sarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2016 Cuma

Kendi şeytanını recmet...

Bu yeni farkettiğim birşey. Paylaşsam sizin de hoşunuza gider zannederim. 15. Söz'ü okurken dikkatimi çekti. 15. Söz'ün ne hakkında olduğunu bilirsiniz: "Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız..." diye başlayan bu söz, Mülk sûresinin 5. ayeti tefsir eder. Ayetin kısa bir meali şöyle: "And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık."

Peki, mürşidim bu tefsiri ne 'üzere' yapar? Ayeti seküler bilimlere göre yeniden anlamlandırarak ve geçmiş tefsirleri 'eksik/yanlış anlamakla' suçlayarak mı? Hayır! Mana-i sarihînin savunusu üzerine yapar bunu. Metne başlarken yaptığı eleştiri hatayı nerede gördüğünün/göstereceğinin de delilidir. Bediüzzaman, ayete yapılan saldırıyı, bugünün yumuşak mealcilerinin pek sevdiği 'geçmişte yanlış anlaşıldığı' ekseninde değil; 'astronominin kafasının basmadığı' ekseninde karşılar. İşte bu imanlı bir kalbin izzetidir. Bugün Kur'an'ı anlamada en çok aradığımızdır.

15. Söz'ün satırları arasında yolculuk yaparken Bediüzzaman'ın mana-i sarihî savunusu sırasında birşeye özellikle dikkat çektiğini görürüz: Ayeti bir 'olay' anlatımı gibi değil de bir 'kanun' anlatımı gibi okuma. 20. Söz'de Kur'an kıssalarını 'kanun-i umumi uçları' gibi okumayı bize öğreten müellif; bu metinde de benzer okumaları her ayete veya 'bir olay anlatan her ayete' indirebilmeyi öğütler:

"Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor."

Bu metodun iki şeyi birden sağladığını düşünüyorum: 1) Mana-i sarihîye tavizsiz bir şekilde sahip çıkarak Kur'an'ı 'tarihselci okuma' denilen tahripten koruma. 2) Mana-i sarihîyi anlam tabakalarından sadece birisi olarak görerek vahyin nasıl 'tefekkürü bitmez bir evren' olduğunu gösterme... Mürşidimin gösterdiği bu nokta Kur'an'ı anlamada denge noktamızdır. Kur'an bir olayı naklettiğinde, biz, ne olayın 'aslında yaşanmadığını' söyleyip vahye başka anlamlar yamamaya çalışırız; ne de mana–i sarihînin tek anlam olduğunu söyleyerek Kur'an'ın 'bitimsizliğine' sınır çekeriz. Duruşumuz nettir: Mana-i sarihî esastır. Mana–i işarî mümkündür.

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

Bediüzzaman'ın mana-i sarihîye bakışı açıktır. Risale-i Nur'dan bâtınîliğe yol bulmaya çalışanlar ancak duvara toslar. Peki, bazı kesimler/isimler Risale metinlerinden böyle bir okumanın çıkabileceğini neden düşünmektedirler? Çünkü Risale-i Nur, ayetlerin sadece sarihî manaları üzerine değil, işarî manaları üzerine de çalışmıştır. İki yolun birden dersini içerir. İyi bir Risale okuru Kur'an'a karşı ferdî olarak da alınganlaşır. 'Hakaik-i hafiyesinden hissesini almaya' yatkınlaşır. Hayatındaki olaylarla Kur'an arasında daha sıkı bağlar kurar. Bu nedenle bir kısım meczuplar kendi mesleklerince 'kullanılır' sandıkları bir bilgiyi Risale-i Nur'dan elde ederler. Ve hatta yüzleri tutar da Bediüzzaman'ın 'bâtınî bir tefsir yaptığını' dahi söylerler. Yeryüzünde şaşılacak işler çoktur.

Peki, Bediüzzaman'ın Kur'an'dan çıkardığı işarî manalar bâtınîlerin yaptığı gibi metodsuz/usûlsüz müdür? Bir 'tefsir' değil de bir 'yorum' mudur? Bediüzzaman, istediği her ayeti, istediği herhangi bir manaya mı getirmektedir? Bunu söylemekten Allah'a sığınırız. Bundan bir adım önce 'tefsir' ile 'yorumu' birbiriyle karıştırmaktan Allah'a sığınırız. Tefsirin istinbatı, başta sarf ve nahiv kaideleri olmak üzere, pekçok kayıtla ayakları bağlı ve 'metni kullanmadan metni anlamaya çalışan' bir yapıya sahiptir. Yorum ise varmak istediğini yeri belirledikten sonra ayeti o noktaya doğru itekler. Yorum doğru olabilir mi? Olabilir. Ancak bir usûle bağlı olmadığından yine de itimat edilmezdir.

15. Söz'ünü okurken de Bediüzzaman'ın işarî mana çıkarımına dair nasıl bir metod/usûl kullandığına şahit oluruz. Ben bu metodun mana-i sarihî ile mana-i işarîyi barıştıran ve ikisinin birden hakk-ı hayatını savunan güzel bir yol olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir metod peki bu farkettiğim? Başta demiştim ya: Ayet-i kerimeyi bir 'olay' değil bir 'kanun' gibi okumak... İşte Bediüzzaman'ın mana-i sarihîden mana-i işarîye gitmek için bulduğu yol, odur. Mezkûr eserde de Mülk sûresinin 5. ayeti üzerinden önce 'kanun-u mübareze'ye uzanılır. Oraya vardıktan sonra da varlıkta câri bütün mübarezelere bu ayet-i kerimenin penceresinden bakılmaya başlanır. Her birisi bu ayetin şümulüne dahil işarî fertler haline gelir:

"Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder."

Kardeş, sözüme kıymet verirsen, bu yazıyı önemse. Bediüzzaman'ın şu yolunu anlarsan Kur'an'ı okurken ne kendi hissenden olursun ne de mana-i sarihîyi incitirsin. Birisini tercih etmek için diğerini reddetmek zorunda kalmazsın. Ne müşebbine/mücessime gibiler ayetlerin 'zâhirinde hapsederek' dalalete itebilirler seni, ne de batınîler/modernistler 'bâtın ilüzyonuyla' sapkınlığa sürükleyebilirler kalbini. 15. Söz'ün sonuna bak. Mana-i sarihîyi basamak basamak savunduktan sonra nasıl da kendi hissesi olan işarî manaya getiriyor sözü. Demek, hak yolda tefekkür etmek de o 'kanun-u mübarezeye' dahil olmak, yani 'kendi şeytanını recmetmek'tir. Ve demek, Mülk sûresinin 5. ayeti mü'minlere bunu da ders verir:

"İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...