5. Şua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5. Şua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Mustafa Öztürk nereye koşuyor (5)

Efendim, Starkoğulları'ndan Arya Stark ablamızın, Gece Kralı nam-ı menhusu ile meşhur buzlu badem evladının amel defterini dürüp eline vermesiyle cümle Game of Thrones izleyenleri handan u şadan olduk. Bu küçücek kızın minyonluğuna bakmadan "Ulan cümle hortlakların pir-i freezei! Soğuktan korksak Winterfell'de yaşamazdık. Dur sana dalağından azıcık antifreeze vereyim!" deyu bıçağını aşketmesi, Gece Kralı'nın, magazin medyasının eğlence mekanı mesaisine dayanan şöhret-i kazibesini de derhal tuzla buz eyledi. Herhalde Kurtlar Vadisi Irak'ta Necati Şaşmaz ağabeyimizin Billy Zane'e sabitlediği bıçaktan sonra en çok alkış alan hareket de bu oldu. Yiğitliği seviyoruz efendim. Yapacak birşey yok.

İşin geyik kısmını hızlı geçelim. Ben asıl dizide 'kuzeydeki duvarı aşarak' insanlığa tasallut eden White Walkers/Beyaz Yürüyenler güruhunun ahirzaman ile ilgili rivayetlere, özellikle ye'cüc-me'cüc ile ilgili olanlara, benzerliğine dikkat çekmek istiyorum muhterem kârilerim. Hatta kuzeyden gelişi itibariyle Deccal'e dair tasvirlerle Gece Kralı arasında dahi bir benzerlik kuruyorum. (Belki onlar da kendilerine ulaşmış, her ne kadar her tarafı tahrifle bulanmış olsa da, kutsal metinlerin benzer nakillerinden faydalanıyorlar.) Hani Bediüzzaman 5. Şua'da Deccal'in Üç Günü meselesini tefsir ederken der:

"Büyük Deccalın kutb-u şimâlî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimâlînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkie yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizâne bir ihbardır." Yani, Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyelim, rivayetlerden çıkarıldığı kadarıyla Deccal fitnesinin de yayılışı kuzeyden güneye doğru olacaktır. Çünkü şimal kuzey demektir.

Fakat bundan ziyade ilgimi çeken şey, kârilerim, dizideki büyük kuzey duvarının, bize hem Kur'an'da hem hadis-i şeriflerde haber verilen Sedd-i Zülkarneyn'e yaptığı gönderme. Evet. Kıssayı bilenler bilirler. Bilmeyenler için özet geçeyim: Zülkarneyn aleyhisselam büyük fetih yolculuğu sırasında ye'cüc-me'cüc isminde vahşi bir topluluğun eziyet ettiği insanlara rastlar. Onlar Zülkarneyn aleyhisselamdan korunmak için yardım isterler. O da sed/duvar yapma fikrini verir. Kimi metalleri de kullanarak aşılması/yıkılması epey güç bir duvar yaparlar. Kur'an-ı Hakîm bu seddin yıkılışıyla kıyametin birbirlerine yakın olduklarını söyler. Zaten alametlerinden birisi de bu seddin yıkılışıdır.

Bediüzzaman, Lem'alar'da bu konu hakkındaki soruyu yanıtlarken, kıssayı, 20. Söz'de öğrettiği şekilde 'küllî kanunların ucu' olarak okumayı tavsiye eder. Yani, ona göre her zamanda sedler, sed yapıcı Zülkarneyn aleyhisselam misali mürşidler ve o seddi aşmaya çalışan ye'cüc-me'cücler vardır. Yerinden okuyalım:

"Âyât-ı Kur'âniyenin zikrettiği hâdisât-ı cüz'iyeler, küllî hâdisâtın uçları olduğu cihetle, Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne irşâdâtıyla akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misilli müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar maddî cihetinde, ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktab dahi mânevî ve irşadî cihetinde, o Zülkarneyn'in arkasında gidip, iktidâ edip, mazlumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri, sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle tesis etmişler."

Devamında ise şehir surlarının, kalelerin ve kale savunmasında kullanılan topların da bu kanunun fertleri olduğunu belirtir. Hadi, bir cesaret, popülere temas etmekten de kaçınmayalım: S-400 gibi savunma sistemlerinin dahi bu kıssadan bir hissesi vardır Bediüzzaman'a göre. Yani mürşidliğin şanı gerektirir ki: Zalimin mazluma tasallutuna karşı savunma hatları oluştursun. Saldırının kolaylığını engellesin. Hatta bir yerde irşad edici eserleri de aynı kanunun gölgesine perçinler:

"Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir."

