6 Aralık 2017 Çarşamba

Kusur insanın imzasıdır

"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisâ sûresi 79)

İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...

Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.

Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.

Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:

"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."

Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."

Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:

"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."

İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.

Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.

Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.

İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.

İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.

Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.

Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.

Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.

"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."

2 Aralık 2017 Cumartesi

Boşluklara ihtiyacın var

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi 19)

Bunu da itiraf etmek gerek: Kalem bir kürek. Beyaz sayfa bir filika. Yazı bir kaçış süreci. Her zaman olmasa da bazen. Gemi kurtarılamayacak gibi durduğunda filikalara atlıyoruz. Kafamızın içinden kurtarılıyoruz. İçimizdeki basınçtan bir miktarı, tıpkı tencerenin düdüğünden fışkıran buhar gibi, dışımıza akıtılıyor. Say ki yaz sıcaklarındayız, tansiyonumuz yükselmiş, biraz kan alınıyor.

Rahatlıyoruz. Kimseye birşey ihsan ettiğimiz yok. Kimseyi aklımıza getirdiğimiz yok. Bize ihsan ediliyor. Bize ihsan edilenden başkasına da pay veriliyor. Haberimiz yok. Tohumunun sevincini canlılarla paylaşan ağaçlar gibiyiz. Meyvenin tadını düşündüğümüz yok. Fakat bize de bir teşekkür ediliyor.

Evet. Öyledir. Yazmam kaçışımdır benim. Çünkü bazı bazı şu dünyada Titanik'in son anlarında gibiyim. Gemiye yakın durdukça onunla birlikte batma ihtimalim artar gibi gelir. Kalemimle batacak olanlardan uzaklaşmaya çalışırım. Batıp gidenleri sevmem. Beni korkuturlar. Beni de beraberlerinde götürmesinler diye. Kaçarım. Kendimden uzaklaşırım. Dalgalı denizlerden uzaklaşırım. Kaçarım. Evet. Kaçarım. Yazmak bunu da sağlar. İnsan yazarak kendinden uzaklaşır. Hatta bizzat kendisini yazarken dahi kendisinden kaçmaktadır. Yüzdeyüz kendisi değildir çünkü yazdığı.

Yazarken kendimiz de ötekimizdir. Olmasını istediğimizdir. Hakkında konuştuğumuz herşey bir açıdan geride kalmıştır. Onlara bakabilmek için bile çoktan olmuş olmaları gerekir. İnsan şimdiye bakamaz. Olmak geçmiştir. Yıldızlara bakarken ne kadar geçmişi görüyorsam kendimi tartarken de o kadar geçmişi görüyorum. Ahmed'e dair söylediğim herşey geçmişteki Ahmed'lere ait. Çünkü onun hakkında konuşurken bile bu çorbaya yeni malzemeler katıyorum. Tadı değişiyor. Tadı değişecek. Ben dilime değen son kaşığı anlatacağım.

İnsan iyi yanlarıyla meşgul olup kötülüklerini örter. Dualarıyla meşgul olup bugününü örter. Umuduyla meşgul olup kederini örter. Hayaliyle meşgul olup gerçeğini örter. Yoksa hayata tutunmak zorlaşır. Kimse kendisini kötü bilerek kendisine sarılamaz. Kendine katlanmak için de bir örtü gerekir. Bu açıdan hayat bizler için hep bir kaçış ve sığınıştır. Kötülük ne kadar yakınımıza düşerse o kadar uzun süre onunla yaşarız ve ondan kaçarız. Bizzat bizim üzerimize düşerse hep onunla yaşarız ve hep ondan kaçarız. İnsan kendi içinin koşucusudur.

Halbuki insan fıtraten kötülüğü tanır. Çirkinliği, ondan kurtulamasa da, bilir. Mülkü de olsa uzun uzadıya kemliğe katlanamaz. Dosyası bir daha açılmayacak şekilde meşrulaştıramaz. Sürekli örtünebileceği birşeyler arar. İntikam bile hatalarımızı hatırlamamak için bir örtüdür.

