Mutezile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mutezile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2019 Salı

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (1)

Biz görmedik ya anlatıyorlar. Bir zamanlar Türk milliyetçiliğinin şöyle bir tartışması varmış: "Türklük mü önce gelir yoksa İslamlık mı?" Kimileri "Türklük!" der, sonra semaya doğru ağzını diker ve şöyle candan-ciğerden bir "Aaauuuuuu!" çekerlermiş. Yani, hâşâ huzurdan kârilerim, ulurlarmış. Kimileri de "İslamlık!" der, sonra ciğerlerini taze bir rüzgârla doldurup, akabinde kelime-i tevhidi şahitleri kılarlarmış. Elhamdülillah. Şimdi benzeri bir tartışma Nurcuların kucağında da büyüyor. Onun da şablonu şöyle: "Demokrasi mi önce gelir yoksa din mi?"

Tabii milliyetçilerin hakkını yemeyelim. Onlar ideolojilerini her zaman daha açıktan tüketmeyi seçtiler. Nurcuların hesaplaşmaları ise derinlerde/sessizlikte yaşanıyor. Perdeli yürütülüyor. Saman altından yol alınıyor. Zira Nurcular özlerinde, elhamdülillah ki elhamdülillah, dinî bir hareketler. Ve dinî bir hareketin mezkûr sual gibi bir cümleyi kurması, yani tutunmak istediği herhangi birşeyi açıkça dinin karşısına koyması, düşünülemez. Ya? Daha gölgeli şekilde sürer bizde mücadeleler. Daha alengirli yollar izlenir. Atılacak adımların ötesine-berisine "Aman kazlar uyanmasın!" hassasiyetiyle daha bir dikkat edilir.

Hasbelkader bu yolu gerektiğince izlemeyen çıkarsa, yani ki hırs yapılırsa, ümmet de alnına kaşeyi basar ve onu derhal ıskartaya çıkarır. Iskartaya çıkan da tartışmaların içine bir daha dönemez. Dönse de aynı etkiyi gösteremez. Çünkü varacağı yer anlaşılmıştır. Varacağı yer anlaşılınca birlikte yürümek isteyenlerin sayısı da azalır. Malum ya, hakkında hadis-i şerif de vardır, ümmet dalalet üzerine birleşmez. Bunun yazımızla ilgili bir türevini şöyle dillendirebiliriz: Ümmet dalalete gidildiğini bile bile hiçbir argümanın peşine düşmez. Ama? Ama bilmezse düşer. Düşürülebilir. Bu nedenle dinî hareketlerde sapmalar 'senin-benim-Mehmed amcanın' kadarcık kalmaz. Kitleselleşir. Bünyeyi sarar.

Çünkü dinî hareketler tartışmalarını açıkça yürütmezler. Azar azar, tevil tevil, yorum yorum, gıdım gıdıp, sapmacık sapmacık, tabir-i caizse yağmurseven edasıyla (sümüklüböcek tabirini sevmiyorum) yürümeyi tercih ederler. Bu küçük ayaklı seferîlikler elbette devrimler gibi hemen sonuç vermezler. Fakat yeterince sabrederseniz, Hz. Ali sevgisinden bir Şiilik, Hakem ayetinden bir Haricilik, Tevhid ayetlerinden bir Selefilik, demokrasi muhabbetinden de bir CHP'cilik çıkarabilirsiniz. Ay, ben ne dedim, pardon. Son kısmı dikkate almayın. Ağzımdan kaçtı. Şimdi söylememem gerekiyordu bunu.

Orwell, Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'de der ki: Demokrasilerde doğruya ulaşmak totaliter rejimlerden de daha güç bir hale geliyor. Neden? Çünkü totaliter rejimler zaten halkın düşüncesine önem vermedikleri için gerçeği çok iğreti şekillerde çarpıtıyorlar. Halk da çarpıtılanın gerçek olmadığını farkediyor. Ama demokrasiler halkı etkilemek, manipüle etmek ve kendileriyle beraber sürüklemek zorundalar. Bu nedenle bilgiyi avamın uyanamayacağı şekillerde bükebiliyorlar. Bu meşum yetenekte kendilerini geliştiriyorlar.

