Ayasofya konusunda neredeyse hepimiz aynı fikirdeyiz. Ayasofya açılmalı, yani tekrar ibadet mahalli olmalı. İnşaallah. Bunu dindar olan herkes istiyor. Daha geniş dairede düşünürsem 'sağ' diye isimlendirdiğimiz ideolojik kesim de bu gruba dahil oluyor. Milli Görüş çizgisinden gelenlerin, Ülkücülerin, Nurcuların, Nakşibendilerin, Kadirilerin, Şazelilerin, Rufailerin, hatta belki isimlerini daha duymadığım farklı dinî grupların da bu noktada ittifakı var. Hemfikir olmak bir açıdan güzeldir. Güç katar yapılan eylemlere. Fakat bana aldırırsanız, bir açıdan korkutucudur, çünkü aynı zamanda bu hemfikirlik 'o mesele hiç tartışılmıyor' demektir.
Hoş, sekülerlerin bu noktada mutlaka bize söyleyecek sözleri, yapacak itirazları vardır. Gezi parkındaki ağaç için dünyayı yıkan, Ayasofya'yı nasıl bizim insafımıza bırakır? Büsbütün de muhalefetsiz olduğumuz söylenemez bu nedenle. Ama Ayasofya gibi bir konuda naehil saydığımız bu kesimin sözlerinin bir kulağımızdan girip ötekinden çıkması kaçınılmaz. Onlar bu noktada bizde etkili olamazlar. Gezi'de söylediklerine aldıranımız çoktu. Ama bu noktada aldırmayız.
Bu yüzden kendi muhalefetimizi üretmemiz taraftarıyım. Neden mi bunu istiyorum? Çünkü bazı detayları yeterince tartışmadan süreç işliyor gibi geliyor. Örneğin; Ayasofya'nın açılmasını isteyen grupların tamamı, acaba aynı niyetle mi açılmasını istiyor? Veya hepsi aynı şekilde mi istiyor? Sonuçta olacak şey aynı şey olsa da 'isteyişin içeriği' ile sonucun sağlıklı oluşunun yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.
İşte bu içeriğe yönelik tartışma da ister istemez muhalefet demek. Birkaç gündür twitter'da konu hakkında yaptığım paylaşımlar bu noktada fikirlerimin tartışılmaya açık olduğunu gösterdi. Madem tartışacağız. Bunu, bu yazıyla yapalım. Öncelikle; kendim de bir Nurcu olduğum için, Nurcuların neden Ayasofya'nın açılmasını istediklerini, Emirdağ Lahikası'nda geçen, DP hükümetinden bunun talep edildiği iki metni alıntılamak suretiyle konuşmak isterim:
"Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım."
İkincisi ise şöyle:
"Ankara'ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik'i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur'un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya'yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik'i görmek istedim ve geldim."
Her iki metinde de dikkatimizi çeken şey (ilk metinde alıntılamadığım kısmı da katıyorum bu tesbite) Bediüzzaman'ın ilk arzu ettiği; büyük bir kısmı CHP'nin eski vekili olan DP'nin, CHP'den farklı olduğunu hem halka, hem de âlem-i İslam'a göstermesidir. Bu noktada öncekilerin devamı olmadığını ifade etmesinin yolu, öncekilerin yanlış ve yasakçı uygulamalarına son vermesidir. Bunlardan birincisi ezanın aslına dönmesidir, yapılmıştır. (Allah emeği geçenlerden razı olsun.) İkincisi Ayasofya'nın tekrar vazife-i kudsiyesine veya ibadet mahalline çevrilmesidir. Üçüncüsü ise Risalelerin serbestiyetinin ilan edilmesidir. Yalnız ilginç birşey, Bediüzzaman ikinci metinde sadece âlem-i İslam'ın teveccühünü değil, 'hatta bir kısım Hristiyan devletlerinin memnuniyetini' de zikreder. Peki, bir müzenin ibadet mahalli olması, yani bizim anladığımız şekliyle tekrar cami olması Hristiyan devletleri nasıl memnun eder? Bu sorunun pek de çalışmadığımız bir alana tekabül ettiğini düşünüyorum.
İki şekilde bunu sorguluyorum: Birincisi; şu an Ayasofya'nın tekrar cami olmasını isteyen gruplardan bazıları bunu gayrimüslimlerden rövanş alır gibi istiyor. Bazısı işi daha ileriye götürüp Batı'ya karşı kazanılmış büyük bir başarı olacağını düşünüyor. Bazısı ise bin yıllık Hilal-Haç mücadelesinin(!) köşetaşlarından görüyor bu meseleyi. Fakat Bediüzzaman'ın burada Hristiyan devletlere yönelik gösterdiği hassasiyet, onun bu talebinin bir gayrimüslim düşmanlığına veya Batı'ya karşı kazanılmış bir rövanşa tekabül etmediğini gösteriyor. Hatta bu konuda bedduası da sık sık alıntılanan Fatih Sultan Mehmed dahi aslında gayrimüslim hoşgörüsünde çağının çok çok önünde birisi. Kendisini Roma'nın mirasçısı olarak gören bir hükümdar Fatih, sadece müslümanların değil. Bu iki kimlikten herhangi birisi üzerine bina edilmiş gayrimüslim düşmanlığı eksenli bir Ayasofya açılması arzusunun bu açıdan bakınca sağlıklı bir dayanağı yok.
Tabii kullanılan argümanları görmezden gelerek bana "Ne alakası var gayrimüslim düşmanlığıyla bu işin?" diyebilirsiniz. Fakat biraz meselenin yakın tarihini bilenler, Türkiye'de ilk kez 1950 yılında yapılan fetih kutlamalarının nasıl çığırından çıkıp 6-7 Eylül olaylarına sebep olduğunu da bilirler. Bu noktada müslim-gayrimüslim gerilimi üzerine kurgulu bir Ayasofya talebinin sonuçları itibariyle iyi yerlere gitmeyeceği de düşünülebilir. Belki bizzat bu endişeyle Bediüzzaman, âlem-i İslam'ın teveccühü yanında bir kısmı Hristiyan devletlerin memnuniyetini de söylemiştir.
