25 Aralık 2022 Pazar

Dikkatine 'dikkat' et

İrade boşluklarla gelişir. Doğru karar için gerekli olan diğer öğelerle bağlarını boşluklarda kurar. Aklın yolunu boşluklarda öğrenir. Hafızanın kıymetini boşluklarda tecrübe eder. Sınandıkça bu yollara ayağı alışır. Çocuğunuzun etrafını 'hiç karar alması gerekmeyecek şekilde' sararsanız, ya nihayetinde size isyan eder, yahut da kendi ayaklarının üstünde duramaz olur. Bir ömür hayatını devam ettirmeye lazım yardımlar ister. Biteviye muvaffakiyetsizlikler sergiler. O yüzden Cenab-ı Hakkın bizi dünya imtihanına uğratmasına şaşırmamak gerekir. Süreçte sunulan tuzak değil imkandır.

Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.

Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.

Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.

Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)

İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.

Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.

John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."

Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.

Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."

Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.

11 Aralık 2022 Pazar

Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ, Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir." 
Mektubat'tan.

Bediüzzaman'ın İlk Dönem Eserleri içinde derlenen telifi Nur'un İlk Kapısı'nın bir özelliği beni düşündürüyor. Fakat düşündüğümü aktarmazdan evvel 'kitabın müellifini tekrar buluşu' hikâyesini kendisinden dinleyelim: 

"(...) Barla karyesine, yirmi beş senelik bir mufarakattan sonra, aynen meskat-ı re'sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. (...) Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. (...) Küçük Sözler'in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm. (...) Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman'ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev'inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, 'Bin bârekâllah!' dedim."

Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.

Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.

İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam. 

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


21 Kasım 2022 Pazartesi

Erdoğan'ın Sisi'ni de Ehl-i Beyt dağıtır

"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!"
Lemeat'tan.

George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
 
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.

Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.

"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır: 

"Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Evet. Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt'i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü Ehl-i Beyt bu ümmetin asıl/hakiki hafızasını oluşturuyor. Siyasî otorite yalpaladığında, günden güne doğruyu-yanlışı becayiş ettiğinde, pragmatizmi fazla kaçırdığında, "Bu yaptığın yanlıştır!" diyecek, yerini bozmayacak ama fiilî siyasete de talip olmayacak ulema-evliya kadrosu İslam siyasetinin mihenk taşlarından birisini teşekkül ediyor. 

Bu mihenkler köşetaşları gibi birşey yapmaz görünürler. Ancak onlarsız herkes yolunu kaybeder. Öylece varolmaları dahi nimettir yani. (Allah, Ehl-i Beyt'in hakiki varislerini başımızdan eksik etmesin, âmin.) Çünkü duruşlarının toplum üzerindeki etkisine bakarak siyasi kadrolar kendilerini düzeltme imkanı bulurlar. Bazen gönülleriyle bazen de üzerlerindeki ilgiyi kaybetmemek için bunu yaparlar. Aksi durumda hâkim siyasetin maslahat telakkisine ayar çekebilecek kimse kalmaz. Dünün beyazı bugünün siyahı olur. Dünün siyahı bugün beyazdan beyazlaşır. Muhalefetin de en az iktidar kadar zemini oynaktır.

Bense günümüz tartışmalarına yüzümü döndüğümde Ehl-i Beyt'in fonksiyonunun kimilerince bir şekilde makaslanmak istendiğini görüyorum. Onlar siyasetin 'uyarılmasından' ziyade 'ululanmasını' istiyorlar. Bu nedenle de, bir siyasi, evvelden gittiği yolu terkettiğinde herşeyi silbaştan yazmak arzuluyorlar. İşte günümüzden bir delili: Erdoğan'ın Sisi'nin elini sıkmasıdır. Erdoğan gülümseyerek Sisi'nin elini sıkınca Sisi'nin katlettiği binlerce Mısırlı müslüman tekrar hayata mı dönmüştür? Hayır. Cezaevlerinde hâlen işkencede tutulan daha binlercesi özgürlüğüne mi kavuşmuştur? Hayır. Yani eşyanın hakikatinde bir değişiklik var mıdır? Elbette yoktur. O halde? O halde yaşanan sadece siyasetin satranç tahtasında bir hamleden ibarettir. Belki o tebessümlerin hiçbirisi de gerçek değildir. Tasannudur. Vakti gelince iade edilir.

Ancak 'kraldan çok kralcı' öyle bir kitle var ki, bunlar, Erdoğan'ın her yaptığının Gerçek Bakanlığı usûlünce kudsanmasını bekliyorlar. Erdoğan arayı bozuk tutarken 'Diktatör' olan Sisi, düzeltince Mısır'ın 'devlet başkanı' oluveriyor. Dahası da var. Türkiye'nin birçoğunu toprağında himaye ettiği İhvan üyelerine de DAİŞ'çilik yakıştırması yapılıyor. 'Terörist' deniliyor. Dahası: Erdoğan'ın vaktiyle can u gönülden, bin maşaallah, güttüğü siyasetin 'dış güçlerin oyunu' olarak şekillendiğini, aslında Mısır'la hiçbir meselemizin olmadığını, Sisi'yle de işlerin gayet yürütülebileceği söyleniyor da söyleniyor. Bunlar söyleniyor da, muhterem kârilerim, siyaset şarabından sarhoş olmayanların da yüreği sızlıyor. Tamam, siyaseti istikametteyken bunlar da alkışlıyorlar, ama siyasetten istikamet almıyorlar. İstikametin kaynağını İslam biliyorlar.

Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."

Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.

Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
 
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!

10 Kasım 2022 Perşembe

Allah varsa savaşlar neden var?

Nietzsche'nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana'da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle'ın Kahramanlar'ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler 'Işık öldü' diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: 'Tanrı öldü!' Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."

Müslümanın varlık algısında 'hikmet' herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. ('Sonsuzluğa dairlik'tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa 'neticesi itibariyle' bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona 'hüsn-ü bizzat' denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona 'hüsn-ü bilgayr' denilir." 

Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.

Mü'min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah'ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık 'birebirlik' aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. 'Birazcık' öğretir. 'Azıcık' gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah'ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah'ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah'ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.

"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî 'kaldıramazlık' çerçevesine sahibiz. Allah'ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah'ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm'den sonra müderrisliğe başlıyor.

Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah'ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah'ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.  

İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah'ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler'inde Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah'a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.

Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi'nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.'yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah'ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü'minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.

Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir."  Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.


4 Kasım 2022 Cuma

Ateistler de müşrik değil mi?