Şimdi, muhterem kârilerim, sözü buradan alıp başka bir yere götüreceğim. Götüreceğim ki seriye verdiğimiz başlığın da yazıda bir hakkı olsun. Efendim, benim, Zülkarneyn aleyhisselam kıssasından ve oradaki sedden çıkardığım bir ders de şudur: Sabiteler olmadan değişkenler ayakta duramaz. Veya şöyle söylemeli: Değişkenlerin hayatı sabitelerinin sağlamlığına bağlıdır. Veyahut da şu şekilde toparlamalı: Çevresine 'fesaddan koruyucu sabiteler' inşa edilmemiş değişkenlikler çabuk bozulurlar. Evet. Kendimce böyle bir ders çıkarırım ve bu dersin en küçük hücreden en büyük sisteme kadar bir geçerliliği olduğunu hissederim.

Yani, nasıl ki hücrelerin 'seçici-geçirgen' zarları vardır, aynen öyle de, dünyanın da her geleni içeriye buyur etmeyen bir atmosferi vardır. Belki galaksilerin de öyledir. Belki daha üst sistemlerde de böyle bir koruma kanunu hüküm sürmektedir. Hepsini bilemem ama şunu bilirim: Ben de imanımın sabiteleri sayesinde şeytanın, nefsin veya vehmin tasallutundan korunmuş olurum. Marifetullahla eriştiğim 'emniyetli varlık algısı' sayesinde evren kalbimin içinde baskı uygulayamaz bana. Kainatı 'nazarında pek fena bir memlekete düşenlerden' daha başka algılarım. Mürşidim yine bu sadedde der:

"Ey insan! Kur'ân'ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

İşte, en nihayet, asıl söylemek istediğimize yaklaştık: Bence 'vahyin mahiyetine' dair Gece Kralı Mustafa Öztürk tarafından yeniden hortlatılan Beyaz Yürüyen fitnelerin cevabı da burada saklıdır. Vahiy, lafız surlarıyla korunmadığı sürece, mana şehri (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumcu' ye'cüc-me'cüclerin fesadından kurtulamaz. Herşeyi istedikleri her anlama getirebileceklerin zulmünden korunması için vahyin lafzının da, tıpkı meyveyi hayatta tutan bir kabuk gibi, beraberinde olması lazımdır. Çünkü kabuğu soyulanlarda görülmektedir ki fesad çabuklaşmaktadır. Kur'an'dan evvelki kitapların tahrifinin bir etkeni de 'tercüme üstüne tercümeye' uğramasıdır. Bu tercümeler nedeniyle onların nurları uçmuş dumanları kalmıştır.

"Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır." Yine başka bir yerde der: "Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır."

Peki, tarihselciliğin sözüne gelip, Kur'an'ın Aleyhissalatuvesselam'a mana olarak geldiğini, lafızlarını ise kendisinin şekillendirdiğini söylersek biz Kur'an-ı Hakîm'e ne yapmış oluruz? el-Cevap: Onun etrafındaki muhkem surları teşkil eden lafızların cildiyetini yıkmış oluruz. Onları libas yerine koymuş oluruz. Elbise gibi çıkarılabileceklerini, değiştirilebileceklerini ve 'sabitliklerine çok da takılmamak gerektiğini' kastederiz. Böylece artık çıplak bedenleriyle herşeyin içine girebilirler. Her kıyafeti giyebilirler. Ne söylediklerini sağlam çizgilerle belirleyen lafızlarının kudsîyeti kalmadığına göre her yeni tasarımcıyla bambaşka birşey söyleyebilirler. Yani, sünnetin fonksiyonu Kur'an için neyse, Kur'an'ın lafızlarının naklolan mana için yüklendiği fonksiyon da odur. Koruyuşudur. Sünnetin somutluğu nasıl Kur'an'ın çarpıtılmasına karşı mübarek bir sed oluşturuyorsa, Kur'an'ın lafızları da mananın 'farklı dile getirişler' içinde kaybolmasına karşı mübarek bir sed oluşturur.

İşte Mustafa Öztürk vb.'lerinin asıl ima ettikleri şey de bir parça budur. Onlar, Cenab-ı Hakkın, hayatlı en küçük hücreden içinde has bir denge bulunan en büyük galaksiye kadar câri olan bir kanununun vahyinde geçerli olmadığını/olmamışlığını savunuyorlar. Elmayı bile kabuğuyla yaratan Allah'ın vahyini cildi sayılacak lafızlardan eksik olarak gönderdiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaya hakverebilmek mümkün mü? Bir mü'minin buna içi elverir mi? Türkiye'nin kuzeyinde dünyaya gelmiş bu hocamızı(!) Winterfell Savaşı'ndan ibret almaya davet ediyoruz. Yoksa 'Fitne is coming!' yani.

16 Ağustos 2016 Salı

Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?

Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.

Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.

Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.

Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.

Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)

Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.

Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.

11 Ağustos 2016 Perşembe

5. Şua'dan bir 15 Temmuz okuması...