Ben de başaramam bunu. Allah'ın Settar ismine sığınırım. Şiddet-i zuhurumdan kaçarım. Rabb-i Rahimim, lütfeder, beni de bana karşı örter. Beni benim pişmanlığımdan saklar. 'Kişi ile kalbi arasına girer.' Benimle benim arama rahmetini koyar. Şükürler olsun. Yazarım. Şükürler olsun. Unuturum. Şükürler olsun. Tevbe ederim. Şükürler olsun. Hayal kurarım. Şükürler olsun. Yeniden başlarım. Şükürler olsun. Hepsi için, geceyi gündüzle, gündüzü de geceyle örten Rabbime teşekkür etmeliyim. Çünkü ancak 'birbirine karışmayan denizleri sayesinde' ve 'varlığa koyduğu eşikler gölgesinde' yeniden başlarım.

İşte böyle arkadaşım. Settar ism-i şerifinin de yazarlıkla bir ilgisi var. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her beyaz sayfa birşeylerin üstüne serilmiş olur. Birşeyleri örter. Birşeyleri yeniden başlatır. Birşeylere eşiklik yapar. Birşeylerin birbirine karışmasına mani olur. Neden açtık beyaz sayfayı? Çünkü ondan önceki sayfalar dolmuş gibiydi. Daha birşeyler yazılmaz gibiydi. Hem yazmak denense de okunmaz gibiydi. Böyle böyle sıkıntılar yüzünden kaçtık o eskilerden.

O sayfayı kapattık. O sayfayı kapatabilmek için yenisini açtık. Eşik aradık. Önceden kaçmamız sonra sayesinde oldu. Zaman bize bu şekilde de büyük bir rahmet oldu. Şimdi yazacaklarımızın daha okunaklı olacağına inanıyoruz. Belki biraz da 'daha iyi.' Bunu başarabilmek için yazıyoruz. Bunu başarabilmek için yaşıyoruz. Bunu başarabilmek için her sabah yeniden uyanıyoruz.

İnsanın da bir kitap olduğu en çok âleminde açılıp kapanan sayfalardan anlarız. Ayraç varsa kitap da vardır. Eşik varsa geçiş de vardır. Dünyanın sayfaları da gecesinden gündüzüne açılıyor. Evren de koca bir kitap belki. Onun da bir sayfa çevirişi var. Bir bitişi var. Seninkine ölüm onunkine kıyamet diyorlar.

Kendimde yeni bir sayfa açmak için yazıyorum. Çünkü eski sayfalarıma katlanamıyorum. Nefes almalıyım. Yeniden dirilmek üzere yaratıldığım arada bir bu ihtiyacın tekerrür etmesinden belli. Dirilmek hakikati bende nüksediyor.

Tevbe de tam bunun için değil midir? İnsan yaşamı içinde öyle telaşlara düşer ki gelecekte defterini okunmaz hale getirir. İşte, arkadaşım, yeni bir sayfaya ihtiyaç duyuran sancı! Bir kere değil her kere yaşarız. Ölüm ve haşir bu pişmanlıklar ve tekrar denemeler sayesinde anlara kadar iner. Tevbe ettiğimiz zaman bir kötü öldürmeye niyet ederiz ve iyi olarak dirilmesini dileriz. Sigarayı bıraktığında bile insan, kendisinde, memnun olmadığı birşeylerin ölüp olacağı şeylerin dirildiğini farkeder. Bize ahirette tekrar dirilmeyi vadeden Rabbimiz sanki her günümüze bununla ilgili bir uyarı levhası asmıştır. Öyle tecrübeler yaşarız ki bazen, ertesi günü, yeni bir hayata başlamışız gibi gelir.