Bu da bir 'ders notu' gibi olacak arkadaşım. Eksiğime bakma. Yorgunum. Uykusuzum. Fakat parıltının kaybolmasından da korkuyorum. Ne kadarına yetişirse gücüm yazacağım. Tevfik Hüda'dan. 'Bismillah' ile başlayalım: 30. Lem'a'nın (yani ki Esma-i Sitte Risalesi'nin) İsm-i Kayyum bahsinin 5. Şua'ında bir cümleyle aniden mevzu değiştiriliyor: "İsm-i Âzamın altı ismi 'ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek' teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir..." Yani metnin devamında öğreneceğiz ki: Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs esması arasında 'birbirini gösterir' pencereler var. Birbirlerini sarıyorlar. Hangisini tutsanız diğerleri peşinden sürükleniyor. Herbiri diğerine dayanıyor. Gerçi, Bediüzzaman'ın bu tefekkürü, yalnız şu metne/esmaya münhasır da değildir. Başka yerde daha açık bir şekilde der mesela: 

"Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat 'birbirine bakar' şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka fakat 'birbiri içinde görünür' isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat 'birbirine benzer' tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka fakat 'birbirini ihsas eder' ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka fakat 'birbirini gösterir' mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat 'birbirini ikmâl eder' tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit fakat 'birbirini temâşâ eder' haşmetli rububiyeti vardır."

Doğrusu mezkûr hikmeti pek kıymetli bulurum. Zira 'çok tanrılılar'ın ayağını kaydıran zeminin de tam burası olduğunu düşünürüm. Evet. Mesela: Onlar da bizim gibi kainattaki eserleri okumaktadırlar. Hatta eserlere lazım gelen oluşlara-'kün'lere de uyanmaktadırlar. Dahası: Okudukları fiillerden fail arayışına da girmektedirler. Fakat, gelgelelim, faillerin 'birlenmesi' yani 'tevhid' noktasında problemleri vardır. Zira sahadaki eserler birbirlerine benzememektedir. Benzemeyenlerin ardındaki fiilerin-faillerin de tıpkı onlar gibi benzeşmeyeceğini zannederler. Yani: "Suyun hilkati ateşten başkadır. Havanın hilkati de toprağın yaratılışına benzemez. O halde bunları yaratanlar farklı farklıdır..." gibi bir yanlışın kapısını tıktıklarlar.

Halbuki daralmaları ilah tasavvurlarındaki arızadan kaynaklanmaktadır. Evet. Allah'a insan üzerinden bakılır. (Çünkü o da Cenab-ı Hakkın aynasıdır.) Fakat insan kayıtlarıyla bakılmaz. (Çünkü sadece aynadır.) Fail değiştiğinde fiilin değişmesi mahluka ait bir olgudur. Ona dair bir sınırdır. İnsanların imzaları, sanatları, ustalıkları elbette birbirini tutmaz. Ancak Allah olmanın sonsuzluğunda "Birden ancak bir sudur eder..." gibi kısıtlamalar yoktur. Olamaz. Çünkü kısıtlanan Allah olamaz. Allah olmak beşer sınırı kaldırmaz. Sonsuzda ikilikten bahsedilmez. Bu tasavvur yanlışına da dikkat çekmek için belki, mürşidim, 5. Şua'da şöyle söyler: "Kafirler Allah'ı inkâr etmiyorlar. Yalnız sıfatlarında hata ediyorlar." Doğrudur: Ateistler de aslında politeisttir. 'Müşrik' dediğimizde, biz, Allah'tan ilahlık hakkını kırpan her zümreden bahsederiz. 'İki' diyen de müşriktir, 'sebepler sayısınca' diyen de. Materyalist de müşriktir naturalist de. Kim ki Vahid-i Ehad'den başkasına yaratıcılıktan pay verir, ister zerre ister güneş, o müşriktir, namını ne koyarsa koysun. İster 'ateist' desin. İster başka tabir söylesin. Lansesi bizi bağlamaz. Adı lügatimizde bellidir. Kendisi tastamam müşriktir.

Bağları farkettiğimiz anda, Allah'ın lütf u keremiyle, bu tehlikeden kurtarılıyoruz işte. Madem ki; isimler birbirine bakıyor, birbiri içinde görünüyor, birbirine benziyor, birbirini ihsas ediyor, gösteriyor, ikmal ediyor, hem de temaşa ettiriyorlar; o zaman ayrılık-gayrılık; yüzeyi aşamayan algımıza bağlı bir eksikliktir. Bir sanrıdır. Kainat cihazının arkasındaki kablolar birbirine kavuşmaktadır. Hepsi, temsilde hata olmasın, aynı merkezden gelmektedir. Onları evvelemirde bağdaştıramamak sınırlarımızdan ötürüdür. Mahlukun görüşü sınırlıdır. Hakkın Zâtını kuşatmaya yetmez. İhata edip düşünemez. O yüzden isimlere bölerek bir derece kavramaya çalışır. Esma bu yönüyle Allah'ın 'anlaşılmak için' insana bir bahşıdır. Lakin bu lütfu musibete dönüştürmek de mümkün. O da ehl-i şirkin mesleğidir. Yoksa bütün güzel isimler Allah'ındır. 

Girişe geri dönelim. İsimlerin birbirlerine nasıl baktıklarını pratikte görelim. İşte geliyor: "Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyûmun bu cilve-i âzamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor." Hayat sahibi olunmadan Kayyum olunabilir mi arkadaşım?

Hayat sahibi olmak nedir? Mevlana Celaleddin Hazretlerinden nakledilen şu hikmet müşkülümüzü çözüyor: "Can, tecrübeyle de sabittir ki, haberdar olmaktan ibarettir. Kim ki daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır." İstersen gel biz bunu 'farkındalık' diye tesmiye edelim. Evet. Kayyumiyet farkındalık olmadan açıklanamaz. Kayyum olan hem devam ettirdiğini hem de kendisini bilmelidir. Hayatsa bu haberdarlığın ismidir. Hayat sahibi olan şey, isterse en düşük düzeyde olsun, kendisini-başkasını birbirinden ayırır. Mahlukat bu gölgesinin gölgesi tecelli sayesinde bilgi-bilinç sahibi olur. Bir tepsiyi elinde tutan kişi hem tepsinin ne olduğunu hem de kendilik bilincini ilminde bulundurmalıdır. Tepsinin dökmeden taşınabilmesi, bu düzeyde düşük bir devam ettiricilik dahi, farkındalığa bağlıdır. Peki hayatı olmayan farkında olabilir mi? Farkında olmayan farkında olanlara farkında olmadan farkındalık bahşedebilir mi? Hiç böyle garipliklere savrulmayalım arkadaşım. Aklın bizi götürdüğü yön bellidir: Hayatı olmayan farkında da olamaz. Farkında olmayan devam ettiremez. Devam ettiremeyen de elbette el-Kayyum değildir. Allah el-Hayyu'l-Kayyum'dur.