İşte dinî hareketlerde, Allah eksikliklerini göstermesin, işin böyle bir riskli yanı var: İstikametten sapmaya görsün, zehirli meyveleri kırk yıl sonra ortaya çıkıyor, evvelinde ancak ferasetli gözler tarafından sezilebiliyor. Ve bu teşhis güçlüğü nedeniyle hastalık bünyeyi sarmış oluyor. Tedavi müşkülleşiyor. Hatta imkansızlaşıyor. Bazen kıyamete kadar yaşayacak bir fırka-i dalle vücuda geliyor. Çünkü onların da, tıpkı demokrasilerde olduğu gibi, kitleleri etraflarında tutmaya temayülleri var. Evet. Şu kesin: Herhangi bir seküler aydın İslam toplumuna meydan okuyarak konuşabilir. Hakkında neler denileceğini umursamayabilir. Ancak sapkın bir kanaat önderi böylesi bir meydan okumayı göze alamaz. Çünkü bu zeminde işler öyle yürümez. Bu yüzden kafasındaki kaymaya etrafındaki kuşları ürkütmeyecek bir yol döşemek zorundadır.

Bu nedenle birincisi "Mini etek giymek kadının özgürlüğüdür!" diye bağırabilir de ikincisi Adnan Oktar gibi tutup mevzuyu Kur'an'daki tesettür emrine, bu emrin kat'iliğine, bu kat'iliğin teviline, bu teville beraber kuşanılabilecek tesettür şekillerine falan getirir, yani işi dallandırıp budaklandırır, herşeyi azar azar havaya kaldırır, altlarını oylum oylum oyar, ağzına bakan kalpleri gıdım gıdım çevirir, sonra en mutaassıp tâbileri bile bir noktada ikna olup "Kur'an aslında mini etek giymeyi yasaklamıyor!" demeye başlar. Disko müzikleriyle hoppala hoppala kıvırtır. Hatta bunu ibadet olarak sanrılar. Halbuki yolun başında aynı kişilere rastlasanız belki bu şu sözden 'nevzubillah' çektiklerini duyacaktınız. Şimdi duyamazsınız. Çünkü süreç onları da bir kıvama getirdi.

Buradan şuraya bağlayalım: Mürşidimin Münazarat isimli eserinde 'istibdad-ı ilmî' dediği birşey var. Maalesef bu kavramlaştırmanın geçtiği yer Münazarat'ta en yanlış anlaşılan yerlerden birisidir. Daha doğrusu: Her nasıl olmuşsa olmuş, metnin en aktif yorumcuları elinde ehl-i sünneti suçlayıcı bir yorum gelişmiş, fakat isabetine dair hiçbir eleştirel süreç yaşanmamıştır. Kanaatimce; Nurculara da sirayet eden modernist bir damar, geleneği suçlamaya dayanak ararken bu metne rastlamış, "Belki işime yarar!" diyerek üzerine bir analiz yumurtlamıştır. Kimse de "Hakikaten bunu mu söylüyor?" diye sormayınca, mezkûr yorum genel-geçer hale gelmiş, istibdad-ı ilmî hakkında kendisine has istibdad-ı ilmîsini oluşturmuş. Fakat ona varmadan önce metni alıntılayalım:

"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."

Adım adım ilerleyelim: 1) Bu metnin içinde/devamında Bediüzzaman'ın ehl-i sünneti suçlayıcı bir izahı yoktur. 2) Bu metnin ne öncesinde ne de sonrasında ehl-i sünnete dair (konuyla ilgili-ilgisiz) olumsuzlama yoktur. 3) Münazarat'ın genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir menfî yaklaşım yoktur. 4) Risale-i Nur'un genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir olumsuzlama yoktur. 5) Bilakis Bediüzzaman'ın kendisini de ehl-i sünnetten saydığını gösterir şekilde kullandığı birçok ifade vardır. 6) Ehl-i hak ve istikametin ehl-i sünnet olduğunu belirtir birçok ifadesi vardır. 7) Mezkûr dönemlerin 'ümmetin en faziletli zamanları' olduğuna dair cümleleri vardır. 8) Selef-i salihînin müstebitlik yaptığına dair hiçbir ifadesi yoktur. 9) Bu bid'a fırkaların başlangıçlarının Hulefa-i Raşidîn dönemine kadar izleri sürülebildiğine göre, Bediüzzaman'ın Hulefa-i Raşidîn dönemini hiçbir zaman istibdatla suçlamadığı hatırda tutulmalıdır. 10) Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasını istibdatla suçladığı vâki değildir. Her neyse. Adımlar çoğaltılabilir. Sonuçsa şudur:

Bu metnin bir ehl-i sünnet eleştirisi olduğu metazoridir. Yani ehl-i sünnetin zorbalığından dolayı dalalet fırkalarının ortaya çıktığı-tutulduğu-yayıldığı düşüncesi bu metinden hareketle söylenemez. Bu, Umberto Eco'nun tabiriyle, metne uygulanmış bir 'aşırı yorum'dur. Ve 'sahici yorum'u 'aşırı yorum'dan ayıran şey; metnin bütünlüğüne, yazarın tüm metinlerinin bütünlüğüne ve yazarının genel duruşunun bütünlüğüne uygun/uyumlu olmasıdır. Eğer böyle bir uyum kollanmazsa, bu yorum çıkartmak değil, düşünce dayatmak olur. Arzuya fikir sûreti giydirmek olur. Bugün Kur'an üzerinden yeni bir din inşasına girişen modernist-reformist-bid'a akımların düştüğü yanlış da budur.

Burada asıl suçlanan; cadde-i kübra, sahabe mesleği, istikamet dairesi, fırka-i naciye ehl-i sünnet ve'l-cemaat değil; bu fırkaların kendi içlerinde oluşturdukları ilmî istibdattır. Bilgi/yorum tekelciliğidir. (Zaten ehl-i sünnetin kanaatini zorbalıkla yaydığına dair, oryantalist okuyuşlar dışında, bir kanıt da bulamazsınız.) Yani bu fırkalar ilmî istibdatları sayesinde toplulukları kitlesel şekilde dönüştürmüşlerdir. Bunu günümüzde örneklemek de basittir. FETÖ sapması, bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanları onlara istibdat uyguladığı için değil, kendi içlerinde bir endoktrinasyon sistemi kurguladıkları için meydana gelmiştir. Onların bu noktada kendi etbalarına nasıl bir 'duvarsız hapishane' inşa ettiklerini az-çok onlarla temasta bulunanlar bilirler. İşte ilmî istibdat budur. Ve bu ilmî istibdat onların fırkalarını büyütmüştür. Yavaş yavaş ama kalıcı şekilde tâbilerini dönüştürmüştür. Ki bazılarını halen ayıltamıyoruz.

Yani, bıraktıkları talebelerden kendilerine muhalif müçtehidler çıkabilen bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik, bir İmam-ı Şafii, bir İmam-ı Ahmed b. Hanbel (radyallahu anhum ecmain) değildir müstebit olan; asıl müstebitler, kendi görüşlerinden farklı görüş duyunca kulaklarını kapayan ve kapattıranlardır. Delilsiz yorum yapanlardır. Bu yorumları dayatanlardır. Salih selefimiz değildir.

Çok dağıttım. Şurada toparlayıp bitirmeye çalışayım: Arkadaşlar, bugün de 'demokrasi-din' ikilemi üzerinden yürütülen bir endoktrinasyon var. Ağır yürüyen bir iş fakat meyveleri de görülmüyor değil. Bediüzzaman'ın meşrutiyet-i meşruaya, meşverete, istişareye, dindar demokratlara taraftarlığı üzerinden neredeyse 'dininin demokrasi olduğu' noktasına varılıyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bu arkadaşlar, bazı noktalarda 'daha dinî' ile 'daha demokratik' olanın arasında kalınsa, Bediüzzaman'ın seçiminin 'daha demokratik'ten yana olacağını söyleyebiliyorlar. Bu nedenle Liberal söylemleri de kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Malum perspektifte artık odağın din değil demokrasi olduğunu, yani araç ile amacın birbirine girdiğini, hatta dinin demokrasi için araçsallaştırıldığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Halbuki yazdıklarından-çizdiklerinden biz görüyoruz. Her neyse. Bu yazıda bu işi toplayamayacağım galiba. Bir sonraki yazıyı tastamam buna hasredelim. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tan. İstikametimizi de ondan dileriz.

6 Eylül 2017 Çarşamba

İstibdatsız bir ikna biçimi: Sünnilik

"Konuşma özgürlüğü her istediğini söyleyebilirsin demek. Yapamayacağın şey ise yalan söylemek." Denial/İnkâr filminden.

Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:

"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."

Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.

Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.

Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.

Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)

Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.

Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.

Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.

"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi...  (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)

Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?

Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.

Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.

Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir. 

24 Eylül 2016 Cumartesi

Caner Taslaman ümmete neden katılamıyor?

Geçtiğimiz günlerde, Risalehaber'in konuyu haberleştirip sunmasıyla, Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman'ın Bediüzzaman'ı 'beğendiğini' ama eserlerinde naklettiği iki hadis konusunda kendisine 'katılmadığını' öğrenmiş olduk. Bunlardan bir tanesine ('levlake levlak...' bahsine) çeşitli isimler tarafından yeterli cevaplar verildiğinden, ben, çok da üzerinde durulmayan ikincisi hakkında birşeyler karalamak istiyorum. Lakin öncelikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Nur talebelerinin bir konuda daha uyanık olması lazım. Bediüzzaman'ı beğenmek gittiği yolu beğenmektir. Gittiği yolu beğenenin ancak Bediüzzaman'ı beğendiğine inanılır. Gittiği yolu beğenmeden ona duyulacak bir muhabbet, belki kulağa hoş gelir amma, hakikatte hiçbir anlam ifade etmez. Bu tıpkı, rafızîlerin Hz. Ali'nin (r.a.) şahsına duydukları muhabbetle, hristiyanların Hz. İsa'nın (a.s.) şahsına yaptıkları övgü gibidir. İkisi de necat vermez.

"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."

Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.

Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.

Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."

Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.

Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.

Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?

"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.

Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı."

Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.

Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.

Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)

Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.

24 Temmuz 2015 Cuma

Emre Dorman nereye koşuyor 12: Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek...

"Bâtıla çokça nazar etmek, kalpte hak marifetini söndürür." İbrahim b. Edhem (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür." Abdullah b. Hubeyk (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir." Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri'nden.

Bazıları da Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi modernistlerin ateistlere verdikleri fen/felsefe karıştırmış cevaplarına; termodinamikten Newton yasalarına, oradan ver elini kuantuma atlayan argümanlarına hasta oluyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Cevap vermek empati işidir... İster istemez, cevap veren, kendisini 'soranın' yerine koyar. En azından soruya cevap aradığı/bulduğu ve bu cevabı ilettiği süre boyunca bir empati yaşamak zorundadır. Sadece şüpheyi irdelerken lazım olmaz bu ona. O şüpheye dair bulduğu argümanları düzenlerken de empatiye ihtiyaç duyar. Kendisini muhatabın yerine koyarak, onun anlayabileceği şekilde ve kabul edebileceği delillerle izah edebilmek de cevap verenin sorumluluğundadır. Bu açıdan, cevap vermek, insanın kendilik kalesini terkettiği bir zaman dilimidir denilebilir. Yani her cevap veriş, biraz 'öteki olmaktır' bir yönüyle. Sadece dilce değil, bakış açısıyla ve metotça da bir başkalaşma.

Mesela; çocuğa verdiğiniz cevapla, büyüğe verdiğiniz cevap aynı olmaz. Yine dinî bir konuda müslümana verdiğiniz cevapla hristiyana veya ateiste verdiğiniz cevap da aynı argümanları içermez. (Birisinde ortak bir kitap olarak kainattan örnek vermeye mecburken, diğerinde kainat ve bir kısım kutsalları, ötekinde ise artı olarak İslamî kaynakları kullanabilirsiniz.) Çünkü; "İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır." Muhatabınızın anlayacağı ortak kavramlar/delilleri yakalamaya çalışırsınız mümkün mertebe. Bu da sizi kendinizi terketmeye zorlar. Bu terkediş şöyle izah edilebilir: Normalde o soruya dair sizde farklı argümanlarla birçok izah vardır. O izahlara bağlı bir yakîn vardır. Birisi zayıfsa ötekisi kuvvetlidir ve zayıflar kuvvetli olandan (veya yekûnun cesametinden) kuvvet alır vs... Her izahın da kendine özgü bir delili vardır. O delillerin tamamının sizde geçerliliği vardır. Ancak muhatabın o delillerden hepsine yakınlığı yoktur. Bu yüzden kabul edebileceği delillerle idare eder, gerisini geride bırakırsınız. Unutmaz veya inkar etmezsiniz, sadece 'şimdilik' kendinize saklarsınız.

"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır. Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."