Defterde daha sayfa var. Ne zaman biteceği belli değil ama şimdilik sayfa var. Öyle görünüyor. O halde yazarın umutsuz olmaması lazım. Yeni sayfalar açarak ferahlaması lazım. Kendinden kaçacak yolları arttırması lazım. Ne kadar çok öykü yazarsak o kadar iyi. Bunlardan birisi bize 'yazar' dedirtirse yeter. Bir kere de olsa kendi semamıza ihlasla dokunmamız lazım. Bu yüzden yazarın kalemiyle üstündeki toprağı kazıp içindeki iyiliğe ulaşması şart. Beyaz sayfalar varsa umut da var. Yoksa umut da yok. Sayfanı mutlaka yenile. Yazar olmak için yazmak yetmez sadece. Yazdıklarının okunabileceği boşluklara da ihtiyacın var.

24 Kasım 2017 Cuma

İnsan kendi içinin koşucusudur

Yazmanın da bir yorgunluğu var. Evet. Var. Ne de olsa hepsinin ardında bir umut saklıdır. Umut da insanı yorar. Kelimeler yorar insanı. Gerçekleşmeyen dualar yorar. Beğenilmeyen cümleler yorar. Yârin kulağına varmayacak şiirler yorar. Okunmamak yorar. Demek ki yorgunluğun (en azından ruhî yorgunluğun) kaynağı eylemlerimiz değil. Sonuçsuzluk. Bir tür vuslatsızlık. Hedefine varamayan şeyler yoruluyor demek ki. Vardıktan sonra yollar yormuyor. Yürümek, varılacaksa eğer, yormuyor.

Varmamışım ki yorulmuşum. Yazmaktan yorulursan okumaya düşersin. Tıpkı konuşmaktan yorulunca yazmaya düştüğün gibi. Peki okumaktan yorulunca? İşte o zaman insan kendi içine düşüyor. Kendi içine düşmek korkutucu.

Çünkü dibini bilemezsin. Bu kuyunun kaç katı var belli değil. İnsan çukuruna doğru bir sonsuzluktur. Hiç tanımadığın yüzlerle karşılaşabilirsin. Unuttum sandığın anıların kapağı açılabilir. Arkanda bıraktığın (veya bıraktığını sandığın) şeylerle tekrar karşılaşabilirsin. Cevaplanmamış sorular olabilir. Geçiştirilmiş şüpheler olabilir. Sandıktan öcüler çıkabilir. Ve en nihayet: Önüne bakacak mecalin kalmaz.

Nasıl? Geçmişi yorar insanı. İnsanı en önce kendisi yorar. Çünkü dikkati de içinin koşucusudur. Bu yüzden dışımızda birşeylerle meşgul oluyoruz sürekli. Dışımıza tutunmaya çalışıyoruz. Gelecek de dışımızdır. Mazimiz içimizdir. İnsan öyle tuhaf birşeydir. Kendi kendine kalmaya korkuludur. Sığınsın diye belki. Geldiği yere yüzünü dönsün diye. Yalnızlık, eğer o yalnızlıktan sığınacak bir umudunuz yoksa, korkutucudur.

Yalnızlık, eğer o yalnızlığı giderecek bir amacınız yoksa da, korkutucudur. Neden? Çünkü amaç da aslında bizi içimizden kurtaran bir dışarısıdır. Şununla yüzleşelim çabuk: Biz, bizzat bize kaldığımızda, yokluğuz. Yok oluyoruz. Bunun farkındayız. Ahmed'in amacı kendisi olduğunda bir hiçtir. Çünkü Ahmed bir aralıktır. Ölüme borçlu olarak varolmuştur. Borcunu ödemeye koşmaktadır. Böyle kalırsa hakikaten varolmuş sayılamaz. Sonuna koşmayı varolmak sanmaktadır. İnsan borçlu kalmayı sevmez. İnsan kendisini sever. Ama kendisi kadar kalmak için değil. Kendisinden daha aşkın birşeyin parçası olmak için. Boşuna ölmemek için. Bu parça bütünlük tasladığında başına geleceklerin farkındadır. Eksilmeye başladığını hissetmektedir.