Arkadaşım, kusuruma bakma, devamını da yazacaktım. Lakin yoruldum. Yazdıklarımı da sildim. Beş ismi ayrı ayrı anlatacak gücüm kalmadı. Belki başka bir yazıda tekrar denerim. Şimdilik el-Kayyum ile el-Hayyın birbirini nasıl gösterdiğini tefekkür etmiş olduk. Cenab-ı Hakkın rahmeti geniştir. Yine, inşaallah, bir imkan-iştiyak lütfeyler. Ben de öğrendiklerimi sana arzederim. Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler.

28 Ekim 2022 Cuma

Sahi bu çiçekler niye gülüyor?

Burada keder yok. Kederini insan getiriyor arkadaşım. (Tıpkı cehenneme odununu kendisi götüreceği gibi.) İnan olsun. Doğarken. O olmasa keder de varolmazdı. Gözün eksikliğiyle çirkinlik belirginleşti. Bizden evvel eksik gözler de yoktu. Bütünü görmeyi ilk biz ihmal ettik. Hatta İblis de bize bakarken kör oldu. Varlığa katılmış eksikliğiz biz. Sınırlarımızdan dolayı köreliyoruz. Bizden bakanı da köreltiyoruz. Seçemeyen gözlerimize vahiy lütfediliyor. Kabullenildikçe duvarlar duvarlardan korunuluyor. Varlık bizsiz eksikti üstelik. Ayın tutulması için bize ihtiyacı vardı. Mevsimleri dört sayacak idrak bizdeydi. Güneşin bir kandil olduğunu ancak biz farkederdik. Bizsiz herşey anahtarsız kilit. Tamamlanmamız için imtihan ediliyoruz. Tılsım bizimle açılacak. Belli. Veyahut ilk açılacak tılsım biziz. Biz tamamlanınca âlem de tamamlanacak. Gökler hep cennet olacak. Yerler hep çiçek kesilecek. Fanilik bekayla ödüllendirilecek. Melekler alkış tutacak. Sonlular sonsuzlaşacak. Tamamlanmazsak sonsuza dek cehennemde eksiğiz.

Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var? 

Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.

Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.

Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu. 

Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.

Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

22 Ekim 2022 Cumartesi

Sünnetin de 'müteşabihatı' olur mu?

Bediüzzaman'ın Minhacü's-Sünne'si üç ayetle başlıyor. İlk ikisinin kısacık bir meali şöyledir: "(128:) Size, içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. (129:) Ey Peygamber, eğer senden yüz çevirecek olurlarsa, de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur." 4. Lem'a'ya Tevbe sûresinden misafir edilen bu inciler, mürşidim için, sünnete bakarken kalpten çıkarılmaması gereken mihenkler mesabesindedirler. Zira, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözlerini-tavırlarını doğru şekilde anlamak, iki şeyi birden hatırda tutmakla olur: 1) Ümmetine olan 'iştiyakı'nı. 2) Ümmetine karşı 'istiğnası'nı. Evet. Bu ikisini kalbinin terazisine yerleştirenler ancak Onun amellerini doğru tartarlar. Koymayanlarsa hataya müsaittirler.

Eserinin başında yer verdiği üçüncü ayetse ilk iki ayeti daha iyi anlamamız için seçtiği konuyu gösterir: "De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." Malumunuz üzere, Şûra sûresinin bu ayeti, Ehl-i Sünnet ile Şiiler arasında temel bir farklılığın kaynağı olmuştur. Ehl-i Sünnet 'Ehl-i Beyt' kavramlaştırmasını 'liyakat' zemininde kavrar. Şiilerse Ehl-i Beyti 'kanbağı' noktasında açıklamaya mutaassıbdırlar. Yani ki: Sünniler nazarında 'sünnete hakkıyla ittiba edenler' de veraset-i nübüvvetten hisse sahibidirler. Şialar içinse 'neseb bağı' dışında veraset hakkı yoktur. Bu nedenle iki ekolün imamet meselesine yaklaşımı başkadır. İstikametse, her zaman olduğu gibi, sünnilerin tarafındadır. Allah bizi onların dairesinden ayırmasın.

İşte, tam burada Bediüzzaman, Tevbe sûresinden aldığı mihenkleri kullanmaya başlar: 1) Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'ümmetinin bütününe gösterdiği iştiyak' hesaba katılmadan ele alınmamalıdır. 2) Yine Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'beşeriyet noktasında ümmetine karşı sahip olduğu istiğna' hesaba katılmadan değerlendirilmemelidir. Öyleyse, mesela, 'ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermesi' nefsine dair bir talepten değildir. (O noktada istiğnası vardır.) Ya? Ümmetine daha çok şefkat edebilmek için arzuladığı destektir. Çünkü aldığı salavatlarla makamı yükselir. Yükselen makamıyla daha çoğumuza şefaat eder. Hem de salat u selam sayesinde ümmetin nübüvvetle dinamik ilişkisi korunur. Mü'minler Efendilerine dua ettikçe bereket bulurlar. Zira Ona edilen dua da bir vesile-i rahmettir. Ki Zât-ı Mübareki de âlemlere rahmettir. Yani getirilen savalatlarla menfaat ve saadet bulan, inşaallah, salavatı getirenlerin ta kendileridir.

 "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var..." diye bitirdiği 2. Nükte'de büyük bir uyanış yaşarsınız. Demek, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, torunlarını dahi 'sırf torunları oldukları için' sevmemektedir. Hayır. Onun her türlü fiilinde/sözünde makam-ı nübüvvetin geniş okuyuşu vardır. Evet. O, Ehl-i Beytten geleceklerin gelecekte sünnetin himayesinde göreceği mühim hizmeti görmüş, onları temsilen Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin başlarını öpmüştür. Yani bu yoğun sevgi 'dünyevî bir akraba sevgisi' değildir. Arkasında ümmetin bütününü kapsayan bir anlam vardır. Hepsini kollayan bir uhrevî menfaat vardır. Hem zaten Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam  sırf bir karabet-i nesliye saikiyle, yakınlarına kıyak olsun diye, böyle birşey arzulayacak değildir. Onun eteği böylesi çamurlardan da münezzehtir. Nübüvvetin istiğnası böyle ücretlere talip olmaktan beridir. Peygamberler ecirlerini, Kur'an'da buyrulduğu gibi, yalnız Allah'tan isterler. Kullara minnet etmezler.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla, bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz."