Burada da hemen bir parantez daha açıp, ilgili taleplerinin hiçbirinde Bediüzzaman'ın Ayasofya'nın cami olmasını 'cami' ifadesiyle talep etmediğini, ibadet mahalli ve vazife-i kudsiyesine çevirmek gibi ikincil bir yorumla cami anlaşılacak tabirler kullandığını görüyoruz. (Ayasofya camii dediği yerlerse, tarihsel kimliğiyle bahsettiği yerler.) Bu, fıkhî zeminini çok bilmemekle birlikte, şöyle bir soru akla getiriyor: Acaba Bediüzzaman'ın hayal ettiği şey, iki din mensuplarının da kendilerine ayrılmış bölümlerde ibadetlerini yerine getirebildikleri bir mekan mı? Dediğim gibi, fıkhî zeminini bilmiyorum. Ayasofya içinde bir oda, bir bölüm de Hristiyanların ibadetine açılsa, bunun dinde bir sorun teşkil edip etmediğini tartışmalı. Fakat diğer yandan 'acaba' diyorum, "Bediüzzaman'ın 'bir kısım Hristiyan devletlerin memnuniyeti' dediği şey, böyle birşey mi?"
Yani müzeden camiye değil yalnız, iki dinin mensuplarının da ibadet edebileceği bir ibadethaneye çevrilerek, onların da dindarlarının (ve de Ortadoks devletlerinin) desteğinin alınması mı? Nihayetinde şu bir gerçek ki; Bediüzzaman, mücadele ettiği cepheyi Hristiyanlardan ziyade ateizm ile ilişkilendiriyordu. Hatta yine Risalelerde Hristiyan ruhanîlerle birlikte ehl-i ilhada karşı koymaya dair, yani iki din dindarları arasında bu yönlü bir ittifaka dair metinleri bulunuyor. Ayasofya, böyle bir çalışmayla, bu ortak mücadelenin sembolü olamaz mı? Benimkiler sadece soru elbette. Ama üzerinde konuşulmaya değer geliyor. Bu arada şuna da hazır olmalı: Biz böyle diyoruz diye muhtemelen beraber istediklerimizin bir kısmı da bize cephe alacak... Çünkü onlar Hristiyanlara karşı zafer peşindeler. Memnuniyet meselesi onları da gerebilir. Dedim ya başta: Aynı şeyi istiyoruz ama aynı şekilde değil.
30 Mayıs 2014 Cuma
29 Mayıs 2014 Perşembe
İhlas çoğu zaman 'parçası olmakla' mutlu olmaktır
"Muhakkak ki Biz sana kitabı hak ile indirdik. İbadetini ihlâs ile Ona yönelterek sadece Allah'a kulluk et. Bilin ki, şirkten ve riyadan uzak hâlis din Allah'a mahsustur." Zümer Sûresi: 39:2-3
Girin cümlelerimin koluna istirham ederim. Sizi, 20. Lem'a'nın başındaki 'mühim ve müthiş bir suale' götürmek isterim: "Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?" Bediüzzaman'ın bu suali aktarmasının ardından verdiği ilk tepki, yazdığı ilk cümle ne kadar içten ve ciğeri yanan bir insanın halidir:
"Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz." Ve devamında gelir beyanlar, fakat bir saniye! Bu beyanlarda bir iş var: Bediüzzaman, bu beyanlar boyunca, İslam adına hiçbir kötü seciyeyi kabul etmez veya reform istemez. Aksine; aslın temizliğine ve seciyenin paklığına dikkat çeker. Bütün 'sebep'lerin ilk satırları bir müdafaa gibidir bu yönüyle. Asl'ın savunmasıdır. Peki yanlış/kötü olan nedir? Neden bütün bu ayrılıklar yaşanmıştır? Okudukça farkedersiniz: Yanlış olan; 'iyi' olanın, 'tek olmayı' ve 'bütünü' istemesidir.
Burası beni alıp Ene Risalesi'ne de götürür. Orada Bediüzzaman'ın; "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder..." demesi, yani; marifetimiz için, birşeylere sahip olma tevehhümünü sağlayan yetimiz enaniyetimizin, yoldan çıktığında, kendisinin bireysel gücünün yetmediğini düşündüğü yerlerde türü, sınıfı, cemaati veya milleti adına birşeyleri sahiplenmeye başlaması, asabiyete yol açması; sahiplenme ve asabiyet arasındaki doğru orantıyı da görmemizi sağlar.
Bireysel sahiplenmeler 'kibir'i doğururken, toplu (veya topluluk adına) sahiplenmeler de 'asabiyeti' doğurur. Nitekim; kulluğun girişi 'Allah adına' başlamaksa bir işe, ahiri de 'Allah'a hamd ederek' her övgüyü, dolayısıyla sahiplenmeyi, ona bırakmaktır. Yani salih amelin iki ucunu konuşursak: Başı; Onun adına ve adıyla yapıyorum'dur. Sonu; bunu yapmak ancak Onun gücüyle oldu ve bu aslında Onundur'dur.
21. Lem'a'ya gelelim: 20. Lem'a gibi yine bir İhlas Risalesi. 20'de Bediüzzaman, güzel niyetlerle ve seciyelerle de olsa, bütünü istemenin veya bütüne tek başına sahip olmayı arzulamanın zararlarını anlatırken; 21'de artık bizi birşeye ikna etmeye çalışır: "Bütünün sahibi olmaya çalışma, parçası olmakla mutlu ol!" Evet, 21. Lem'a'nın her bir parçası bir 'parçası olmayı öğrenme' dersi verir müminlere. 'İştirak-i emval' ve 'iştirak-i sanat' gibi kavramlarla bizi tanıştırmasından tutun, 'istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin'e kadar her bir parçası bu Risale'nin, mümini, büyük hakikatin yalnız parçası olmakla mutlu olmaya çağırır. Cemaat grupları içre okumalarda olduğu gibi küçüklerin kulağını bükme, tektipleştirme, susturma dersi yoktur bu Risalelerde. Aynı fabrikanın 'aynı çarkı' olunmadığını kabullenmiş, ama aynı fabrikada birbirine yardım eden çarklar olduklarını da unutmamayı hatırlatan özgürleştirici bir yönü vardır İhlas Risalesi'nin.