Parçası parçalanmaktadır. Parçayı parçalayan manasını 'kelime' sanmasıdır. Ancak manası harftir. Birşeylerin kendisi değildir. Birşeylere dairdir. Dair olanın bahtı parçalanmaktır. Böyle olduğunda kendinden ötelere birçok yollar açılmaktadır. Zaten matematik de bize böyle söyler. Bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Ama bunun için nokta noktadan ibaret olmamalı. Yüzü dışarıya dönük olmalı. Kendini bir uzayın parçası bilmeli. Bilmeli ki uzayın varlığı ona katılsın. Parçası olarak bütüne sahip olsun. İçinden sonsuz doğru geçsin. 'e-bilmek'ler onu zenginleştirsin. Zaten hayal de budur.

Hayal de budur. İman da budur. Hakikat de budur. İnsanı zengin kılan en nihayet kendinden ibaret kalmamasıdır. Bir hayat boyunca buna çabalar zaten. Çabalamasa da ister istemez bütünlere dahil olur. Bazıları para biriktirerek yapar bunu. Bazıları hayran biriktirerek. Bazıları selfie selfie birikmeye çalışır. İşte karalayanlar da cümleleriyle birikmeye çalışıyor. Yalnız şu var: Neyi biriktirirsek o olacağız.

Evet. Kesinlikle böyle. Neyi biriktirirsek o olacağız. Ardımızdan biz değil biriktirdiklerimiz anılacak. Kaşıktan değil kaşığın doldurduğu tabaktan bahsedilecek. O zaman daha net göreceğiz. Ne olursak olalım. Parça kalacağız. Kaşık kalacağız. Futbol dünyasının acı kaybı diye anlatılacağız mesela. Veya siyaset dünyasının. Veya pop müziğin. Veya... Veya... Ama kimse bizzat bizi anmayacak. Çünkü bizzat yokuz. Bizzat diye birşey yok. Birşeylere dair olmak için varolmuşuz. O halde bu neden Allah olmasın?

11 Kasım 2017 Cumartesi

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur, Rahîm'dir." (Furkan sûresi, 70)

Hayatta bana bahşedilen her 'e-bilme'nin aslında 'e-bilemediğimi' farketmek için verildiğini söylemiştim. Söylemiştim ama izah etmemiştim. Şimdi biraz ona dair konuşmak istiyorum. Bu süreç kanaatimce şöyle işliyor: 'Birşeyleri yapabiliyor olduğunu' sanmadığın sürece 'aslında hiçbirşey yapamadığını' anlayamıyorsun. Elma şekerinin önce eline verilip sonra çekilmesi lazım. Elinin veya dilinin veya gönlünün vehmî de olsa bir varlık tanıması lazım. Sen varlığı yoksunluğundan tanıyorsun. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var. Öyle olmadığını sanarsak 'öyle olduğunu' öğrenebiliyoruz. Öyle olduğunu sanarsak 'öyle olmadığını' farkediyoruz. Başka şekillerde sanmadığımız şeylerin asıl hallerini öğrenmek de zor oluyor. Bunu salt 'iman etme' olarak anlamayın. İhtimal vermek bile sanrıya girer. Hayal bile bir parça sanrıdır. Herşeyin zıttıyla bilindiği şu alemde sanrısal varlık hakikat için basacak yer olur. Fakat bu öyle tehlikeli bir ayak yeridir ki, Kur'an'daki ifadesiyle, emaneti yüklenmekte gökler ve dağlar bile çekingendirler.

Mürşidimin 'ene'yi ele alışı da böyledir. 30. Söz'ü okuyanlar bilir. Onun 'hendesedeki farazî hatlar gibi' vücutsuz bir kıyas aracı olduğuna dikkat çeker. Tıpkı paraleller ve meridyenler gibi. Dünya üzerinde öyle çizgiler yoktur. Gözle arasanız bulamazsınız. Ama haritada varsayılmazlarsa konum tesbiti de zordur.