4. Lem'a'dan aldığımız bu mihenkleri, artık, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatında 'müteşabih gibi görünen' her detaya karşı istimal edebiliriz. Özellikle de Oryantalistlerin (ve onların yerli mukallidlerinin) çoklukla dillerine doladıkları mevzulara karşı... Mesela? Mesela: Efendimizin eşlerinin çokluğu meselesi. Mesela: Zeyneb radyallahu anha annemizle izdivacı meselesi. Mesela... Neyse. Uzatmayayım. Sayısını çoğaltabiliriz. Fakat hepsinin cevabı aynıdır. Yani aynı zeminden verilir. Böylesi hiçbir meselede Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözü-tavrı 'nefsini önceleyen' bir tutumdan kaynaklanmamıştır. Onun her amel edişinde ümmeti için gözetilmiş faydalar vardır. Oryantalistlerin geviş getirdikleri "İnsanî zaafları onu böyle şeylere itmiştir!" tarzı okumalar tastamam iftiradır. Yazıktır. Rezilliktir. Kur'an'da haber verilen istiğnasına da aykırı düşer. Onun bizden gelecek hiçbir menfaate ihtiyacı yoktur. Aksine bizim sıkıntıya düşmemek için sünnetine ihtiyacımız vardır. Eğer hâlâ hikmetini kavrayamadıklarımız mevcutsa, zihnimizdeki bulanıklık, şüphe yok ki cahilliğimizdendir. Hüda'dan açılmasını dileyebiliriz. Yoksa sünnetine iftira edip şefkatini zedelememeliyiz. Terbiyesizlik etmemeliyiz. Onun sünneti de hep şefkatindendir. Şefkati de hep sünnettindedir. Sünneti yitiren şefkate liyakatini kaybeder. Öyle olmaktan Allah'a sığınalım arkadaşım. Dünyada bundan büyük bedbahtlık yoktur.


14 Ekim 2022 Cuma

Ama Ukrayna bulutları da vuramaz ki!

Gökyüzüne bakmak Allah'ın emridir. Bugün bir yerde oturup bulutları seyrettim ben de. Sonbahar geldi. Beyaz kardeşleri azaldı. Şimdi esmerlerin zamanı. (Yoksa 'mürekkep rengi' mi demeliydim?) Mürekkep artıyorsa yazılanlar çoğalacak. Renkleri yanında bir özellikleri de çabukluklarıdır arkadaşım. Nasıl oluyorsa en ağır yüklüleri en hızlı koşuyorlar. Tonajları arttıkça ağırlaşmıyorlar. Fıldır fıldır dönüyorlar. Yerçekimini yanlış öğrenmişlerdir belki de. Neyse. 

Bu hareketli manzarayı temaşa ederken aklıma Ukrayna-Rusya savaşı geldi. "Ne alaka?" diyeceksiniz. Hani bir "Borular vuruldu-vurulacak!" tartışmasıdır gidiyor. Alternatif senaryolar çalışılıyor. "Hatlar kesilirse neler yapılır?" Gemilerle şöyle olur. Ötekilerle böyle olur. "Taşınmasa?" Taşınmasa olmaz. Doğalgazdır-petroldür artık herkesin ihtiyacı. Onlarsız bir hayatı düşünemez olduk. Şunca masraf da kendileri için zaten. Keretalar her yerde bulunmadıklarından taşınmaları lazım. Savaşta insan ölmesinden daha çok yakıt kesintisinden ürkülüyor. Öyle bulutsuz bir çağda yaşıyoruz.

Sonra düşündüm: Dur yahu! Petrol dünkü çocuk. Doğalgazın geçmişi ondan da yeni. Bunlardan daha acil taşınması gereken şeyler de var. Nedir mesela? Mesela: Su. Evet. Suyun insanlık için zarureti şu yeni yetmelerden çok fazladır. Bunların yerine alternatifler uydurulur. Petrol olmazsa kömür yakılır. Doğalgaz olmazsa elektrik tüketilir. Peki su olmazsa neyi tüketeceğiz? Nihayetinde âdemiyet olarak doğalgaz, petrol veya kömür değil düpedüz su yakıyoruz. Yani âb-ı hayatımızın daha bir evveliyetle taşınması lazım bize. Maşaallah, devletlerimiz-belediyelerimiz de bu ihtiyacın farkındalar ki, dağa taşa borular döşeyip ta evlerimize kadar onu getiriyorlar. Da... Birden bundan çok öncesi var.

Yani suyun dağıtımının işi insanla bitmiyor. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, otlar... Hepsi su istiyor. Susuz can yaşamıyor. Şu iş bize bırakılsa kimbilir ne halt ederdik? Hatta şöyle bir kurgu çatarak devam edelim tefekkürümüze: Su, ta dünyanın bir köşesinde çıksa, onu bütün dünyaya dağıtabilmek için kaç boru çekerdik? Kaç tanker çalıştırırdık? Kaç gemiye yüklerdik? Bütün bunlara yetişebilir miydik? Öyle ya, bakınız, daha şuncağız doğalgazın-petrolün altından kalkamıyoruz. Ufacık bir aksama ihtimaline kara kara düşünüyoruz. Halbuki suya ihtiyacımız yüzbin ziyadedir. Onun için tüketeceğimiz yakıtla da başedilmez. Yani böylesi bir durumda su taşımacılığına benzin de doğalgaz da elektrik de dayanmaz.

Peki ne yapılır o halde?

Cevabı Rabb-i Rahîm yaratmış da önümüze sermiş zaten. Tonlarca suyu hergün rüzgarlara yüklüyor. Bedavaya bütün dünyaya dağıtıyor. Yol masrafı olmuyor. Boru masrafı olmuyor. Depozito alınmıyor. Kimsenin kolu, beli, bacakları yorulmuyor. Semamız 'en komplike boru hatlarından bile milyon kere daha komplike' bir şekilde taşımacılık işini sürdürüyor. (Telefon hatlarından bile daha karışık.) Gökyüzünde dönen bu mucizeyi bulutlarla değil boru hatlarıyla yaptığınızı düşünün bir de. Ortaya çıkacak korkunç manzarayı hayal edebilir misiniz? Mümkün değildir ya. Yine de manzaranın çirkinliğini tahayyül etmek lazım. Hak Subhanehu bu taşımayı 'çirkinleştirmeden bile' yapıyor.


Yükü yere yükleseniz o da başka bir bela. Metropolde sırf insanlara ulaştırılacak su için yapılan kazıların haddi hesabı yok. Bir kere kazınca da bitmiyor. Yeni ihtiyaçlar-arızalar tekrar tekrar kazdırıyor. Bunu bütün dünya için hayal edin bir de. Bulutların olmadığı bir kürede borular aciz kalmaz mıydı? Hem bir de Bediüzzaman'ın Taş Risalesi'nde dikkat çektiği ikinci bir olay var. Bizim boru sistemlerini hayal etmemizden milyonlarca yıl önce arza devasa borular döşenmişti zaten. Yani yerin altında kaya katmanları arasında su birikiyor-akıyordu. Akarsuların yatağı onların dışarıya uzattıkları musluklardı.