Bir çuvaldızı, ama kendimize: Bugün Nurcu gruplardan hangisi İhlas Risalesi'ni (Ve de Şefkat Tokatları'nı) küçük kardeşin kulağını bükmeye değil, onun İslam fabrikası içinde farklı bir ses olabileceğini anlamaya yönelik okumaktadır? Bilakis; bizde İhlas Risaleleri insan yontma metinleridir. Fabrika da Nurculardan (hatta Nurcu alt gruplardan) ibarettir. Ve uyumsuzluk göstermek, fabrikadan (burada medrese oluyor) şutlanmaktır. Peki, ya Bediüzzaman'ın kastettiği fabrika sizinkiler kadar küçük değilse? O vakit, buradan Çin'e, Çin'den ta Nijerya'ya ulaşan (hatta aşan) bir çizgide âlem-i İslam fabrikasının bütün çarklarının aynı boyda veya tektip olması mı beklenmelidir? Veya nasıl beklenebilir? Bu fabrikanın bir parçası Nurcularsa, bir parçası Nakşibendiler, bir parçası Kadiriler, bir parçası İhvan-ı Müslimin, bir parçası Sunusîlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.) Peki Nurcular neden 'asrın vekilinin fabrikasını' kendi atölyeleri kılığına sokarlar? Neden o atölyelerde 'Abi diyorsa doğrudur'cu kardeşler yontarlar?
Burada bir nefes: Metin Karabaşoğlu abi, Üstadın talebeleri içinde Hafız Ali abiye ayrı bir hayrandır; anlatırken dinlemiş olanlar, ilgili yazılarını okuyanlar bilirler. Bunun en büyük sebebi de Hafız Ali abinin, Hüsrev abinin hat meselesinde kendisini geçmesinden duyduğu mutluluk, bu mutluluk içindeki ihlas ve Bediüzzaman'ın 'kalbine baktım, gösteriş değil' demesidir. Yani bütün kendisinin olmasa da, ortaya çıkan yine de bir bütün olduğu için, onun parçası olmakla mutlu oluşudur:
"Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. 'O daha çok hizmet eder' dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek..."
Müminler, hadiste bahsedildiği gibi, nasıl bir binanın taşları olur? Birbirlerini geçmeye çalışarak mı? Hayır, değil. Tektipleşerek mi? Hayır, değil. Birbirlerini başarılarıyla ezikleyerek, 'gıpta damarını tahrik ederek' mi? Hayır, hiç değil. Bunların üçü de hayır değil. Peki, ne öyleyse? Müminler, birbirleriyle yarışmadıklarında, dolayısıyla geçildiklerine üzülmediklerinde, hakikaten kardeş olurlar. Hayırda yarışmak, hayrın vücudî ve küllî yanları esas alınırsa; yani varlıksal ve bütünsel yanları; o bütünün kuvvet bulduğu herşeye sevinmektir. Yalnız kendi grubunun maharetinden mutlu olup, ötekinin başarısını duyduğunda "Eh, işte..." ile küçümsemeye çalışmak değil.
Ben Nurculukta sonlarda gelirim. Ama benden öndekileri/faziletlileri görmekle mutluyum. Bunu aştım: Mısır'da İhvan'ın şanlı direnişiyle iftihar ediyorum. Bunu aştım: Türkiye'de İslamcılık geleneğinin başarısıyla da iftihar ediyorum. Bunu aştım: Ülkemdeki tarikatlerin insanlar için yaptıkları hizmetlerle, çokluklarıyla iftihar ediyorum. Bunu aştım: Dünyanın her neresinde İslam hizmetinde başarılı olan bir kardeşim varsa, onunla da iftihar ediyorum. Hepsini aştım: Çünkü onlarla yarışmıyorum. Biz aynı fabrikanın çarklarıyız. Çarkların boyu farklı olabilir. Yolu farklı olabilir. Ama fabrikanın amacı birdir. İttihad-ı İslam ancak böyle olur.
Her çark, bir diğerine burun kıvıracaksa, abilik veya seçilmişlik taslayacaksa, İhlas Risalesi'ni onbeş günde bir değil, onbeş dakikada bir kere okusanız, yine nafile! Çünkü çarkları zımparalıyorsunuz onla, özgürleştirmiyorsunuz. Bütünü istiyorsunuz onla, parçası olmakla mutluluk öğretmiyorsunuz.
Bunun en büyük dersini; büyüdüğü dönem boyunca, hep birşeylerin tek sahibi olmaya çalışan bir grupla almış olmalıyız. Bunlar öyle bir hale gelmişlerdi ki; değil dindar herhangi bir grup, başka bir Nurcu grup kendi öğrencileriyle irtibat kurar korkusuyla cuma namazlarının çıkışında öğrencilerini bekliyorlardı. Hatta hiç unutmam; bir başka Nurcu gruptan olduğu için aynı lisede öğrenci olduğumuz Erzurumlu bir arkadaşla konuşmamızı dahi yasaklamışlardı. Böyle saçma bir sahiplenme ile herşey tek bizim olsun istiyorlardı. Bakın sonları ne oldu? En son devleti de istediler, şimdi ellerindekini kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki biz sahiplenmedikçe artarız. Biz demedikçe 'biz' oluruz. Yolumuz varlıktan değil, fenadan geçer. Fenafilihvan, varlığımızdır bizim.
Girin cümlelerimin koluna istirham ederim. Sizi, 20. Lem'a'nın başındaki 'mühim ve müthiş bir suale' götürmek isterim: "Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?" Bediüzzaman'ın bu suali aktarmasının ardından verdiği ilk tepki, yazdığı ilk cümle ne kadar içten ve ciğeri yanan bir insanın halidir:
"Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz." Ve devamında gelir beyanlar, fakat bir saniye! Bu beyanlarda bir iş var: Bediüzzaman, bu beyanlar boyunca, İslam adına hiçbir kötü seciyeyi kabul etmez veya reform istemez. Aksine; aslın temizliğine ve seciyenin paklığına dikkat çeker. Bütün 'sebep'lerin ilk satırları bir müdafaa gibidir bu yönüyle. Asl'ın savunmasıdır. Peki yanlış/kötü olan nedir? Neden bütün bu ayrılıklar yaşanmıştır? Okudukça farkedersiniz: Yanlış olan; 'iyi' olanın, 'tek olmayı' ve 'bütünü' istemesidir.
Burası beni alıp Ene Risalesi'ne de götürür. Orada Bediüzzaman'ın; "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder..." demesi, yani; marifetimiz için, birşeylere sahip olma tevehhümünü sağlayan yetimiz enaniyetimizin, yoldan çıktığında, kendisinin bireysel gücünün yetmediğini düşündüğü yerlerde türü, sınıfı, cemaati veya milleti adına birşeyleri sahiplenmeye başlaması, asabiyete yol açması; sahiplenme ve asabiyet arasındaki doğru orantıyı da görmemizi sağlar.