Konum bütünün kendisi değil parçasıdır. Kuşatılamayan bir bütünle konum tesbiti yapılamaz. Bütünü farazî şekilde parçalara ayırmak sınırlı olanın onun üzerindeki tasarrufunu kolaylaştırır. Neden? Çünkü bütüne hâkim olamayan 'sınırlı' parçalara bir şekilde hâkim olabilir. (Veya olabileceğini sanır.) Sözgelimi: Kaybolan bir tekneyi bütün denizlerde aramaya güç yetiremeyecek kurtarma ekipleri için bu farazî bölümlemeler 'aramaya güç yetirebilecekleri' bir parçaya ulaşmalarını sağlar. Kayıbın konumu kuşatılabilecek bir parçaya indirgenebilirse aramaya teşebbüs edilebilir. Yoksa acze düşülür.

Eğer ene olmazsa biz de bunu yaşarız. Allah'ı anlamakta acze düşeriz. Kuşatabileceğimiz parçalara ulaşamadıkça isimlerini anlayamayız. (İsimler de aslında marifetullah yolunda bahşedilmiş parçalardır.) İşte Cenab-ı Hak bize bu parçaları da bahşetmiştir. Kuşatabildiğimiz parçalara halk dilinde 'benim' deriz.

İsimlendiririz. İsimlendirmek bir açıdan parçalamaktır. İnsan birşeyleri 'kendisinin' sanır ve sonra 'kendisinin olmadığını' bu 'kendisinin sanmasıyla' anlar. Kendi tarlasından mahsulü bir emekle aldığını gören çiftçi, yeryüzü tarlasında biten milyonlarca bitki için bir 'tarla sahibi' arayınca ve de hidayet-i ilahiye ile bulunca, o sonsuz kudret sahibinden kendi tarlasını sakınamayacağını da anlar. Sonsuz bir Allah'ı kendi sözde sahipliğiyle sınırlaması mümkün değildir.

İş başkadır. İş büyüktür. İş ancak tevhidin kaldırabileceği bir yüktür. Ve böylece yola başlarken vehmettiği sahipliğini terkeder. Tevekkül eder. Yolun sonunda terkettiği yolun başında sahip çıktığıdır halbuki. Demek Allah'ın ihsanıyla bu olmuştur. Yanlışı doğruya dönüşmüştür. Öyleyse diyebiliriz ki artık:

Sanrıların/sanmaların yaratılmasında da bir hikmet var. Öyle olduğunu sanmadan 'aslında öyle olmadığını' öğrenmek mümkün olmuyor. Çünkü yanlışa düşmeden doğruyu bölebilmek mümkün olmuyor. Hem mürşidim yine bir yerde diyor: Hayır küllidir. Şer cüz'idir. Belki de, biz, bölünce elimize geçen şerlerden korkarak 'her hayır elinde olan' bütünün Rabbimize sığınmaktayız/sığınabiliriz. Bu da bir çeşit 'kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi' değil midir?

10 Kasım 2017 Cuma

Yine şiir okuduğu için hapse girer mi birileri?

"Kararnamede kaç yerinde 'Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir' gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes'ul olabilir mi?" Bediüzzaman Said Nursî, İddianameye Karşı İtiraznamenin Tetimmesi, Şualar.

Viva Zapata (1952) filminde çok etkilendiğim bir sahne vardır. Yıllar önce bir yöneticiyle atışarak isyan etmeye karar veren genç Emiliano Zapata, yıllar sonra, artık yaşını başını almış bir yönetici olarak bir gençle atışır, hatta tıpkı o yöneticinin yıllar önce kendisine yaptığı gibi ismini kağıda not alır. Tam notunu alırken kafasında bir ampul parlar. Gençliğinde savaştığı şeye dönüştüğünü farkeder. Hemen not aldığı kağıdı yırtar. Koltuğunu bırakıp tartıştığı gruba katılır. Tekrar direnişçi olur.