İşte bugün gökyüzüne bakarken bunları düşündüm arkadaşım. Bulut kardeşlere can u gönülden bir "Maşaallah!" dedim. "Semanın karıncaları da bunlardır. Helal olsun gayretlerine..." dedim. Teşekkür ettim. Sahi, birgün bir bilimadamı karşımıza çıkıp, dese: "Doğalgazı-petrolü taşımanın masrafsız bir yolunu buldum. Onları rüzgara yükleyeceğim. Dünyanın her yerine götüreceğim." Ne kadar seviniriz değil mi? Halbuki Rabb-i Kerîmimiz semayı bir sevkiyat ağı olarak milyonlarca yıldır kullanıyor. Nankör insanın belki hergün gördüğü bu mucizeye bir teşekkür edesi gelmiyor.

Buradan şuraya da bir bakmak lazım derim bir de: Kur'an'da bulutlardan bahseden her ayet aslında yeni bir "Dikkatle temaşa et!" emridir. Böyle şeyleri gördüğümüzde 'yine sıradanlıklardan bahsedildiğini' düşünmeyelim. Bu zannımız hatadır. Kur'an bir ülfet-kırandır. Sıradanlıksa gafletimizin göbek ismidir. Hakikatte onlar 'tefekkür edilmeyi bekleyen harikalıklar'dır. Mesafeyi aşmak "Aynı işi Allah değil de biz yapsaydık nasıl olurdu?" diye düşünmekle oluyor. Evet. Elhamdülillah. Acizliğimizi görmekten korkmayalım. Bilakis teşhise bakalım. Acizliğimizi gördüğümüzde mucize de görünüyor.

12 Ekim 2022 Çarşamba

Bediüzzaman meal mevzuunda israf mı ediyor?

Kur'an'ın hakiki tercümesi mümkün değildir. Bu nedenle istikametli ulemamız eserlerinde 'kısa anlam' manasına gelen 'meal' sözcüğünü kullanmışlardır. (Öyle isimlendirmişlerdir.) Konuyu İİKV'deki bir seminerinde izah eden Prof. Dr. İshak Özgel Hoca hatta demişti ki: Mealler bize ancak şöyle-böyle, azıcık azıcık, yani çok budanmış-özetlenmiş bir şekilde, ayette ne söylendiğini bildirirler. Onlara Kur'an'ın kendisi nazarıyla bakmak yanlıştır. Hele hele hüküm çıkarmaya cüret etmek insanı itikadda/amelde tehlikeli noktalara götürebilir. Zira, muhatap olunan söz vahyin bizzat kendisi değil, bir beşerin anladığı-aktardığıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bunu demekle "Asla meal okunmasın!" gibi bir yasaklamaya girişmiyorum. Yapmadığını söylemek doğru değil. Ben de meal okuyorum. Fakat, tıpkı İshak Özgel Hoca'nın dediği gibi, 'mealin Kur'an'ın kendisi olmadığına' dikkat ederek yapmaya çalışıyorum bunu. Daha ne yapıyorum peki? İstikametine inandığım kişilerin teliflerine bakmaya özen gösteriyorum. Zaten sıkı şekilde takip ettiğim bir tefsir de var. Risale-i Nur külliyatının meftun bir okuyucusuyum. Ehl-i Sünnet çizgisinin yegane fırka-i nâciye olduğunu bilmekteyim. (Adım gibi hatırımda tutmaktayım.) İtikadda-amelde sahip olduğum zırhlardan soyunmayı cehennemim sayarım. Bu tedbir-teyakkuz halinin, inşaallah, gerçekleşebilecek vartalardan koruduğunu ümit ediyorum. Tavrıma rağmen, herhangi bir anladığımın istikamete denk gelmediğini öğrenirsem, ateşe basmış hızında terketmeye hazırım. Çünkü şunda inatçılık ancak ahmaklıktan gelir.

Pek mübarek bu teenni ruhuma öyle işledi ki, meal naklederken bile, karşımdakini uyandırmaya çalışırım. (İşte yazının asıl konusuna geldik.) Hatta geçenlerde sual-cevap mevzuu oldu. Yani bir mecliste dediler: "Neden böyle yapıyorsun?" Ne yapıyorum arkadaşım? "Her meal verişin sırasında 'kısa-kısacık' gibi belirteçler kullanıyorsun. Halbuki meal zaten 'kısa anlam' demektir. Sözü ziyadeleştirmiş oluyorsun. Edebiyatta sözü ziyadeleştirmek israftır." Ben de cevaben dedim ki: "Mürşidim öyle öğrettiği için." Evet. Bana bu faydayı da yine Bediüzzaman öğretti. Metinlerinde o kadar çok böylesi ifadeler kullanılır ki, insan, bu hassasiyetin 'bir usûl öğretmek için' gösterildiğini düşünmeden edemiyor. Mesela: Bazen 'gayet kısa bir meali' diyor. Bazen 'muhtasar bir meali' ifadesini kullanıyor. Bazen 'kısacık bir meali' diye beyan buyuruyor. Bazen de 'meal-i icmalî' diye zikrediyor. Elhamdülillah. Benzeri pekçok 'uyandırıcı' istimali var. Elbette "Aman ha!" deyici bu tedbire denk gelenler önceleri şaşırıyor: Meal zaten 'kısa anlam' demekken neden böyle bir yol tercih ediliyor? 

Onun da cevabını Sünuhat'ta bulduğumu zannederim: 

"Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ: Hükmün me'hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Karmaşık mı geldi? O halde şöyle 'gayet kusurlu bir temsil'le zihninize yaklaştırmaya çalışayım. Herhangi bir edebî eserdeki çağrışımlar dünyasını düşünün. Yahut olmadı kendimiz bir kurgu çatalım: Mecnun isimli esas oğlanımız Leyla nâm sevdiğinden bir çınar ağacının altında ayrılmış olsun. Yüzükler atılsın. İyice dramatikleşsin sahne. Son sözler söylensin. Tamam. Şimdi, romanın devamında, 'çınar ağacı' ifadesi geçtiği her anda, kaç kişinin aklı Leyla'yla ayrılık sahnesine intikal eder? Peki hatırlayanlardan kaçının hatırına Leyla'nın o günkü görünümü gelir? Peki onlardan kaçı Leyla'nın giderken bindiği otobüsü hatırlar?