Bireysel sahiplenmeler 'kibir'i doğururken, toplu (veya topluluk adına) sahiplenmeler de 'asabiyeti' doğurur. Nitekim; kulluğun girişi 'Allah adına' başlamaksa bir işe, ahiri de 'Allah'a hamd ederek' her övgüyü, dolayısıyla sahiplenmeyi, ona bırakmaktır. Yani salih amelin iki ucunu konuşursak: Başı; Onun adına ve adıyla yapıyorum'dur. Sonu; bunu yapmak ancak Onun gücüyle oldu ve bu aslında Onundur'dur.
21. Lem'a'ya gelelim: 20. Lem'a gibi yine bir İhlas Risalesi. 20'de Bediüzzaman, güzel niyetlerle ve seciyelerle de olsa, bütünü istemenin veya bütüne tek başına sahip olmayı arzulamanın zararlarını anlatırken; 21'de artık bizi birşeye ikna etmeye çalışır: "Bütünün sahibi olmaya çalışma, parçası olmakla mutlu ol!" Evet, 21. Lem'a'nın her bir parçası bir 'parçası olmayı öğrenme' dersi verir müminlere. 'İştirak-i emval' ve 'iştirak-i sanat' gibi kavramlarla bizi tanıştırmasından tutun, 'istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin'e kadar her bir parçası bu Risale'nin, mümini, büyük hakikatin yalnız parçası olmakla mutlu olmaya çağırır. Cemaat grupları içre okumalarda olduğu gibi küçüklerin kulağını bükme, tektipleştirme, susturma dersi yoktur bu Risalelerde. Aynı fabrikanın 'aynı çarkı' olunmadığını kabullenmiş, ama aynı fabrikada birbirine yardım eden çarklar olduklarını da unutmamayı hatırlatan özgürleştirici bir yönü vardır İhlas Risalesi'nin.
Bir çuvaldızı, ama kendimize: Bugün Nurcu gruplardan hangisi İhlas Risalesi'ni (Ve de Şefkat Tokatları'nı) küçük kardeşin kulağını bükmeye değil, onun İslam fabrikası içinde farklı bir ses olabileceğini anlamaya yönelik okumaktadır? Bilakis; bizde İhlas Risaleleri insan yontma metinleridir. Fabrika da Nurculardan (hatta Nurcu alt gruplardan) ibarettir. Ve uyumsuzluk göstermek, fabrikadan (burada medrese oluyor) şutlanmaktır. Peki, ya Bediüzzaman'ın kastettiği fabrika sizinkiler kadar küçük değilse? O vakit, buradan Çin'e, Çin'den ta Nijerya'ya ulaşan (hatta aşan) bir çizgide âlem-i İslam fabrikasının bütün çarklarının aynı boyda veya tektip olması mı beklenmelidir? Veya nasıl beklenebilir? Bu fabrikanın bir parçası Nurcularsa, bir parçası Nakşibendiler, bir parçası Kadiriler, bir parçası İhvan-ı Müslimin, bir parçası Sunusîlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.) Peki Nurcular neden 'asrın vekilinin fabrikasını' kendi atölyeleri kılığına sokarlar? Neden o atölyelerde 'Abi diyorsa doğrudur'cu kardeşler yontarlar?
Burada bir nefes: Metin Karabaşoğlu abi, Üstadın talebeleri içinde Hafız Ali abiye ayrı bir hayrandır; anlatırken dinlemiş olanlar, ilgili yazılarını okuyanlar bilirler. Bunun en büyük sebebi de Hafız Ali abinin, Hüsrev abinin hat meselesinde kendisini geçmesinden duyduğu mutluluk, bu mutluluk içindeki ihlas ve Bediüzzaman'ın 'kalbine baktım, gösteriş değil' demesidir. Yani bütün kendisinin olmasa da, ortaya çıkan yine de bir bütün olduğu için, onun parçası olmakla mutlu oluşudur:
"Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. 'O daha çok hizmet eder' dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek..."
Müminler, hadiste bahsedildiği gibi, nasıl bir binanın taşları olur? Birbirlerini geçmeye çalışarak mı? Hayır, değil. Tektipleşerek mi? Hayır, değil. Birbirlerini başarılarıyla ezikleyerek, 'gıpta damarını tahrik ederek' mi? Hayır, hiç değil. Bunların üçü de hayır değil. Peki, ne öyleyse? Müminler, birbirleriyle yarışmadıklarında, dolayısıyla geçildiklerine üzülmediklerinde, hakikaten kardeş olurlar. Hayırda yarışmak, hayrın vücudî ve küllî yanları esas alınırsa; yani varlıksal ve bütünsel yanları; o bütünün kuvvet bulduğu herşeye sevinmektir. Yalnız kendi grubunun maharetinden mutlu olup, ötekinin başarısını duyduğunda "Eh, işte..." ile küçümsemeye çalışmak değil.
Ben Nurculukta sonlarda gelirim. Ama benden öndekileri/faziletlileri görmekle mutluyum. Bunu aştım: Mısır'da İhvan'ın şanlı direnişiyle iftihar ediyorum. Bunu aştım: Türkiye'de İslamcılık geleneğinin başarısıyla da iftihar ediyorum. Bunu aştım: Ülkemdeki tarikatlerin insanlar için yaptıkları hizmetlerle, çokluklarıyla iftihar ediyorum. Bunu aştım: Dünyanın her neresinde İslam hizmetinde başarılı olan bir kardeşim varsa, onunla da iftihar ediyorum. Hepsini aştım: Çünkü onlarla yarışmıyorum. Biz aynı fabrikanın çarklarıyız. Çarkların boyu farklı olabilir. Yolu farklı olabilir. Ama fabrikanın amacı birdir. İttihad-ı İslam ancak böyle olur.
Her çark, bir diğerine burun kıvıracaksa, abilik veya seçilmişlik taslayacaksa, İhlas Risalesi'ni onbeş günde bir değil, onbeş dakikada bir kere okusanız, yine nafile! Çünkü çarkları zımparalıyorsunuz onla, özgürleştirmiyorsunuz. Bütünü istiyorsunuz onla, parçası olmakla mutluluk öğretmiyorsunuz.