Kaç zamandır düşünüyorum: "Kaynak Holding'de birisinin bilgisayarından çıkıp ismi geçtiği için ağabeyimin tutuklanmasına sebep olan 'dua listesi' neyin nesi olabilir?" diye. En nihayet şu teori aklıma geldi: Belki de bu bir hatim listesi. Evet. Böyle tahmin ediyorum. Delilleri göremediğim için kesin birşey söyleyemiyorum. Belki de başka türlü birşey çıkacak. Fakat zannım bu yönde. Çünkü ağabeyimin böylesi bir listeyi yıllar önce bana da ulaştırdığını ve haftada bir cüz okumak sûretiyle dahil olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum. (Haftada bir cüz yetiştirmek zor geldiği için dahil olmamıştım.)

Yalnız bu kadar da değil. Aşağı-yukarı tüm sohbet gruplarında (hadi siz cemaat deyiverin) böylesi listelere rastlamışımdır. Grup farkı gözetmeksizin denk geldiğim birşeydir şu. Her sohbet-ders grubu, dinî konular hakkında yaptıkları bilgi paylaşımının yanında, bir de cüz paylaşırlar aralarında. Bu cüzler, okunması ihmal edilmesin diye, bir Excel dosyası olarak isim isim liste halinde gönderilir. Sebep? Kimse sırasını şaşırmasın, o hafta okuması gereken cüzü ihmal etmesin, böylece her hafta bir hatim bitirilmiş olsun diye. Bildiğim kadarıyla malum suçun(!) işleniş şekli böyle.

Eskiden, yani sabık ve karanlık dönemlerde, dinî grupların evlerine yapılan baskınlarda 'takke, tesbih, seccade, Kur'an, tefsir, hadis kitabı' gibi şeylerin de suç aletleri olarak kayıt altına alındığı anlatılırdı. Hatta böyle bilgiler içeren tutanakların devlet arşivlerinde yeraldığı söylenirdi. Ağabeyimin mezkûr listeden ötürü tutuklu yargılanacak kadar korkulacak bir hale gelmesi bana o zamanlara dair işittiklerimi anımsattı. Ne diyebilirim ki! "Ya ne komik zamanlarmış!" diyerek tebessümle andığımız devirlere şöyle bir bakıp dönüyoruz anlaşılan. (İnşaallah uzun sürmez.) Eğer, iş benim tahmin ettiğim gibiyse, yani o 'dua listesi' denilen şey bir 'hatim listesi'nden ibaret ise, bir suç unsuru olarak görülmesinin başka açıklaması olamaz. Daha kötüsü de şu: O listelerden o kadar çok var ki! Kum gibi! Her yerde ve her cemaatte! Evet. Hatta şöyle söyleyeyim: Bazı listelerdeki insanlar birbirlerini tanımazlar bile.

Belki biliyorsunuz zaten ama yine de anlatayım: Bu herhangi bir namazda omuz omuza verip cemaat olmak gibidir. Yanındakine kefil olmayı gerektirmez. Hatta dönüp yüzüne bakmaya bile zorlamaz. Örgüt olmaya ise hiç ihtiyaç duymaz. İnternetten bile böyle listelere dahil olabilirsiniz. Yeter ki Kur'an okumak arzunuz olsun. Bir hatim grubuna dahil olup şahs-ı manevî denilen şeyden faydalanmak, yani bir iken bin olmak, her hafta bir cüz okuduğunuz halde hep beraber okunan bir hatimden sevap kazanmak, biz bu faydalı ve mübarek yolu sıklıkla istimal ediyoruz ve ederiz. (Allah kabul etsin.) Bir yakınımız vefat ettiğinde ilk aklımıza gelen şey budur hatta: Cüz dağıtmak.

