İmam Gazalî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İmam Gazalî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2016 Çarşamba

Ehl-i Sünnet'in dışında bir nurculuk var mı?

"Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." (Bakara sûresi, 4)

"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı serimizin 14. yazısında Bediüzzaman'ın 'rüesalarını çürütmemek' sadedinde kastettiğinin ehl-i sünnet olup da Risale-i Nur'a itiraz eden kişiler/gruplar olduğunu iddia ve izah etmiştik. Zaten metnin tamamına bakıldığında ilgili ifadelerin siyak ve sibakı da bu düşüncemizi destekliyordu. Ancak biz yine de bu siyak-sibak ilişkisiyle yetinmemiş ve Bediüzzaman'ın ehl-i bid'a fikirleri savunan/yayan 'bedbaht bir doktor' dediği kişiyi pekâlâ şahsıyla birlikte çürüttüğü bir mektubuna atıflar yapmıştık.

O yazıda altını çizmeye çalıştığım tehlike şu idi: "Muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir..." ifadesinin, müellifin hiç murad etmediği bir şekilde, genelleştirilmesiyle Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin bir parçası olan nur talebelerinin ehl-i bid'aya karşı kolu kanadı kırılmamalıydı. İtiraz hakları ellerinden alınmamalıydı. İtikadî duruşlarını ve hassasiyetlerini savunma/koruma refleksleri köreltilmemeliydi. Yazı da zaten bizzat bana yapılan bu yollu eleştirilere verilmiş bir cevap niteliğindeydi.

Bu yazının ardından bazı kardeşlerim, haklı olarak, Bediüzzaman'ın şöylesi metinlerinden alıntılarla bir itirazda bulundular: "Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor."

Soru güzeldi. Eğer benim mezkûr yazıda ifade ettiğim mana doğru ise, o halde Bediüzzaman burada 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle neyi kastediyordu? Buradan bir tenakuz çıkmaz mıydı? Soruya cevap vermeden evvel (bence) önemli bir meselenin altını tekrar çizmek isterim: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin yolunu bilmeden veya en azından hakkında 'ağyarına mani' genel bir bilgi sahibi olmadan hangi âlimin metinlerine kapansanız, o metinleri, müelliflerinin hiç de murad etmedikleri manalarla anlayabilir veya yorumlayabilirsiniz.

'İslam geleneği' denilen, ama aslında büyüyüp serpilmiş İslam ağacının ta kendisi olan şey; bir bütün olarak hakikatin dengesini koruyan, birbirini sınırlandıran ve aynı zamanda ayakta tutan manalar bütünüdür. Bazı ayetleri doğru anlamak için hadislere, bazı hadisleri doğru anlamak için âlimlerin şerhlerine muhtaç olduğumuz gibi; ondört asır ötemizden gelen Asr-ı Saadet soluğunu anlamada da bu ağacın bütünlüğüne ihtiyacımız vardır.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimleri, birer ada değil, bir sıradağın parçalarıdır. Birbirlerinin ürettiği ilme ve bıraktığı mirasa yaslanarak ayakta dururlar. Eğer 'İslam geleneği' diye tesmiye edilen, ama aslında İslam'ın ta kendisi olan bu ağaçtan haberdar olmazsanız, o ağacın dallarını da yanlış yorumlayabilirsiniz. Elmayı armut, armutu elma sanabilirsiniz. Gelin biz de, Bediüzzaman'ın maaliftihar 'mürşidim' dediği İmam-ı Gazalî'nin (r.a.) konu hakkındaki bir metnini anlamaya çalışalım:

"İtikadı bozuk kimseler üç kısımdır: Birinci kısım inkarcılar­dır. Eğer inkarcı kimse müminlerle savaşıyorsa öldürülmeyi veya esir edilmeyi hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz ve kötü davranılmaz. Müslüman toplum içinde bulu­nan Müslüman olmayanlara (zımmîlere) gelince, onlara eziyet etmek ve kötü muamelede bulunmak caiz değildir…
"İkinci kısım, insanlan bid’atine davet eden bid’atçilerdir. İnsanlan teşvik ettikleri bu bid’at, küfre götüren bir bid’at ise, böyle kimseler zımmîlerden kötüdür. Kendisine zımmîlik statüsünün gerektirdiği gibi müsamaha edilmez.
"Eğer bunların bid’ati itikadî olarak küfre götüren bir bid’at değilse, bu kimselerin Allah Tealâ ile aralarındaki halleri inkârcıların durumundan daha hafiftir. Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddet­mekten daha önemlidir. Çünkü inkârcının kötülüğü başka­sına sirayet etmez. Müslümanlar onu inkârcı olarak tanır ve sözlerine kıymet vermez. Kendisi de Müslüman olduğunu ve doğru itikat üzere bulunduğunu iddia etmez.
"Ama başkalarını bid’atine çağıran ve bid’atinin hakikat olduğunu iddia eden kişi halkı aldatır. Dolayısıyla onun kötülüğü başkalarına da sirayet eder. Bu sebeple böyle kimselere duyulan buğzu açığa vurmak, dostça davranmayıp kendilerinden yüz çevirmek, bid’atleri sebebiyle durumlarının çirkinliğini ilan etmek ve insanların onlardan uzak durmalarını sağlamak daha kuvvetli bir müstehaptır.
"Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya mukte­dir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimse­lere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" (Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 3/49-50.)