Bu tıpkı yabancı bir dilde konuşurken kendi dilinizdeki kavramları ve kelimeleri terketmek zorunda kalmanız gibidir. Cenab-ı Hak da kullarıyla muhatap olurken, değil muhtaç olduğundan, fazlından dolayı tenezzül etmiştir. Yani bizim seviyemize inmiştir. Kendisine ve marifetine dair argümanları insanların anlayabileceği/görebileceği örneklerden seçmiştir. Bu, o örneklerin basitliğine değil, bizim zihnimizin ve fehmimizin basitliğine işaret eder. Harflerin 'bize göre' basit olması, mesajın basitliği anlamına gelmez. Yoksa o örnekler de büyük hakikatlerin uçlarıdır ve insanlığın fehmi arttıkça bize söyleyecekleri daha birçok şey vardır. Bediüzzaman'ın zamanın ihtiyarlamasıyla Kur'an'ın gençleşmesi arasında kurduğu doğru orantı, murad-ı ilahîyi anlamak noktasında değil; murad-ı ilahînin üzerinden bize ulaştığı kelamın yüceliğini/derinliğini daha iyi anlamak noktasındadır. Yoksa murad-ı ilahînin ne olduğunu sahabe, tabiin, tebe-i tabiin olmak üzere bütün selef-i salihîn açıklıkla anlamışlardır. Ve bu idrakin pâk mirası nesilden nesile ümmet içinde taşınmıştır.

Soru ve empati arasındaki ilişkiye geri dönelim. Diyelim ki: Siz bir kimyager veya fizikçisiniz. Sizin kendi ilim dalınızda bir delil yönteminiz var ve ismi deney. Yani siz "Kimyada şu oluyor..." veya "Fizikte şu var..." derken bunu sahada uygulamayla da gösterebiliyorsunuz. Fakat karşınızda bir matematikçi olduğunu düşünün. Onun da kendisine göre bir delil yöntemi var. Onun için iki kere ikinin dört olması deneysel değil, işlemsel/formülsel birşey. Denklemle sınıyor herşeyi. Ve kimyanın/fiziğin ispat metotlarını anlayamıyor. (Edebiyat gibi, müzik gibi, resim gibi sanatları daha katmadık bile.) Yahut da diyelim ki: Bu matematikçi sizden çok uzak bir şehirde yaşıyor. Ona, deney sonucu ulaştığınız bilgiyi ileteceksiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Onun anlayacağı bir dile, yani formüllere dökerek değil mi?

İşte 'filanca atomla filanca atomdan oluşma bir karışım, şu ısıya kadar ısıtılınca ve şu kadar zaman geçince böyle olmaktadır...'ı çeşitli formüllerle yazar ve gönderirsiniz. Ki zaten genelde kitabî bilgi böyle şeylerle taşınır. Bugün bizim okullarımızda da fizik ve kimya deneyden ziyade formüldür. Yerçekimi, kaldırma kuvveti veya moment bizim için sınavda çıkacak formüllü sorulardan ibarettir. Hiçbirimiz makaralarla ilgili bir soruya makara sistemi kurarak cevap vermeyiz. Fakat gün gelip mühendis olursak veya öğrendiğimiz o formülün pratiğinin gerektiği bir işte çalışırsak, artık diğer isbat yoluna dönmüş oluruz. Ve bakarız: Hakikaten öyle mi oluyor? Hakikaten o yoğunlukta bir sıvı, bu kadar kütlede birşeyi, o kadar mı kaldırıyor? Yer bu kadar mı çekiyor?

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir."

