisale'nin tarifinden başlayalım: 'devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek'i kısmını analiz edelim. “Bediüzzaman'ın hayatına ne kadar uyuyor?” diye soralım. Eski Said'i katsak zaten ortalık karışıyor fakat katmadan bile Yeni Said'in duruşunun 'mümkün mertebe devletle karşıya gelmemek' olduğunu söyleyebilir miyiz?

İrdeleyelim. Örneğin: Sürgünün ilk devrelerinden itibaren karakola gidip isbat-ı vücud etmeyi reddeden bir âlim, kendisine teklif edilen şark umumi vaizliğini karşılığında ödeyeceği bedellere rağmen kabul etmeyen bir mü’min, mahkemelerdeki savunmalarında hiçbir eserinden gram gerilemeyen bir mürşid, acaba hakikaten ‘mümkün mertebe devlet ve resmi kurumlarla karşı karşıya gelmemeye’ mi çalışıyordur? Yoksa yeri geldiğinde bundan çekinmiyor mudur?

Şefkat Tokatları bahsine gidelim mesela. O tokatları yemesinin sebepleri içinde 'kendisine ilişecekleri ihtimaliyle sakındığı zamanları’ da saymıyor mu Bediüzzaman? Ne zaman bu tarz bir çekingenlikte bulunsa başına bir şefkat tokadının geldiğini, yeni bir sürgün veya tutuklamaya maruz kaldığını, fakat aksi yönde cesaretle çalıştığında yolların daha çok açıldığını söylemiyor mu?

Yine sorularlarisale'nin 'gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak' deyişine Risale-i Nur Enstitüsü'nün 'Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden muhtaç gönüllere ulaşmaktır'ıyla birlikte ilişmek istiyorum. İki şekilde ilişeceğim: 1) Nurculuk geleneğinde bu tanımın ne kadar hakkının verildiğiyle. 2) Bediüzzaman'ın hakikaten 'gürültüsüz patırtısız' mı bu iman hizmetini yaptığıyla. Öncelikle şunu soralım:

‘Gürültü-patırtı’dan maksat ‘umumun dikkatini çekecek etkinlikler/eylemler’ ise hakikaten Nurcular umumun dikkatinin çekmeden mi tebliğ yapıyorlar? Sempozyumları, çalıştayları, seminerleri, mevlüdleri ve daha bunlar gibi pekçok mübarek faaliyeti beraberimize alıp düşünelim. Şu an biz tam olarak neredeyiz bakalım. Nurcular, bu faaliyetleri yaparken umumun nazarını çekebilmeyi mi kıymetli buluyorlar, yoksa “Aman gürültü patırtı olmasın!” deyip gizli gizli mi toplanıyorlar? Ve akabindeki soru: Eğer niyet 'umumun nazarını çekmek' değilse böyle organizasyonlar neden yapılıyor? Bu kadar büyük masraflar ve ilanatlar neden göze alınıyor? 'Sessiz ve gösterişsiz' ilkesi böylelikle bozulmuyor mu?

İkincisine gelirsem: Hakikaten Bediüzzaman umumun nazarını eserlerine celbetmeyi istemiyor mu? Örneğin: Lahikalar'da veyahut başka yerlerde mahkemelerin böyle bir hikmetinin/faydasının olduğunu söylemiyor mu? Ehl-i vukufun, vekillerin veya daha başka devlet yetkililerinin Risaleleri okumasına vesile olmasını sağladığı için yargılama süreçlerinden razı olduğunu belirtmiyor mu? Buradaki gürültüsüz patırtısızlık eğer belirgin bir eylem türünü kastetmiyorsa o vakit mahkemeye çıkmak, savunma yapmak veya onu da geçelim, ömrünün ahirine doğru arabayla Türkiye'yi dolaşmak da bir gürültü patırtı değil mi?

Üstelik hakkında konuştuğumuz kişi sürekli Türkiye'nin gündeminde olan birisi. O dönemde gazetelerde Bediüzzaman'a ne kadar yer verildiğini görebilmek için Abdülkadir Selvi'nin Ateşten Yıllar'ını okumanızı tavsiye ederim. Neredeyse günübirlik manşet olan, başyazarların yazılarını ona hasrettiği, her hareketi haber yapılan bir isim. Bu da bir tür dikkat çekmek değil mi? Bediüzzaman bundan sakınıyor mu? Yoksa seyahatleriyle daha fazla kapısını mı aralıyor? Soralım.

En nihayet şuraya geleceğim: Bence Bediüzzaman'ın vefatından sonra ‘sırran tenevveret’ gibi kavramların içeriği yeniden şekillenmiştir. Kur'an'daki, sünnetteki, ehl-i sünnet çizgisindeki, Risale-i Nur'daki ve Bediüzzaman'ın hayatındaki karşılıkları aranmak yerine, o an hangi tanım iş görüyorsa, o yerine konmak suretiyle yola devam edilmiştir. Bir ‘sorun çözücü’ muamelesi görmüş yani ‘sırran tenevveret.’ Örneğin: Mısır'daki darbeye karşı girişilen küresel Rabia hareketi bile bu tanıma bakarsanız 'sırran tenevveret' manasına uymamaktadır. Hatta Nurcular dahi twitter’daki tt çabalarıyla bu ilkeden dışarı çıkmaktadırlar.