Bunun en büyük dersini; büyüdüğü dönem boyunca, hep birşeylerin tek sahibi olmaya çalışan bir grupla almış olmalıyız. Bunlar öyle bir hale gelmişlerdi ki; değil dindar herhangi bir grup, başka bir Nurcu grup kendi öğrencileriyle irtibat kurar korkusuyla cuma namazlarının çıkışında öğrencilerini bekliyorlardı. Hatta hiç unutmam; bir başka Nurcu gruptan olduğu için aynı lisede öğrenci olduğumuz Erzurumlu bir arkadaşla konuşmamızı dahi yasaklamışlardı. Böyle saçma bir sahiplenme ile herşey tek bizim olsun istiyorlardı. Bakın sonları ne oldu? En son devleti de istediler, şimdi ellerindekini kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki biz sahiplenmedikçe artarız. Biz demedikçe 'biz' oluruz. Yolumuz varlıktan değil, fenadan geçer. Fenafilihvan, varlığımızdır bizim.
27 Mayıs 2014 Salı
Bir gruplaşma hastalığı olarak: Allah'ı tekeline almak
"Suçluların dinsiz-imansız olduğu söylenir. Bunun anlamı nedir? İzninizle söyleyeyim. Öncelikle şunu kafanızdan atın: Allah sizi unutmadı! Hapishanenin kapısı size kapalı olabilir. Ancak Allah'a giden yollar her zaman açıktır. Kaçmak için yol aramaktan vazgeçin. Allah sadece iyi insanlara ait değildir. Bizim Allahımız suçluların da Allahıdır. Sadece Allah insanlara ayrımcılık yapmaz. (...) Ne yazık ki, bazı insanlar herşeyi kendileri için istiyorlar." Marmoulak (Kertenkele) filminden...
Şöyle bir noktadan başlayalım: Hem Yeniasya'nın (belki sadece merkezinin demeliyim) hem Gülengillerin (buna tamamı dahil edilebilir) Risale-i Nur'daki deprem bahislerini okuyuşlarını rıza-yı ilahîyi arayan, iyi niyetli ve hayırlı okumalar olarak değil; bilakis, zaten hedefi belli, kendi gruplarının hükümetle yaşadıkları gerilimden fazlaca etkilenmiş ve dolayısıyla 'siyasi' okumalar olduğunu düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretlerinin İçtihad Risalesi'nde de dikkatlerimizi çektiği gibi; her zamanda, nazarların ona müncer olduğu, rağbet gören bir mal var. Rağbet, nazarı da (ve dolayısıyla yapılan yorumu da) etkileyen birşey. Bugünün metaı da siyaset. Bu nedenle bundan fazlaca etkilenmiş, hatta kronik maraz haline getirmiş grupların Risale metinlerinden ve kevnî hadiselerden yaptıkları içtihadlar da sağlıklı olmuyor; nazar arzda takıldığı için içtihad da arzî oluyor; rıza-yı ilahîyi hedeflemediği için semaya çıkamıyor. Bediüzzaman'ın, İçtihad Risalesi'nde, ısrarlı bir şekilde, zamanın içtihada uygun bir zaman olmadığını belirtmesi biraz da bundan kanaatimce.
İkinci olarak; bu konuyla ilgili bir önceki yazımda ("Aba altından 'musibet göstermek!" yazısı) altını çizdiğim gibi; bu arkadaşlar, bizzat Bediüzzaman'ın kelama bakılırken dikkat edilmesini tembihlediği "Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!" kaidesini de dinlemiyorlar. Devr-i sabıkın Mustafa Kemal'li, İsmet İnönü'lü körkütük istibdat yönetimini kesip, onun yerine son on yılda ülkeye en büyük özgürlükleri getirmiş Erdoğan'lı AK Parti'yi; zamanın müceddidinin bizzat başında olduğu, siyasete ve dünya menfaatine eli eteği değmemiş pâk Nur mesleğini de kesip, burunları bir türlü siyasetten çıkmayan, hatta devlet içinde devlet olmaya çalışan ve kendi içlerinde kavga etmekten artık bölük pörçük bir hale gelmiş 'tek adamlı' mesleklerini koyuyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki: "Kardeşler! Bakın bu aslında budur..."
Bu arada şunu da belirtmeliyim: Depremlerin veya başkası doğal afetlerin birer ilahî ikaz olduğunu reddetmiyorum. Ama bunu siyasetten bağımsız, günübirlik seçimlerden uzak, iman ve Kur'an ekseninde hatalar düzeyinde düşünüyorum. Mesela; başımızdaki hükümet, eğer dindar bir hükümet değil de din düşmanı bir hükümet olsaydı; camileri kapatsaydı, Kur'an'ı yasaklasaydı, Risaleleri evleri basarak toplatsaydı; sadece biz değil, bütün dindarların artık yaka silktiği bir düzeyde olsaydı bu iş, musibetleri böylesi bir düzlemde anlamlandırmak mümkün olabilirdi. Ama elinizi vicdanınıza koyun; pek yapmıyorsunuz çünkü bu sıralar; var mı böyle birşey?
Allah'a şükür, öyle bir hükümetimiz var ki başımızda; kusurları olmakla birlikte; gelişmeye ve geliştirmeye müsait. Birşeyler yapıyor ve daha fazlasını da yapmaya çalışıyor. Şimdi saymaya kalksam değiştirdiklerini, iyileştirdiklerini bu yazıya sığmaz. Peki neden Allah onları ve onları seçmek dolayısıyla bizi tokatlıyor? Meczuplara göre bunun cevabı şu: Bu hükümet, Gülengillerin paralel devlet kurmasına izin vermedi, operasyon yapıyor ve ayrıca Yeniasya'ya da bandrol vermiyor. İyi de ne dindarlar Nurculardan ibaret, ne de Nurcular Gülencilerden veya Yeniasyacılardan. Hal böyleyken, yani umum ümmet hükümetin icraatlarından memnun ve destekçisiyken (hatta tüm İslam coğrafyasından dualar alırken), siz nasıl seçilmiş bir grup veya gruplarsınız ki; Allahın iradesini tekelinize alabiliyor ve "Bu bize yapılanlardan dolayı oluyor!" diyebiliyorsunuz. Levh-i Mahfuz yazılırken başında mı duruyordunuz?
Musibetlerin neden geldiği, neye geldiği, kime geldiği, bunlar öncelikle içtihadî meselelerdir. Sorumlulukta sebep tahtındaki hatalardan/eksiklerden sonra bunlara bakılır. İnsanlar kendilerine yönelik, nefislerine yönelik çıkarım yapabilirler; ama tutup ötekine yönelik dersler çıkarmak, kusura bakmayın ama, biraz cesaret ister. Bediüzzaman gibi asfiya sınıfından bir âlim; ilmiyle ve ferasetiyle böyle bir konuda içtihad yapabilir. Fakat tek marifeti oturdukları gazetelerin köşelerinden siyaset döşenmek olan köşeyazarlarının böyle bir çapı var mıdır acaba?