Ben; Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi, Abdulaziz Bayındır gibi, Yaşar Nuri Öztürk gibi modernistlerin sorunlarından birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sapıttıkları noktanın böylesi bir empatiyi 'objektiflik/tarafsızlık' kisvesinde içselleştirme olduğu kanaatindeyim. Hatta bundan yüzyıllar önce, İslam coğrafyasının felsefeyle en çok haşir neşir olduğu zamanlarda ortaya çıkan Mutezile'nin de böylesi bir etkilenmişlikte olduğu düşüncesindeyim. Mutezile, her ne kadar murad-ı ilahîyi aramaktaki samimiyetiyle bugünün modernistlerine beş bassa da, etkilenmişlik noktasında benzerlikleri vardır. Örneğin; bu mezhebin önderlerinden birçoğunun, başka din mensuplarıyla yaptıkları münazaralarla binlerce kişinin İslamiyete girmesine vesile oldukları anlatılır. Ancak Mihne Olayı diye bilinen Kur'an'ın mahlukiyeti tartışmaları da bu cedelciliğin bir sonucudur. (Ki Ahmed b. Hanbel Hazretleri gibi daha niceleri bu sürecin mağdurudur.) Âl-i İmran sûresinde geçen ve Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın kelimesi olarak zikreden ifadeden hareketle hristiyanların sorduğu: "Siz Allah'ın kelamına ezelî diyorsunuz. Sizin kelamınızda İsa da Allah'ın kelimesi olarak geçiyor. Eğer Allah'ın kelimesiyse, İsa da ezelîdir. Dolayısıyla mahluk değildir. O da bir ilahtır!" tarzı bir soruya ehl-i sünnetin çizgisinde yaklaşmamış, kelam-ı ilahîye de (yani Kur'an'a da) 'mahluktur' diyebilme cüreti göstermiştir. Bu sapmanın ardından yaşanılanlar ise tarih kitaplarında kayıtlıdır.

İşte modernistlerin de yaşadığı bir açıdan buna benzer bir durumdur. Yani soruya cevap bulayım derken hakikatten olma... Kendi dinî miraslarının sahip olduğu delil türleri ve özellikle naklî deliller; seküler ilim erbabı ve seküler modern dünya karşısında 'geçerli' görünmeyince, delillerini savunup (veya Kâfirûn sûresinde buyrulduğu gibi; 'sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyerek) kendileri kalmak yerine, delili inkâr edip objektiflik adına karşı tarafa geçmeyi kabul etmişlerdir. (Yani objektifliği karşı tarafın ilkelerini de kabul etmek olarak anlamışlardır.) Bediüzzaman özeleştirel bir metninde bu tehlikeye de dikkat çeker:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

Nitekim yine bu zümrenin hadisler hakkında duyduğu şüpheler, hadis ilminin kıstasları konusunda usûl yönüyle buldukları hatalardan değil (zaten ne yerine koyabilecekleri ne yeni bir usûlleri ne de bu konuda tefekkürleri vardır) bilakis naklî bilginin nasıl bir delil oluşturabileceğini anlayamayışlarındandır. Yine bir naklî delil olan Kur'an-ı Hakîm'i reddetmeyişleri ise onu bükebilme konusunda daha rahat tavır takınabilmelerindedir. Yani aslında Kur'an onlar için dediği sorgulanmayacak bir vahiy değil, üzerine konuşulabilecek bir akıl yürütme aygıtıdır. İstenirse kırk kere fikir değiştirilir aynı metin üzerinde. (Nitekim Ebubekir Sifil Hoca, böyle fikir değiştirmelere Yaşar Nuri Öztürk örneği üzerinden Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler kitabında dikkat çeker.) Diğer din müntesiplerinin günümüzde kendi dinî metinlerine gösterdikleri saygıdan fazlasını göstermezler ona... Ama diğer dinlerde 'hadis' diye birşeyin olmayışı, hadisi koyacak yer bulmakta zorlanmalarına neden olmaktadır.

Sorulara karşı dikkatli olunmalıdır. Sorulara 'tarafsız' muamelesi yapılmamalıdır. Çünkü muhatabınız sizden cevap beklerken aslında sizi yönetiyor/yönlendiriyor olabilir. Her soruya, soruyu sorgulamadan cevap vermenin veya objektiflik adına 'bitarafane muhakemenin' bazen 'taraf-ı muhalifi iltizam' olabileceğine dair Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri ne kadar da anlamlıdır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Yine bu sadetten, bir moderniste (Mustafa Öztürk) cevaben kaleme aldığı Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı (Rıhle Kitap) isimli eserinde merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca şunları söyler:

"Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah'ın sıfatları ve cümleden olarak Allah'ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular 'iman' ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir."