Peki ‘sırran tenevveret’ nedir? Tam bir tanım söyleyemem ama şunu hatırlamanın faydalı olacağına inanırım: İlk yılı çok az, altı yılı biraz daha fazla, hicretle beraber artan ve asıl inkişafıysa Hudeybiye sulhüyle olan bir çizgide yayılıyor İslam. Peki bundan ne çıkarılmalı? İlk altı yıl için ‘başarısız’ mı denmeli? Aksine, o ilk altı yıl olmasa, sonraki bu devasa adımlar atılamazdı. Çünkü o ilk altı yıl bir tür kök salma dönemiydi. İslam'ın, Aleyhissalatuvesselamdan sonra, en ihlaslı, istikametli, gayretli savunucuları o ilk altı yılın içinde yetişenlerdi. Vefatından sonra da yine en önde onları görüyoruz İslam'ı omuzlamakta.

Bu noktadan baktığımızda, evet, Aleyhissalatuvesselamın tebliğe başladığı anda katlanarak artan bir ümmeti yok. Bir gürültüsüzlük patırtısızlıktan bahsedeceksek işte bu da bir tür gürültüsüzlük patırtısızlık. Çabaları değil meyveleri itibariyle gürültüsüzlük patırtısızlık. Peki Allah Resulü dikkat çekmeye çalışmıyor muydu? Elbette çalışıyordu. Akrabalarını toplayıp hepsini birden hidayete çağırabiliyordu mesela. Panayırları gezebiliyordu. Ama Allah onun hidayet ağacını birden inkişaf ettirmedi. Önce iyi yükselecek ağacın köküne güç verdi. Az gelişti fidan ama o sırada toprağın altında büyüyordu aslında. Kök kıvamını bulunca boyu patladı. Dünyanın dört bir yanına dallarını saldı.

İşte bence sırran tenevveret budur: Ağacın kök salma dönemidir. Saklanmayı kastetmez. Dikkat çekmemeyi de. İnkişafın patlayarak olmamasını kasteder. Tedricen gelişimin ismidir. Hemen ele geçmeyen sonuca karşı sabrını korumaktır. Gürültü çıkarmamak bir yanıysa da bunda tutumu kesinlikle gizlilik değildir: "Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nur'un fütuhatına karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlûp olmaz. Yalnız sırran tenevveret perdesi altına girer."

Hatta, ne yalan söyleyeyim, çabuk patlayan hareketlerden de korkarım ben. İçi çürük olur öyle şeylerin. FETÖ de böyleydi bence. Hırsla patladı. Fakat bu patlama öyle köksüzdü ki ayakta duramıyordu. Küresel güçlere yaslanma ihtiyacı duyuyordu. Sürekli esniyor, savruluyor, değişiyordu. Sonunda da toprağını terketti.

Hatta Gülen bir Bamteli'nde (Bayrama Hasret Asırlar ve Yumruklandıkça Güçlenen Bahadırlar) sırran tenevvereti “küresel güçleri karşısına almadan Filistin'e yardım etme” olarak bile yorumlayabiliyordu. Bundan da ötede, yıllardır sürdürdüğü gizli yapılanmayı da, çizgisinde yaşadığı esnemeleri de hep böylesi bir 'sırran tenevveret' içinde zeminlendiriyordu. FETÖ için sırran tenevveret Bediüzzaman'ın izzetli duruşu değil devletin içine sızabilmek için yürütülen bir casusluk faaliyeti gibiydi. Şiiliğin takıyyesini alıp onu sırran tenevveretin içine doldurmuştu. Dönüştürmüştü. Tebliği izzetinden arındırmıştı.

Buraya dikkatinizi çekiyorum. Çünkü bence sırran tenevveret tam bu noktada tam tersine dönüşüyor. "En büyük hile hilesizliktir!" diyen Üstadın çizgisinden gittiğini iddia eden bir grup, ‘Hedefe ulaşmak için her hile/takiyye caizdir’e varacak bir esneme yaşıyor. Bunun hikmetini sorunca da 'sırran tenevveret' veya 'tedbir' diyorlar size. Gizlice aydınlanacak, perde arkasından nurlandıracak, arkasını dolaşacak. Vay arkadaş vay! İyi de şu eylediklerini Bediüzzaman'ın hayatıyla bir sına bakalım. Ne kadarı tutuyor? Karakteri buna elverir görünüyor mu? Hatta Hz. Ali radyallahu anhın merdane mesleğine bak. Senin esnekliğinin zerresi var mı orada? Peki bu dümencilik size nereden geliyor?

Onların gelecekleri yer bilmem ama biz nihayetinde Bediüzzaman'ın Lemaat'ta altını çizdiği şeye geliyoruz: "Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını, zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Yani anlam kaymaları asrındayız arkadaşım. Bu nedenle bize sunulan tanımlara ehl-i sünnet çizgisinden tekrar tekrar bakmamız gerek. Bozulmalar en çok çarpıtmayla yapılıyor çünkü.






[1] http://www.sorularlarisale.com/makale/14955/sirran_tenevverat_ne_demektir.html (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)
[2] http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/11/2005&TextID=988 (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...