Ben bunları böyle söyleyince diyorlar ki: "Sen depremlerin umumî musibet olduğunu inkar mı ediyorsun?" Hayır etmiyorum, ama her musibeti sizin gibi öteki üzerinden okumaya da cesaret edemiyorum. Mesela Mucizat-ı Ahmediye'de geçen şu hadiseyi: "Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi." Şimdi diyebilir misiniz ki, bu deprem, yani Uhud'un veya Hira'nın sallanması oradakilerin (hâşâ) günahkâr olmasından gerçekleşti?
Demek her musibete bu gözle bakamıyoruz. Hassaten insanlığın hayırlılarına gelmiş musibetlere 'makamlarını yükseltme aracı' olarak da nazar ediyoruz. "Büyük buhranlar büyük doğumların sancısıdır" diyoruz mesela. Peki sizin elinizde nasıl bir ölçüm cihazı var ki, hiç bu ihtimalleri hesaba katmadan, karşısındakini günahkâr ilan edebiliyor? Neden hiç nefsim demiyor? Hastalar Risalesi'nde bile Bediüzzaman, 'günahların kefareti' bahsini ancak 8. Deva'da anlatır. Sizin bu kadar da mı merhametiniz yok kardeşlerinize veya bu kadar mı eminsiniz kendinizin kurtarılmışlığınızdan?
Musibetler gaflet dağıtıcılardır. Allah, rızası yoluna daha çok hasr-ı nazar etmeyi bu musibetler vesilesiyle hepimize nasip eylesin. Ama 'hepimize' eylesin. Yalnızca içimizdeki bir zümreye değil. Çünkü hiçkimsenin kurtuluşu garanti değil. Musibetleri 'ötekiler üzerinden' okumak bu yüzden tehlikeli. Ayet-i kerime de belki bu yüzden bizi uyarıyor: "Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."
Şöyle bir noktadan başlayalım: Hem Yeniasya'nın (belki sadece merkezinin demeliyim) hem Gülengillerin (buna tamamı dahil edilebilir) Risale-i Nur'daki deprem bahislerini okuyuşlarını rıza-yı ilahîyi arayan, iyi niyetli ve hayırlı okumalar olarak değil; bilakis, zaten hedefi belli, kendi gruplarının hükümetle yaşadıkları gerilimden fazlaca etkilenmiş ve dolayısıyla 'siyasi' okumalar olduğunu düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretlerinin İçtihad Risalesi'nde de dikkatlerimizi çektiği gibi; her zamanda, nazarların ona müncer olduğu, rağbet gören bir mal var. Rağbet, nazarı da (ve dolayısıyla yapılan yorumu da) etkileyen birşey. Bugünün metaı da siyaset. Bu nedenle bundan fazlaca etkilenmiş, hatta kronik maraz haline getirmiş grupların Risale metinlerinden ve kevnî hadiselerden yaptıkları içtihadlar da sağlıklı olmuyor; nazar arzda takıldığı için içtihad da arzî oluyor; rıza-yı ilahîyi hedeflemediği için semaya çıkamıyor. Bediüzzaman'ın, İçtihad Risalesi'nde, ısrarlı bir şekilde, zamanın içtihada uygun bir zaman olmadığını belirtmesi biraz da bundan kanaatimce.
İkinci olarak; bu konuyla ilgili bir önceki yazımda ("Aba altından 'musibet göstermek!" yazısı) altını çizdiğim gibi; bu arkadaşlar, bizzat Bediüzzaman'ın kelama bakılırken dikkat edilmesini tembihlediği "Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!" kaidesini de dinlemiyorlar. Devr-i sabıkın Mustafa Kemal'li, İsmet İnönü'lü körkütük istibdat yönetimini kesip, onun yerine son on yılda ülkeye en büyük özgürlükleri getirmiş Erdoğan'lı AK Parti'yi; zamanın müceddidinin bizzat başında olduğu, siyasete ve dünya menfaatine eli eteği değmemiş pâk Nur mesleğini de kesip, burunları bir türlü siyasetten çıkmayan, hatta devlet içinde devlet olmaya çalışan ve kendi içlerinde kavga etmekten artık bölük pörçük bir hale gelmiş 'tek adamlı' mesleklerini koyuyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki: "Kardeşler! Bakın bu aslında budur..."
Bu arada şunu da belirtmeliyim: Depremlerin veya başkası doğal afetlerin birer ilahî ikaz olduğunu reddetmiyorum. Ama bunu siyasetten bağımsız, günübirlik seçimlerden uzak, iman ve Kur'an ekseninde hatalar düzeyinde düşünüyorum. Mesela; başımızdaki hükümet, eğer dindar bir hükümet değil de din düşmanı bir hükümet olsaydı; camileri kapatsaydı, Kur'an'ı yasaklasaydı, Risaleleri evleri basarak toplatsaydı; sadece biz değil, bütün dindarların artık yaka silktiği bir düzeyde olsaydı bu iş, musibetleri böylesi bir düzlemde anlamlandırmak mümkün olabilirdi. Ama elinizi vicdanınıza koyun; pek yapmıyorsunuz çünkü bu sıralar; var mı böyle birşey?
Allah'a şükür, öyle bir hükümetimiz var ki başımızda; kusurları olmakla birlikte; gelişmeye ve geliştirmeye müsait. Birşeyler yapıyor ve daha fazlasını da yapmaya çalışıyor. Şimdi saymaya kalksam değiştirdiklerini, iyileştirdiklerini bu yazıya sığmaz. Peki neden Allah onları ve onları seçmek dolayısıyla bizi tokatlıyor? Meczuplara göre bunun cevabı şu: Bu hükümet, Gülengillerin paralel devlet kurmasına izin vermedi, operasyon yapıyor ve ayrıca Yeniasya'ya da bandrol vermiyor. İyi de ne dindarlar Nurculardan ibaret, ne de Nurcular Gülencilerden veya Yeniasyacılardan. Hal böyleyken, yani umum ümmet hükümetin icraatlarından memnun ve destekçisiyken (hatta tüm İslam coğrafyasından dualar alırken), siz nasıl seçilmiş bir grup veya gruplarsınız ki; Allahın iradesini tekelinize alabiliyor ve "Bu bize yapılanlardan dolayı oluyor!" diyebiliyorsunuz. Levh-i Mahfuz yazılırken başında mı duruyordunuz?