Yani dostlar, bence esas sorun hadis ilminde falan değil, bu arkadaşların Batı medeniyeti karşısında hissettikleri eziklikle aşağıdan bir savunma yapmalarında. Rüştlerini ispat etmek için çok kasılmalarında. Kâfirûn sûresinin musırrane emrettiği gibi; 'Sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyememelerinde. Kendilerini muhatabı iknaya mecbur bilmelerinde. Bu aşağıdan savunma sırasında onların anlayacağı argümanları bulup kullanmaya çalışırken, durduğu yeri şaşırıp, onlar gibi olmalarında. Herşeye onlar gibi bakmaya başlamalarında... Bu insanların aynı zamanda menkıbe türü dinî kıssalar/hikayeler konusunda takıntılı olmaları tesadüf değil. Bunlar, modern zaman insanlarından daha üst/güvenilir insanların tarihin bir yerinde varolduğuna inanamıyorlar. Bunu kabullenmek seküler kıstaslara göre mümkün görünmüyor. Yalan sözden kaçınmak noktasında sahabe, tabiin, tebe-i tabiin kadar hassaslaşmış; 'bineğini, elinde yem varmış gibi kandırıyor' diye o kişiden hadis almaktan vazgeçen böylesi insanlar onlar için Marvel karakterlerinden bile daha inanılmaz duruyor. Teslimiyetlerini yitiriyorlar böylece... Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar."

1 Aralık 2014 Pazartesi

Güya Allah'ı takdis ederken...6: 'Levlake levlak' takıntısının kökenleri

'Güya Allah'ı takdis ederken...' ifadesi, bu serinin ilk yazısında alıntıladığım, Bediüzzaman'ın, Mutezile'nin zihin kodlarına yönelik bir tesbitinden mülhem. Ama anlatmak istediklerimin özü, özeti o. Hakikaten de böylelerinin ifrata gittikleri mesele bu. Allah'ı, Kur'an'daki ve şeriattaki dengeyi bozacak kadar bir ifratla takdis ediyorlar. Bu takdis sûreten takdis, aslında sınırlama. Zira öyle bir noktaya varıyorlar ki bu 'takdis görünümlü sınırlama'da, Allah (haşa, sümme haşa) bu beyzadelerin aklı müsaade etmiyorsa, irade bile edememiş ve edemez oluyor. Öyle hassas terazileri var ki, haşa, kendisine zarar vermesine bile izin vermiyorlar Allah'ın. Nasıl tarif etsem? Eğer birşey bunların akıllarına sığışmıyorsa, onun Allah için olabilme ihtimali yok. Çünkü neden? Allah'ı takdis eden onların akılları. Bir açıdan süzgecin süzdüğü şeye efendilik tasladığı bir zemine geçiyoruz. Kendi gizli şirkini tevhidin en yüksek mertebesi gibi size sunan bir zihniyet. Şirk-i hafînin, gördüklerim açısından, en sinsi olanı. Düşünsenize, öyle bir şirkin içindesiniz ki, dilinize baksalar amacınız şirki yok etmek.

Bu 'güya takdis'in daha net bir ifadeyle 'sözde takdis'in en çok takıntılı olduğu şeylerden birisi de Allah'ın Ehadiyeti. Varlığın, Allah dışında hiçbir şeyin biricikliğini kabul etmedikleri için, varlıkla biriciklermiş gibi özel bir ilişkiyi temsil eden Ehadiyetin manasıyla bir takıntıları var. (Ebced/cifir ve Kur'an'daki işarî manalarla takıntısı da buradan besleniyor aslında. Yani Allah, vahyinde size özel birşeyler söylemiş olamaz.) Örneğin: İslamoğlu'nun, kendi esma derslerinde sıkça söylediği gibi; Mustafa İslamoğlu'ndan bile iki tane olmalı şu dünyada. Bir tane olamaz. Bir tane olursa eğer Allah'ın birliği zarar görür gibi geliyor onlara.

Niye böyle düşünüyorlar? Kur'an'da, Zariyat sûresi 49. ayette öyle buyrulduğu için. İyi de orada bahsedilen çift oluşun canlıların devamını sağlayan 'eşli düzeni' kastettiği de söylenebilir. Fakat bu şıkkı tercih etmiyorlar, ettirmiyorlar. Çünkü eşler birbirinden farklı. Bu da onların yine biricik olabilirliği ihtimalini veriyor. O yüzden ayetin manasını mutlaklaştırıyorlar. Geriye kalan bütün yorumları da kapıdışarı ediyorlar. O zaman tabii insan; "Hadi bakalım..." demek istiyor. "Gayretli hocam, madem herşey iki tane, göstersene peygamberlerin ikincilerini? Kur'an'da senin bu ikilik iddianı doğrulayan, şu ayette yaptığın mutlaklaştırmadan başka, delil var mı? Neyin ikisinden bahsediyor Kur'an? Mesela Kur'an diyor mu hiç: Hz. Nuh'tan iki tane vardı. Hz. Musa'dan iki tane vs..."