İsim isim de yazarız bunu. 1. Cüz: Filanca falancaya... 2. Cüz: Falanca filancaya... 3. Cüz: Ötekine berikine... 4. Cüz: Berikine ötekine... Fakat bunu bilmek için azıcık olsun bir dinî bir grubun içinde takılmak gerekir. (15 Temmuz şehitleri için de böyle listeler düzenlendiğini ve bazılarına maaliftihar benim de dahil olduğumu belirteyim.)

Peki böylesi bir grubun içinde hiç bulunmamış birisi şöyle bir listeyle karşılaştığında ne olur? Muhtemelen şok olur. İsimlerin altalta yazıldığı, karşılarına nelerin ne zaman okunacağının kaydedildiği, bazen tarihler dışında başka bilgilerin de kayıtlı olduğu tuhaf şeylerdir bunlar. İşte böylesi birisi için şu liste bir suç unsuru olarak görülebilir. Tıpkı namaz nedir bilmeyen birisine abdest almak su israfı gibi görüneceği gibi. Veya oruç nedir bilmeyen birisine sahur yapmanın tuhaf gelmesi gibi.

Yine arzedeyim: Ben bu listenin neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Bir hatim listesinden başka birşey de çıkabilir. Kesin konuşmuyorum. Sadece tahmin yürütüyorum. Tahmin yürütme yeteneğimi de durduramıyorum. Nihayetinde otuzbeş yıldır aynı sofraya kaşık salladığım ağabeyim Murat Ay, hattında bylock bile çıkmamasına rağmen, o listede adı geçtiği için şu an cezaevinde.

Tabii insan haliyle hakkında düşünmeden edemiyor. Sonra çeşitli komplo teorileri kuruluyor zihnine. Tahayyül bu ya: Bugün bir dua listesi suç unsuru haline gelebiliyorsa yarın başka neler suç aleti haline gelebilir? Dün olduğu gibi bugün de, ümmetin lideri olmaya layık gördüğümüz reislerimiz, 'şiir okudular' diye hapse atılırlar mı? İnsan devletine de dinine güvendiği gibi güvenmek istiyor. Fakat devlet dinin ne kadar farkında? Endişesi ne kadar gözüne sirayet etti? Korkusu adaletine ne kadar izin veriyor? Dindar ve dine hürmetkâr erkanımızı tenzih ederim. Başımıza böyle bir bela geldiği için asıl biz vehim yapıyoruz belki. Fakat 'e-bilmek'ler tutuklama karinesi olmaya başlayınca insan ihtimallerin gidebileceği yerden korkuyor. Siz korkmuyor musunuz?

Keşke demek de bir duadır

Bana bahşedilen her 'e-bilme'nin en nihayet 'e-bilemediğimi' farketmem için verildiğini anladım. Kolay olmadı. Ama nihayetinde anladım. Anlamak da sadece akılla olan birşey değil. Nefsimin her konuda onunla amel ettiğini söyleyemem. Nefsimin aklımdan başka bir aklı var. (Ve o henüz anlamadı.) Yahut da şöyle söylemeliyim: Sanki her hissimin bir aklı var. Veyahut akıl kirada bir giysi de her isteyen kullanabiliyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hepsi onunla ikna olmalı ama olmuyor. Aklın da, kendisini sınayabilmek için, genel-geçer'liğini kabul etmeyen latifelere ihtiyacı var.

'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.

Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.

Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.

Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.

Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.

Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?

Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Bu celal AK Parti'ye ne kazandırır?

Bir dostum geçenlerde güzel birşey söyledi, ben de hak verdim, çünkü ifade edemediğim bir mananın sûrete bürünmesi gibiydi. "Biz" dedi, "FETÖ'cülerin tamamının birer aptal, birer ahmak, birer gerizekalı olduklarının söylenmesine itiraz etmeyiz, hatta şevkle onaylar ve katılırız, fakat herbirinin eşit derecede 'terörist' olarak yaftalanması ağırımıza gidiyor."

Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.

Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.

Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.

Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.

Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?

Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."

Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:

Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?

Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.

Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?

Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.

Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...