Böylesi çağrışımların tamamını yakalayabilmek zordur. Zira zihin genelde kolay olana kavuştuktan sonra diğerlerini terkeder. Okuduğundan uzaklaşmaz. Direnir. O yüzden sorularım çoğaldıkça sayı giderek düşecektir. Belki 'sıfır'a dayanacaktır. Zincirdeki halka sayısı arttıkça ağırlığı da artar. Zinciri kısa tutmak isteyenlerse belki şöyle birşey yapar: "Kırmızı elbiseli kızın, altında yüzüğünü attıktan sonra, Fatih otobüsüne bindiği ağacı gördüm." Burada olmayan şey sadece ağacın ismidir. Ancak ismi dışındaki bütün detaylar çağrıştırılmıştır. Söz uzamıştır fakat okuyucuya kolaylık da sağlanmıştır. Neyse. Esasa dönelim:

Zihinde yolu kısaltmanın yolu bazen kelimeleri çoğaltmaya bakıyor. Çünkü insan zihni mesuliyet kendisine bırakıldıkça çağrışım dünyasında ilerlemekte zorlanıyor. Sözgelimi: Bugün 'meal' kelimesinin 'tercüme' demek olmadığını, özellikle başka birşeyi çağrıştırmak için seçildiğini, kaç kişi biliyor? Mealistler-modernistler kaç kişinin kafasında böyle bir duruluk bıraktı? Hadi, onların muğalatasını geçelim, ahirzamanda âdemoğlunun/kızının fehminde bu detayı kollayacak ne kadar derman kaldı? 

O yüzden mürşidimin bu tarz kullanımlarının bir maksada binaen yapıldığını iddia ediyorum. Nedir? 'Meal' denildiğinde 'bizzat Kur'an'ın kendisi' gibi anlayacak olanlara, 'gayet kısacık' gibi uyarıcı ifadeler de eklenerek, ayılma şansı sunuluyor. Zahirî nazarla bakıldığında bu bir 'kelime israfı' sanılabilir. Ancak hikmete konsantre olunduğunda israf kesinlikle yok. Hatta ben bu kullanımı bütün hocalarımıza-vaizlerimize tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Öyle ya: Muhtemelen onların dinleyicilerinde de bu ayrımı kaçıranlar çoğalmaktadır. Meali Kur'an'ın kendisi sananlar artmaktadır. Hassaten genç kuşakta bu yara fazlasıyla bulunur. Cenab-ı Hak cümlemizi müfessirîn-i izâmın âli yolu üzere eylesin. Âmin. Allahümme Âmin.

4 Ekim 2022 Salı

Bilecik Kılıçdaroğlu'nda mı ki?

Bizim küçüklüğümüzde 'Kuruluş: Osman' yoktu amma 'Kuruluş: Osmancık' vardı. (Başrolünde de Burak Özçivit değil Cihan Ünal oynuyordu.) Sonunda 'cık' olduğuna bakmayın. Döneminde acayip rağbeti olan bir yapımdı. Hatta, Kurtlar Vadisi'ndeki gibi, diyalogları günlük konuşmalara da inerdi. Deyimleşirdi. Bunlardan bir tanesini şöyle hatırlıyorum mesela: "Bilecik sende mi ki?" Şimdi "Ne var bu sözde a şaşkın?" diyeceksiniz. Hikâyesiyle beraber aktarınca tatlılaşacak. Hafızamda kaldığı kadarıyla naklediyorum: Osman Gazi merhum Bizans tekfurlarından birisinden kız mı alıyordu, ne oluyordu, öyle birşey vardı galiba. Kızın çeyizi olarak da tekfur kendisine Bilecik'i bağışladığını söylüyordu. Halbuki Bilecik'i çoktan bizim akıncılar beyliğin kütüğüne kaydırmışlar. Derelerinde ayaklarını serinletiyorlar. Kılıçlarını yağlıyorlar. Ovalarda çadır yeri seçiyorlar. Osman Bey de tekfurun imâ dolu bağışını ağzına tek soruda tıkıyordu: "Bilecik sende mi ki?" Osmanlıca bilmeyenler için günümüz diline tercümesi: "Kimin malını kime bağışlıyorsun lan sen?"

Kılıçdaroğlu'nun 'tesettürü yasal koruma altına almak iddiasıyla' yaptığı yasa teklifini duyunca aklıma geldi yeniden. Osman Gazi'den bu yana bin yıl geçmiş. Tekfur tekfurluğundan vazgeçmiyor. Bizim olanı bize bağışlayıp duruyor. Kendi malımızla bizi borçlandırıyor. Daru'l-İslam'da müslümanlığımızı özür dileyerek yaşıyoruz. Halbuki tesettür bu fizikte yerçekimi kanunu gibidir. Kimse yerçekimi kanununu yasal güvenceye almaz. Gerek duymaz. Nefes almak anayasal güvenceye tâbi değildir. Müslüman için müslümanlığın nefes almaktan ne farkı vardır? Hatta bununla beraber aklıma bir de fıkra gelmişti. Buradan da paylaşayım: Nasreddin Hocanın büyüklüğünden dolayı evine seremediği bir halısı varmış. Dürülü dururmuş. Senede bir de yıkamaya götürürmüş. Halıyı görenler derlermiş ki: "Hoca, evine seremiyorsun, bari camiye bağışla da mü'minler faydalansın." Fakat Hoca yanaşmazmış. Gel zaman git zaman. Yine birgün halıyı ırmağa götürüp yıkamaya başlamış. Fazla mı açılmış ne! Bakmış ki akıntının gücünden dolayı halı gidiyor. Eyvah. Çekiyor, gelmiyor. Düşünmüş: Halı gitti gider. Gücüm bitti. Bari sevabından olmayayım. "Ey ahalî, şahit olun, halıyı camiye bağışladım!" diye bağırmış. Halı da akıntıya kapılıp gözden kaybolmuş. 

İşte Kemal Bey'in dindarlara 'başörtüsü bağışı' da böyle birşey. Evet. Öyle ya: Arkadaş, sen, bu halıyı-başörtüsünü dindarlara vermemek için elinden geleni yaptın. Ta anayasa mahkemelerine kadar gittin. Eşiğini aşındırdın. Neler neler söyledin. Hepsi kayıtlı. Videoları dönüyor. Dindarlar da direndi. Senin gibilere rağmen yılmadı. Devran döndü. Allah ikbal verdi. Bileklerinin gücüyle söke söke haklarını aldılar. Bugün her yerde başörtüsü serbestisi kazanıldı. Yani, senin anlayacağın, halı akıntıya kapıldı gitti. Bu dakikadan sonra neyi bağışlıyorsun a efendim? O feraset evvelden gelseydi ya. Kadınlar-kızlar inim inim inletilirken ses verseydin ya. Zaten aldığımızı, geri dönüşüne ümidin kalmadıktan sonra, niye bağışlıyorsun ki? Bilecik sende mi ki? Ha, bak, şu kapıyı da açık bırakıyorum: Eğer içinden sahici bir cömertlik geldiyse sana başka adres gösterelim. Oradan bize bir bağışta bulun. Daha almadığımız hakkımızı bize ver. Hatırlarsın. Bu vatanı kurtaranlar birşey yazdırmıştı anayasaya. 1928'de çıkarmıştınız. Evet. Seleflerin yapmıştı bunu. Doğru hatırladın: "Devletin dini din-i İslam'dır." Onu geri koydursana. Bak o zaman bir "Helal olsun!" çekerim sana. Hem de yürekten çekerim. "Bu Kemal önceki Kemal'e benzemiyor!" diye hafiften ümitlenirim. Fakat fazla kaçırmam. İşin içinde CHP oldu mu ümidi fazla kaçırmamak lazımdır.