Musibetlerin neden geldiği, neye geldiği, kime geldiği, bunlar öncelikle içtihadî meselelerdir. Sorumlulukta sebep tahtındaki hatalardan/eksiklerden sonra bunlara bakılır. İnsanlar kendilerine yönelik, nefislerine yönelik çıkarım yapabilirler; ama tutup ötekine yönelik dersler çıkarmak, kusura bakmayın ama, biraz cesaret ister. Bediüzzaman gibi asfiya sınıfından bir âlim; ilmiyle ve ferasetiyle böyle bir konuda içtihad yapabilir. Fakat tek marifeti oturdukları gazetelerin köşelerinden siyaset döşenmek olan köşeyazarlarının böyle bir çapı var mıdır acaba?
Ben bunları böyle söyleyince diyorlar ki: "Sen depremlerin umumî musibet olduğunu inkar mı ediyorsun?" Hayır etmiyorum, ama her musibeti sizin gibi öteki üzerinden okumaya da cesaret edemiyorum. Mesela Mucizat-ı Ahmediye'de geçen şu hadiseyi: "Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi." Şimdi diyebilir misiniz ki, bu deprem, yani Uhud'un veya Hira'nın sallanması oradakilerin (hâşâ) günahkâr olmasından gerçekleşti?
Demek her musibete bu gözle bakamıyoruz. Hassaten insanlığın hayırlılarına gelmiş musibetlere 'makamlarını yükseltme aracı' olarak da nazar ediyoruz. "Büyük buhranlar büyük doğumların sancısıdır" diyoruz mesela. Peki sizin elinizde nasıl bir ölçüm cihazı var ki, hiç bu ihtimalleri hesaba katmadan, karşısındakini günahkâr ilan edebiliyor? Neden hiç nefsim demiyor? Hastalar Risalesi'nde bile Bediüzzaman, 'günahların kefareti' bahsini ancak 8. Deva'da anlatır. Sizin bu kadar da mı merhametiniz yok kardeşlerinize veya bu kadar mı eminsiniz kendinizin kurtarılmışlığınızdan?
Musibetler gaflet dağıtıcılardır. Allah, rızası yoluna daha çok hasr-ı nazar etmeyi bu musibetler vesilesiyle hepimize nasip eylesin. Ama 'hepimize' eylesin. Yalnızca içimizdeki bir zümreye değil. Çünkü hiçkimsenin kurtuluşu garanti değil. Musibetleri 'ötekiler üzerinden' okumak bu yüzden tehlikeli. Ayet-i kerime de belki bu yüzden bizi uyarıyor: "Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Mahçupyan'dan bir Bediüzzaman analizi: Yeni bir dindarlık
Etyen Mahçupyan, geçtiğimiz ay çıkan ve kendisiyle yapılan söyleşilerden oluşan Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Bediüzzaman üzerine şöyle bir analizde bulunuyor:
"Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Kitabın ilerleyen kısımlarında bu 'referans oluş'un detaylarına dair de hoş tesbitler var:
"Bir tür gizli direnişle, bir tür kendine dönme ve aynı zamanda da adapte olma serüveniyle yaptı. Çünkü gene Bediüzzaman'dan biliyoruz ki; modernliğin araçları vs. konusunda hiçbir şekilde bir olumsuz tavrı olmadığı gibi tam tersine teşvik edici mesajları var. Dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren; dünyanın içinde, onunla hemhâl olan yeni bir dindar anlayışından söz ediyor. Bu anlamda, aslında, eğer gerçekten modernleşmeyi bu sosyolojik zeminiyle beraber kavrayan bir rejim olsaydı; Said Nursî'nin dediklerinin bir imkan, bir potansiyel olduğunu belki kavrardı hükümet ya da devlet; ama böyle bir bakış yoktu."
Benzer bir tesbiti Bediüzzaman Said Nursî Olayı isimli eserde, Şerif Mardin'den okursunuz. Kastamonu'da bazı lise talebelerinin kendisini ziyaret edip; "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" demesi üzerine, Bediüzzaman'ın; "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz" şeklinde cevap vermesi, Mardin'e göre 'minderde kalma' tavsiyesidir müslümanlara. Bediüzzaman, olumsuzluklarına dair eleştirel dil kullanmasına rağmen, bilimin dışlayıcısı olmamıştır kesinlikle. Hatta sorunu, bilginin kendisiyle değil, ona bakan nazarın problemiyle tanımlayarak dindarların önünde öğrenmeye ve öğrendiklerini bir ölçüde İslamîleştirmeye açık bir alan bırakmıştır. Bu noktada Mardin'in tesbiti, Mahçupyan'ın tesbitiyle kesişir. Bediüzzaman'ın dindarlık anlayışı 'dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren yeni bir dindar anlayışı'dır.
Ben bu dindarlık anlayışın dünyevileşmeyle karıştırılmamasının önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, aslında bu marifet ekseni de bir tür dünyaya dönüş içermekte; fakat bu dönüş İslamiyetten bir uzaklaşmayı değil, aksine İslam'ın özüne dönmeyi kastediyor. Bediüzzaman'ın hassaten Vahdet-i Vücud ve Vahdeti'ş-Şuhud meslekleri ile Nur mesleğini karşılaştırdığı yerler, bu bakışın veya dünyaya/eşyaya dönüşün ışığını nereden aldığını göstermekte önemli:
"(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden "Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır" sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var.
İşte Hüve Nüktesiyle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek, bu dehşetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki, Kur'ân-ı Hakîmin i'câzıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâşir olmuşlar."
Külliyat içindeki bu gibi metinlerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, varlığın birebirde kulluk için bir sorun teşkil etmediğini, zira Kur'an'ın da nazarımızı hep varlığa çevirip oradaki ayetlere işaret ettiğini nazara vermekle; diğer bazı ekollerin faydalı/etkin fakat modern zamanlara göre eksik/zorlayıcı kalan yanlarını doldurmaktadır. Çünkü başka bir yerde de dediği gibi; varlık hayır üzerinedir ve küllîdir. Şerler ise cüzîdir ve nazar hatalarından kaynaklanmaktadır. Müminin eşyayla ilişkisi bu yüzden dostanedir, düşmanca olamaz.