İşte, biz de Bediüzzaman'ın aralarında tenakuz varmış gibi görünen iki farklı tutumunu İmam Gazalî'nin (r.a.) bu sınıflandırmalarıyla anlayabiliriz. Allahu'l-alem, bu mevzuda diyebiliriz ki; 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle mürşidimin kastettiği İmam Gazalî'nin "Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya mukte­dir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimse­lere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" dediği kimselerdir. Esasında ümmet de onlara böyle davranır. Örneğin: Bir sünni, sırf farklı inanıyor diye, gördüğü her alevinin ensesinde boza pişirmez.

Bediüzzaman'ın 'bedbaht bir doktor' dediği kimseye karşı yaptığı sert eleştiriyi ise, İmam'ın; "Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddet­mekten daha önemlidir..." tesbitiyle ve devamında söyledikleriyle anlaşılır. Demek ehl-i bid'a da 'tek sınıf' değildir. Onlara gösterilecek tavır da 'tek türden' değildir. Bediüzzaman'ın mezkûr mektubu birçok yönüyle İmam Gazalî'nin mezkûr metninden süzülmüş gibidir. Onu anlayan şunu anlar... Bu noktada birşeyin daha altını çizerek yolumuza devam edelim: Bediüzzaman'ın Anglikan Kilisesi'ne verdiği cevabın sertliği ile mezkûr metinde bahsettiği 'hristiyanlarla münakaşa etmemek' de yine İhya'daki bu sınıflandırmayla birlikte anlaşılabilecek birşeydir.

Demek Bediüzzaman'ı doğru anlamak ancak Ehl-i Sünnet'in yolunu doğru anlamakla mümkün olur. Sözler'i onların sözlerine yaslanır. Mektubat'ı onların Mektubat'ından ışık alır. Bir ve beraber ayakta dururlar. Aksi takdirde tüm metinler spesifikleşir. Modern algılar, birbirinden kopararak adalaştırdığı dağların 'nasıl anlaşılması gerektiğine' kendileri karar verirler. Allahu'l-alem, Enfal sûresinde dikkat çekilen: "Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..." manasının işaret ettiği bir hakikat de budur. Birbirlerinden ayırırsak sadece kollarımız değil metinlerimiz de güçsüzleşir.

Ehl-i Sünnet'in yolunun dışında bir 'nurculuk' yoktur. Kim bunu iddia ediyorsa yalandır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam-ı Azam'ı (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama Mevlana Celaleddin'i (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam Eş'arî'yi sevmediğini söyleyen yalancıdır. Biz bu büyük dağın parçasıyız. Bizden öncekilere iman edilmekle kendisine iman edilmiş olacak bir silsilenin ucuyuz. Gücümüzü bu bütünlükten alırız. Ayrıca bir güç iddiasında bulunmayız. Kendimizi Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat tanımları, tarifleri, kodları, alanları içinde tanımlamak, ahirzamanın akıl ve kalp karışıklığı içinde yolumuzu kaybetmemek noktasında çok büyük önem ifade ediyor. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın ve selef-i salihînin şefaatlerine nail eylesin. Amin.

27 Mayıs 2012 Pazar

Üslûbperestlik ve tefsir algımız üzerine...

Okuyanlarımız anımsayacaktır. Bediüzzaman, Muhakemat’ın Unsuru’l-Belagat kısmında lafızperestliği bir hastalık olarak tarif ettikten sonra hastalıkların sayısını arttırır: “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik ve üslûbperestlik ve teş­bihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride if­rat ile, tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır” der.

İlgili bölüm belagat üzerine olmakla birlikte, Muhakemat’ta topyekûn ilimlerin İslamîleştirilmesi adına çok kıymetli mizanlar olduğunu düşündüğümden meseleyi biraz daha kapsamlı ele almayı öneriyorum. Zikredilen hastalıkların da sadece belagata ait hastalıklar değil, bütün ilim dallarına sirayet etmiş hastalıklar olarak ele almak istiyorum.

İşte bu yazıda da (eğer becerebilirsem) bir nebze bunu vurgulamaya çalışacağım. Üslûbperestliğin yalnızca bir ilim dalına (ki o da bu yazı için tefsirdir) sirayetiyle nasıl ifrat söylemler geliştirildiğini ve bu söylemler eşliğinde nasıl dışlama operasyonları yapıldığını anlatmaya çabalayacağım.