Evet. Ümidi 'hafif' tutmakta fayda var muhterem kârilerim. Çünkü bu CHP denilen yönetim örgütü öyle yasayı masayı pek takıcı bir yapılanma değildir. Kendi çıkarsa bile... Nereden mi biliyorum? Efendim, nurcu olmam hasebiyle, Bediüzzaman'ın hayatını/metinlerini çoklukla okumuşumdur. Hem de biraz yakın tarih hakkında mürekkep yalamışlığım vardır. İş zulmetmeye geldiğinde CHP zihniyetini yasa masa durduramaz. Zulümleri için her kılıfı kullanabilirler. Her maddeyi âlet edebilirler. Her bahaneyi gerekçe gösterebilirler. Böyle bir tevil/tefsir güçleri mevcuttur. (İnanmayanlar 'Varlık Vergisi'nin nasıl bir usûlle(!) alındığını azıcık araştırsalar aydınlanacaklardır.) Mürşidim bir yerde kendisine yapılan muameleyi 'cebr-i keyfî-i küfrî' olarak tarif eder. 'Ceza bir olur' der. Hatta canı gırtlağında haykırır: "Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların ve vahşî canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acîp tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz!" İlerisinde de ekler: "Dünyada en büyük ahmak odur ki dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." 

Biz Bediüzzaman gibi 'Hususî ibadette kanun olmaz!' diye duralım. CHP bize tesettürü bile usûlunce bağışlıyor. Evimizin eşyasını paket yapıp bize satıyor. Hem Bilecik için bizimle savaşıyor hem de fethin ardından "Sana satayım mı?" teklifinde bulunuyor. Mazlum olmak yine neyse de muhterem kârilerim aptal olmak daha acı birşey değil mi? İzzetsizlik iktidarsızlıktan beter canımızı yakmıyor mu? Biraz dilimiz Osman Bey'in şehametine kaysa ya. Şöyle ciğerimizi doldurup Cihan Ünal tavrıyla "Bilecik sende mi ki?" diye sorsak ya. Soramıyor muyuz? O halde hazır olalım. Kaderin bir 28 Şubat'a daha fetva vermesi yakındır. Gelecektir. Cenab-ı Hak gelmeden ayılmayı nasip eylesin. İsrailoğulları gibi çöllerde mahvettirmesin. Âmin.

29 Eylül 2022 Perşembe

Peygamberimiz hangi tarikattendi?

Damlaya geldiği deniz sorulur. Denize geldiği damla sorulmaz. Işığa kaynadığı güneş sorulur. Güneşe kaynadığı ışık sorulmaz. Kayaya koptuğu dağı sorarsın. Fakat dağa koptuğu kayayı soramazsın. Çünkü, arkadaşım, bütün parçadan daha azı olamaz. Bütünü parçadan az görmek bir mantık hatasıdır. O yüzden böylesi imâlarla edilen suallere karşı da dikkatli ol. Cevap vermekte acele etme. Üzerlerine kuruldukları mantığın sakatlığını ortaya koy önce. Sonra, eğer dilersen, yeniden kurgulayıp soruyu, bir yanıt verebilirsin. Bence en güzeli de budur. Aksi halde cevaplamak pusuya düşmek olur. Düşmanın mızrağını vücuduna saplayıp bedeninden çıkan ucuyla yine düşmana saldıramazsın. Öyle hücum edene cesur demezler.

"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.

Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem  kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.

İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki:  Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..." 

Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.  

16 Eylül 2022 Cuma

Kervanı kaybetmenin çaresi yolu bilmektir

"O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü, kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan, sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azabıyla çekiyor." 3. Lem'a'dan.

Diyelim ki bir basket maçını izliyorum. Şöyle bol sayılı olanlardan birisini. (Onlar hep bol sayılıdır gerçi.) Önümdeki deftere tek tek not alıyorum kimin-kaç sayı attığını. Nedense lazım bana. Aaaa. Eyvah. Cık, cık, cık. Elektrikler kesilmesin mi! Ne yaparım? "Elektrikler geldiğinde maç istatistiklerini incelerim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten maç o istatistiklere ulaşmak için izlenmektedir. Asıl gaye budur. İzlemek vesiledir. Arada bağlantı kopsa ne zarar! Neticede yine bilgiye ulaşılacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. Gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız vesvesem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse izleyememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde seyir değildir. Yitirilen yalnız şahitliktir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan istatistiğe değil maça bakandır. Onun lezzetine tutunandır. Evet. Hedefin varlığından haberdar olmayanlar için seyri kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki gayemiz böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Diyelim ki birbirimizi takip ederek bir yere gidiyoruz. Kaç araç? Üç araç. Beş araç. On araç. Her neyse. Yol kalabalık. Vasıta çok. Şeritler vızır vızır. Şoförlüğüm kötü. (Aslında şoförlüğüm hiç yok.) İnsan da aciz. Ve trafikte arkadaşlarımı kaybettim. Eyvah. Ne yaparım? "Buluşmak için sözleştiğimiz yere giderim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten yola menzile varmak için çıkılmıştır. Asıl gaye budur. Takip vesiledir. Arada dostu kaybetsek ne zarar! Neticede yine buluşulacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. O halde gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız paniklemem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse takipleşememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde vuslat değildir. Yitirilen yalnız ülfettir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan yola değil arkadaşa bakandır. Onun varlığına tutunandır. Evet. Menzilin varlığından haberdar olmayanlar için arkadaşını kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki yolculuk böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Mürşidim, 3. Lem'a'sında, Kasas sûresinin 88. ayetini tefsir ediyor. Kısa bir meali şöyledir: "Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz." Ayetin aslını okuduğunuzda bir ikiye bölünmüşlük hissedersiniz. (Ben hep hissediyorum.) "Küllü şey'in halikün illa vechehu..." Duraksamak zorunda bırakılır âdemoğlu sanki burada. Biraz bekletilir. Akıp gidemez. (Harflerin mecbur ettiği bir 'es'tir sanki.) Ve şöyle devam eder: "Lehül hükmü ve ileyhi turcaun." Manasına baktığınızda yine bir yutkunma kaçınılmazdır. Herşey yokolup gidici! Ona bakan yüzü hariçte kalarak. Kolay kaldırılacak bir bilgi mi bu? Bir değil yüz kere yutkunsan, yüz ara versen, nefes alsan, dinlensen, hakediyor.

