En'am sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
En'am sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2019 Cuma

Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?

Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.

Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.

Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.

Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.

Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.

Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.

Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?

Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)

Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?

Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.

İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:

"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."

Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.

Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Ahmed 'başka kitapları' neden okur?

En'am sûresinin 68. ayetinde, kısa bir meal olarak, "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!" buyruluyor. Yine Tirmizî ve İbn Mace'de geçen bir hadiste de "Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz!" emrediliyor. Mürşidim de bir yerde II. Cihan Harbi'yle zihnen fazla meşgul olmanın şöyle bir sakıncası olabileceğine dikkat çekiyor: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Belki size tuhaf gelecek ama, ben, nicedir bu üç mübarek kelam arasında bir ilgi seziyordum. Fakat teşhis edemiyordum.

Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:

"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.

Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir.
"

Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.

Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.

Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.

Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.

Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"

Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...