Bunları hiç sorgulamak yok. Niye sorgulayacaksınız? Hocanızın aklı hepinizi esir alıyor ya. Ona sorsanız, kendi takipçilerinden daha ehl-i tahkik kimse yok. Fakat ne hazindir, hocasının 14 asırlık İslam geleneğini ayaklar altına alışını izlerken "Yahu sakın bizde bir yanlışlık olmasın?" diye soran da yok. Orada iki tane Arapça kökten birbirine bağlantı kuruyor, üç tane klasik metinden alıntı yapıyor, işlem tamam. Modern zaman büyücülüğü etimoloji üzerinden yürüyor zaten.

'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' hadisine de takıntı derecesinde saldırması; bu hadisin manasının Allah'a ve Resulüne hakaret olduğunu söylemesi de bundan. O hadisi kabul ederseniz, bir varlığın Allah'la biriciklik düzeyinde ilişki kurduğunu da kabul etmek zorundasınız. Yani Ehadiyet düzleminde... Halbuki, tam da Ahmet Yıldız abinin bir keresinde twitter'da yazdığı gibi, İslamoğlu'nun Rububiyet ve Uluhiyet dairelerini birbirine karıştırdığının en zâhir delili bu. Allah'ın birşeyi 'bir manaya yönelik' yaratması ile 'bir şarta bağlı olarak' yaratması arasındaki farkı göremiyor. Allah, elbette Samediyet penceresinden bakıldığında hiçbirşeye muhtaç olmayan ve herşeyin Ona muhtaç olduğu; fakat birşeyi bir mana için yaratmak, Ona muhtaç olmak anlamına gelmez ki. Bediüzzaman da zaten bu hadisin zat-ı Muhammediye'den ziyade hakikat-i Muhammediye'ye baktığını söyler 14. Şua ve diğer yerlerde. İslamoğlu daha bu zat ile hakikat arasındaki nüansı anlamıyor.

"(...) külli hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azamın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder."

Bunu kusurlu bir örnekle de olsa anlatmak istiyorum. Bir ressam olduğunuzu düşünelim. Ve öğretmen olan dostunuz, ders verdiği okula gelip bütün okulun resmini yapmanızı istiyor. Gidip yapıyorsunuz. Ve bitirdikten sonra dostunuza diyorsunuz ki: "Sen olmasaydın, ben bu resmi yapmazdım." Bakınız, detaya dikkat çekiyorum: 'Yapamazdım' demiyorsunuz, 'yapmazdım' diyorsunuz. Çünkü yapma noktasında 'şart' bağlamında ona muhtaç değilsiniz. Kendiniz de kendi iradenizle gidip o resmi yapabilirsiniz. Ancak hakikat ve mana anlamında o dostun temsil ettiği şeyin kıymetini ifade etmek için altını çiziyorsunuz. "Sen olmasan, ben bu resmi yapmazdım."

Biz bu tarz ifadeleri o kadar çok kullanıyoruz ki. 'Sen olmasan, senin hatırın olmasa, arada sen varsın diye, sen araya girmeseydin...' hiçbirinde kastettiğimiz 'sana muhtaçtım, sen olmasan ben bunu yapamazdım' demek değil. Kastettiğimiz "Bunu yapışımın hakikati/manası senle ve senin benim dünyamda temsil ettiğin şeyle ilgili..." Bu dostluk olabilir, sevgi olabilir, sadakat olabilir, vefa olabilir, hikmet olabilir. Yani İslamoğlu'na baksanız bunların hiçbirisi yok. Sanki Allah Resulü "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsini nakletmekle şöyle demek istemiş: "Ben olmasam, (haşa) Allah bütün bunları yaratamazdı." Bunu da Hz. Gazalî'den günümüze kimse anlamamış, Mustafa İslamoğlu farketmiş. Hey mübarek! İyi de sonra yaratılan, önce yaratılana nasıl şart olarak zorunluluk olabilir? İmam Gazalî'nin bu kadar da mı aklı yoktu sana göre? İşte bu tür sorular yok onların dünyalarında. Çobanı çoban eden, kavalına razı koyunlardır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...