5. Şua fitne zamanlarında kendisini bir başka okutturuyor. Ben de bu sıralar bazı bahislerine tekrar be tekrar bakıyorum. Rivayetleri sadece birer 'olay gibi' değil, mürşidimin ders verdiği şekilde 'kanun gibi' okumaya çalışıyorum. Peki, kanunun olaydan farkı nedir? Olay, kanunun ferdidir. Zaman vücudundaki parçasıdır. Şöyle bir örnekle anlatayım: Havaya attığınız her cisim yere düşer. Şu an atsanız şu an düşer. Bu olaydır. Ama yerçekimi kanundur. O size der ki: "Havaya atılan herşey yere düşer." Kanun okumasına ulaştığınız zaman olaya dair eriştiğiniz marifet bütün zamanları kuşatacak şekilde genişler. Bu bir öngörü sağlar. Nihayetinde olaylar kanunların vücuda gelmiş fertleridir. Görünür olmuş parçalarıdır. Olayların aynı şartlardaki tekerrürü sayesinde kanunları farkettiğiniz gibi, kanunlar sayesinde de olayların tekerrür edeceğini farkederiz.

'Fail ve esma' veya 'esma ve şuunat' marifeti arasında da böyle derece farkları vardır. Bir kere rızık verenin (fail) aslında her kere rızık verdiğini (esma) anlamak aslında Rezzak'ı anlamaktır. İsim sahibi, bir kerenin değil, her kerenin failidir. Esmaü'l-Hüsna'nın sahibi bir kere yapan değil, 'hep öyle yapan' veya 'hep öyle yapabilir olan'dır. Bu esma mertebesinde bir kanun okumasıdır. Nazarı bu mertebeye çıkamayan gafil, bir kerecik olsun rızık vereni olarak görünmüş herşeyi Rezzak'ı sanabilir. Kanun okuması, onu taşıyabilecek özelliklere sahip failden başkasını fiilin failliğinden azleder. Sebeplere tapmak böyle bir nazar hatasından neşet eder. Halbuki her kere rızık verebilecek olandır ancak bir kere rızık verebilen. Zira her bir rızık diğer rızıklarla veya her bir fiil benzerî diğerleriyle kanun ilgisiyle bağlıdır. Fiiller, anlık olaylar veya müstakil vücutlar değil, kanun bağıyla birbirine bağlanmış zamansal zincirlerdir.

Rezzak olanın yarattığının ihtiyacını gidermekten bir lezzet-i münezzehe ve mukaddesesi olduğunu farketmek ise şuunat mertebesinde bir kanun okumasıdır. Şuunat okumasının esma okumasından farkı, Allah'ı fiil-fail düzleminde dikey ve mekanik bir bilişle bilmeyi aşıp, 'yaratış ahlakına dönük' bir marifetle tanımaktır. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikati ancak şuunat bilgisine dönük bir marifetle mümkün olur. Mahlukatına nasıl davranmak Allah'ın şanındandır? Hangi yaratış şekli Allah'ın şanına daha çok yakışır? Kuluna nasıl muamele etmesi şanından umulur? Bu düzeyde bir sezgiye eriştiğimizde biz de Allah'ın yaratmaktan lezzet-i münezzehe duyduğu o şekle bürünmeyi isteriz. Misalen: Allah yarattığını temiz yaratıyor ve hep temiz tutuyorsa rızasının bu fiilin arkasında olduğunu biliriz. Biz de o fiili Onun rızasını kazanmak için eyleriz.

Sadede geleyim. 5. Şua'da şöyle bir bahis var: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz." Daha Mustafa Kemal'in ve şapka inkılabının piyasada olmadığı bir dönemde böyle bir tefekkür geliştiren mürşidimden mülhem olarak şöyle bir tefekkür geliştirdim kendimce:

Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ve ahirzaman ümmetinin şöyle bir tabiatı var sanki: Bir sabah uyandığınızda farkediyorsunuz herşeyi. O sabah gelinceye kadar bir tasannu ve takıyye içinde yaşanıyor herşey. 'Mış gibi' yapmalarla idare ediliyor kusurlar. Aptallığa yakın hüsnüzanlarla kör ediliyor feraset. "Yahu şu adamın alnında birşeyler yazıyor!" diyenler de körlerce körlükle itham ediliyor. Sonra bir sabah aslolan kendisini ortaya koyuyor. Bir sabahta açılıyor gözler. Bir sabahta aydınlanıyor yüzler. Alnında yazar gibi açık ve berrak... Okunuyor... Öyle ya! 17 Aralık'ta da 15 Temmuz'da da öyle olmadı mı? "5. Şua'nın verdiği dersten böyle bir kanun okuması yapabilir miyiz acaba?" diye düşünüyorum şimdi ben de. Ahirzaman fitnesinin ilginç bir özelliği: O gün gelinceye kadar gözlerimiz yazıyı farketmiyor. Çünkü yazıya dair dikkatimizi yitirdik. Mezkûr rivayet hem fitnenin karakterini hem de ümmetin yitirdiği hassasiyeti bize hatırlatıyor.

Hem yine demiyor mu: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Zaten o fetvacıları değil miydi gözlerimizi alındaki yazıya böyle kör eden? Ne diyelim? Allah tekrarını yaşatmasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...