Bilirsiniz, kimi makamlarda Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olmadığı bazı bazı dillendirilir. Müellifinin eserlerini tefsir (manevî tefsir) olarak nitelediğini söylediğinizde ise şöyle itiraz ederler: “Ama bakınız, hiç tefsir eserlere benzemiyor. Çok başka bir tarzı var. Ne bir sırayla gidiyor, ne de uzun bir sureyi tam anlatıyor. Sürekli ayetler, hadisler arasında geçiş yapıp duruyor. Böyle nasıl tefsir olur?”

Aslında görüldüğü gibi muhatabın itirazı Risale-i Nur’un Kur’an’ı anlatmadığı yönünde değildir. (Belki o yönüyle beğenmektedir bile...) Onun sorunu daha çok Risale-i Nur’un kafasındaki tefsir üslûbuna uymamasından kaynaklanmaktadır. Yani Fatiha’dan başlayıp Nas’ta biten bir klasik üslûb içinde ayetleri açıklamayışını, hem açıklarken içine farklı bilgiler de katarak lafzî tefsirlerden bu noktada ayrılışını iddialarına geçer akçe görürler.

Fakat bu noktada aslında onların hastalığı tam da Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta zikrettiği üslûbperestlik hastalığıdır. Yani bir yola, yönteme, anlatım tarzına saplı kalarak; ondan gayrı yollar, tarzlar geliştirenlere uygulanan bir dışlamadır. İlgili ilim dalına yapılmış bir daraltma harekatıdır bu. Tefsir gibi geniş bir kavramı lafzî tefsir makamına münhasır sanmaktır.

Halbuki bakınız, bu güzeller güzeli pınarın daha başlarında yer alan âlimler tefsirleri nasıl sınıflandırıyorlar: Mesela meşhur âlimlerden İbn-i Kayyim, tefsirleri Bediüzzaman’ın tasnifine benzer bir tarzda, fakat üçe ayırır: 1) Kur’ân’ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (lafzî tefsir). 2) Kur’ân’ın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (manevî tefsir). 3. İşarî tefsir.[1]

Yine İmam-ı Gazalî’ye göre de tefsirler ikiye ayrılır: 1) Lafzî tefsir. 2) Manevî tefsir. İmam-ı Gazalî aynı sınıflandırmanın hemen yanında örneklendirmelerle lafzî tefsirlerin Kur’an’daki manaları anlamakta yeterli olmayacağını, bu noktada manevî tefsirlere de muhtaç olunduğunu söyler.[2]

İmam-ı Şafiî ise bu konuyu daha farklı bir perspektifle şöyle detaylandırır: “Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması iki şekildedir: Birincisi: Kur’ân’ın naslarına yer vererek yapılan açıklama. İkincisi: Kur’ân’da mücmel olarak ifade edilen hususlarda Kur’ân lafızlarına yer vermeksizin Allah’ın muradının ne olduğunu doğrudan aktarmak.”[3]

Yapılan nakillerden de anlaşılacağı üzere tefsir metodolojisi sadece klasik tefsir usulüne, uslûbuna münhasır değildir. Eski imamlar, âlimler tefsir kavramını daha geniş anlamışlar ve öyle de ele almışlardır. Bu noktada Risale-i Nur’un klasik tefsir metoduna uymayışı, onu tefsir ilminden dışlamayı gerektirmez. Aksine bu; ilk çıktığı kaynakta çok geniş akan bir suyun, zorlama metodlarla daraltılması, dar bir kanaldan akıtılmasıdır.

Bu noktada Risale-i Nur’un da sıradışı metodolojisiyle yeniden bu mecrayı genişletmeye çalıştığını söylesek herhalde yalan olmaz. Hasılı; her ilim, gelişmesi sürecinde, Muhakemat’ta Bediüzzaman’ın ikaz ettiği şekilde pekçok hastalığı içinde barındırmaktadır. İşte yukarıda bir örneğini zikrettiğimiz üslûbperestlik de bunlardan birisidir. Tefsiri yalnızca klasik tefsire münhasır sanmak, sananların üslûpperestliğinden başka birşey değildir. Risale-i Nur’un böyle bir algıda kusuru yoktur. Kusur nesnede değil, nazardadır.

(Not: İnşaallah bu konuyu ikinci ve belki üçüncü bir yazıyla daha ele alacağım. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...)



[1] Niyazi Beki’nin Yeni Ümit dergisindeki “Risale-i Nur’un Tefsirdeki Yeri” makalesinden iktibasla: Bkz. Menna, el-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an (Beyrut,1412/1991), s. 357-58.
[2] A.G. Makale’den iktibasla: Gazalî, İhya-u Ulumi’d-Dîn (Kahire 1358/1939) 1/300.
[3] A.G. Makale’den iktibasla: Bkz. Eş-Şafii, er-Risale (Thk. A. Muhammed Şâkir, Beyrut, ts), s. 91-92.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...