Bediüzzaman, daha tefsirinin başında, "O azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor!" diyerek nakşî ruesasının bir hâtme-i mahsusuna dikkat çeker: "Ya Bâki, ente'l-Bâki. Ya Bâki, ente'l-Bâki!" Neden bir değil iki? Neden aynı cümlenin iki kere tekrarı? Bir ziyadelik yok mu bu işte? Acaba dalgınlık mıdır? Yok. Asla. Değildir. Sakın aldanmayın. Zira ayeti aynı ifadenin iki farklı karşılığıyla tefsir eder devamında. (Yani 1. Nükte'de.) Tekrarının hikmetsiz olmadığını öğrenirsiniz böylece. Nasıl ayette bir ikiye bölünmüşlük vardır; ayete meal olarak okunan hâtmenin de 'aynılığı içinde yaptığı' iki farklı iş vardır. Mevzuyu özetle kavramak isteyenlere mürşidimin ilgili makamlarda kullandığı şu kelimeleri önerebilirim. Birincisi 'kesik'tir. İkincisi 'merhem'dir. Nasıl vücuddaki bir iltihap önce deşilir, akıtılır, sonra üzerine şifalı merhem sürülür. Ayet-i kerimenin ikili yapısında da böyle bir durum vardır. Önce hikmetli bir kesik atar. Sonra merhemini çalar.

Sözü uzatıyorum. Seni de sıkıyorum. O yüzden hızla esasa dönüp yazıyı bitireyim arkadaşım: Ayetin ikinci parçasında da (yani merhem bahsinde) iki türlü teselli seziyorum ben. Birincisi şurasında gizli: "Hüküm sadece Ona aittir." İkincisi şurasında parlıyor: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Hani başlarken iki temsil zikretmiştim ya. Hadi onlara dönelim yeniden. Ve hatırlayalım: Maçı takip eden beklemediği kesintiye karşı teselliyi nerede buluyordu? 'Nihaî bilgiye ulaşabileceği ümidinde' değil mi? Yani maçın hükümlerini sonradan-başkasından öğrenebilirdi. O halde izleyemediğine yanmasına gerek yoktu. Hiçbirşeyi kaçırmış sayılmazdı. Zaten hepsi hıfzediliyordu. Şahit olamamak artık 'mutlak şekilde kaybetmek' anlamına gelmezdi.

İşte dünya da avuçlarımızdan böyle kayıyor. 'Ânı yaşamak!' diye birşeyden bahsediyorlar ya, inanma, yalandır. İnsan anı yaşayamaz. Ancak kaçırır. Çünkü sınırlıdır. Çünkü acizdir. Çünkü mahluktur. Herşey avuçlarından çekilir gider. Tutamaz. Tutunamaz. Ne kadar severse o kadar ayrılır. Üstelik dikenleri ellerinden çok kalbini kanatır. Yakar. Yandırır. Bu nedenle "Hüküm sadece Ona aittir!" tesellisine çok muhtaçtır. Yükünü omuzlarından gemiye bırakmayı başarır böylece. Sonuçların sahibi elbette sürecin de sahibidir. Süreci bilmeyen sonucu belirleyemez. Allah Teala hükmü sahiplendiği an sürecin şahitlik yükünü de hafifletir üzerimizde. Ayrılıklar mutlaklıktan kurtulur. Madem 'unutması mümkün olmayan'ın hıfzındadır tüm detaylar, o zaman hep varlar; hem yazılmışlar hem kalmışlar; hiç unutulmamışlar, yazık olmamışlardır.

Peki yol arkadaşlarını kaybeden seyyah teselliyi nerede buluyordu? 'Menzilin bilgisine zaten sahip olmasında' değil mi? Evet. Çünkü menzili bilen yolun şahitlik yükünden kurtulmuş oluyordu. Gideceği yerde buluşacak olduktan sonra aradaki ayrılıklara aldırmıyordu. Gözden kaçırmalara yanmıyordu. Firak aralarına darılmıyordu. Bunlar geçici şeylerdi. Kaybolmak değildi. Ziyan edilmek değildi. Yazıklanmaya gerek yoktu. Umudu her zaman koynundaydı. Buluşacak olanların ayrılığı arızîydi. Aslolan vuslattı. Arkadaşlarının gideceği yere gidebildikten sonra neden takipteki sıkıntılarına aldırsındı ki. Başının çaresine bakardı. 

İşte dünya da gözümüzden böyle siliniyor. O kadar çok sevdiğimiz var ki! Hepsini sonsuzca takibe ne onların ömürleri ne bizim ömrümüz yetiyor. Trafik de yoğun. Araç da çok. Hızlar korkunç. Subhanallah! Peki ne olacak? Yol boyunca bu sancılarla mı uğraşılacak? Yok. Hayır. Gerek yok. Hiç gerek yok. Cenab-ı Hak müjdesini buyuruyor işte: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yani tekrar buluşacaksınız. Menzilinizin konumu belli. Takipleşmek şart değil. Her firâka bin telaş etmeye neden yok. Gözünüzden yiten de oraya gidiyor siz de. Herkesin yolunun ucu o meydana çıkıyor. O halde var mı küçük hasretler için dövünmeye? Öyle yapmak yerine kazasız-belasız yolu tamamlamaya dikkat etmek daha doğru olmaz mı? Akşam yuvasına dönecek kuş sabah yavrusunu kaybettiğine üzülür mü? Huzura döndürüldükten sonra huzursuzluğa hiç lüzum var mı?

3. Lem'a'yı düşünürken kalbime lütfedilenlerden bazıları bunlar oldu arkadaşım. Seni de haberdar etmek istedim. Gönlüne hoş geldiyse sarıl. Gelmediyse bırak. Başka bazıları daha var. Belki onları da yazacağım. Yazamasam da üzülmüyorum eskisi gibi. Ne de olsa onları da menzilimde bulacağım. Yeter ki yüzleri Ona baksın. Ona bakan yüzlerle meşgul olsun. Yüzleri Ona baktırsın. Gövde gözü takip eder. Yüzün nereye bakıyorsa oraya yürüyorsun. Yürüyüşünde bozukluk varsa yüzüne dikkat et derim arkadaşım, vesselam.

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...