Bu yönüyle Etyen Mahçupyan'ın 'yeni bir dindarlık' olarak tarif ettiği şey, Bediüzzaman'a göre; Kur'an'ın aslına/özüne ve ondaki metadolojiye geri dönmektir ve varlığa sırtını dönmeden, varlıkla fikirsel bir mirac yaşamaktır. Allah Resulünün miraca yalnız ruhuyla değil, bedeniyle birlikte çıkması bu noktada ne kadar da anlamlıdır. Bedensel ve maddî olanı kerih görmek, sanıyorum zühd mesleğiyle beraber âlem-i İslam'a malolan birşey. Bu bilime bakışı da olumsuz etkilemiş bir yönüyle. Sahabe mesleğine dönüş ise, yeniden eşyayla barışmayı gerektiriyor. Ama fıska kapılmadan, ama kölesi olmadan. Belki bir açıdan sekülerleşmek bu, ama günaha bulaşmadan yaşanan türden. Yazının sonuna gelmişken Mustafa İslamoğlu'nun 'itikaf' üzerine yaptığı bir tesbit geldi aklıma. Şöyle diyordu yanlış hatırlamıyorsam: Halk içinde, halktan kopmadan, halkın mescidinde bir inziva...
Ne miracı bedeninden kopuktu, ne itikafı halktan. Ey Allahın Resulü, senden öğrenecek daha ne çok şeyimiz var.
Not: Bu yazının mirac gecesine denk gelmesi ne hoş oldu.
"Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Kitabın ilerleyen kısımlarında bu 'referans oluş'un detaylarına dair de hoş tesbitler var:
"Bir tür gizli direnişle, bir tür kendine dönme ve aynı zamanda da adapte olma serüveniyle yaptı. Çünkü gene Bediüzzaman'dan biliyoruz ki; modernliğin araçları vs. konusunda hiçbir şekilde bir olumsuz tavrı olmadığı gibi tam tersine teşvik edici mesajları var. Dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren; dünyanın içinde, onunla hemhâl olan yeni bir dindar anlayışından söz ediyor. Bu anlamda, aslında, eğer gerçekten modernleşmeyi bu sosyolojik zeminiyle beraber kavrayan bir rejim olsaydı; Said Nursî'nin dediklerinin bir imkan, bir potansiyel olduğunu belki kavrardı hükümet ya da devlet; ama böyle bir bakış yoktu."
Benzer bir tesbiti Bediüzzaman Said Nursî Olayı isimli eserde, Şerif Mardin'den okursunuz. Kastamonu'da bazı lise talebelerinin kendisini ziyaret edip; "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" demesi üzerine, Bediüzzaman'ın; "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz" şeklinde cevap vermesi, Mardin'e göre 'minderde kalma' tavsiyesidir müslümanlara. Bediüzzaman, olumsuzluklarına dair eleştirel dil kullanmasına rağmen, bilimin dışlayıcısı olmamıştır kesinlikle. Hatta sorunu, bilginin kendisiyle değil, ona bakan nazarın problemiyle tanımlayarak dindarların önünde öğrenmeye ve öğrendiklerini bir ölçüde İslamîleştirmeye açık bir alan bırakmıştır. Bu noktada Mardin'in tesbiti, Mahçupyan'ın tesbitiyle kesişir. Bediüzzaman'ın dindarlık anlayışı 'dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren yeni bir dindar anlayışı'dır.
Ben bu dindarlık anlayışın dünyevileşmeyle karıştırılmamasının önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, aslında bu marifet ekseni de bir tür dünyaya dönüş içermekte; fakat bu dönüş İslamiyetten bir uzaklaşmayı değil, aksine İslam'ın özüne dönmeyi kastediyor. Bediüzzaman'ın hassaten Vahdet-i Vücud ve Vahdeti'ş-Şuhud meslekleri ile Nur mesleğini karşılaştırdığı yerler, bu bakışın veya dünyaya/eşyaya dönüşün ışığını nereden aldığını göstermekte önemli:
"(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden "Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır" sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var.
İşte Hüve Nüktesiyle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek, bu dehşetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki, Kur'ân-ı Hakîmin i'câzıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâşir olmuşlar."
Külliyat içindeki bu gibi metinlerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, varlığın birebirde kulluk için bir sorun teşkil etmediğini, zira Kur'an'ın da nazarımızı hep varlığa çevirip oradaki ayetlere işaret ettiğini nazara vermekle; diğer bazı ekollerin faydalı/etkin fakat modern zamanlara göre eksik/zorlayıcı kalan yanlarını doldurmaktadır. Çünkü başka bir yerde de dediği gibi; varlık hayır üzerinedir ve küllîdir. Şerler ise cüzîdir ve nazar hatalarından kaynaklanmaktadır. Müminin eşyayla ilişkisi bu yüzden dostanedir, düşmanca olamaz.
Bu yönüyle Etyen Mahçupyan'ın 'yeni bir dindarlık' olarak tarif ettiği şey, Bediüzzaman'a göre; Kur'an'ın aslına/özüne ve ondaki metadolojiye geri dönmektir ve varlığa sırtını dönmeden, varlıkla fikirsel bir mirac yaşamaktır. Allah Resulünün miraca yalnız ruhuyla değil, bedeniyle birlikte çıkması bu noktada ne kadar da anlamlıdır. Bedensel ve maddî olanı kerih görmek, sanıyorum zühd mesleğiyle beraber âlem-i İslam'a malolan birşey. Bu bilime bakışı da olumsuz etkilemiş bir yönüyle. Sahabe mesleğine dönüş ise, yeniden eşyayla barışmayı gerektiriyor. Ama fıska kapılmadan, ama kölesi olmadan. Belki bir açıdan sekülerleşmek bu, ama günaha bulaşmadan yaşanan türden. Yazının sonuna gelmişken Mustafa İslamoğlu'nun 'itikaf' üzerine yaptığı bir tesbit geldi aklıma. Şöyle diyordu yanlış hatırlamıyorsam: Halk içinde, halktan kopmadan, halkın mescidinde bir inziva...
Ne miracı bedeninden kopuktu, ne itikafı halktan. Ey Allahın Resulü, senden öğrenecek daha ne çok şeyimiz var.
Not: Bu yazının mirac gecesine denk gelmesi ne hoş oldu.
20 Mayıs 2014 Salı
Aba altından 'musibet' göstermek!
"Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı." (A’râf, 7: 131'den... )
Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.
Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"
Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.
Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.
Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:
Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.
Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...
Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
lendiğini düşünüyorum:
"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır."
Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.
Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.
Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."
Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.
Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.
Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.
İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...
Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.
Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"
Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.
Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.
Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:
Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.
Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...
Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır."
Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.
Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.
Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."
Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.
Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.
Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.
İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Yüreklendirici kutuplaşmalar...
"İnsanlar onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun' dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'" (ÂL-İ İMRAN/173)
Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar'da, Dr. Israel Shahak adında bir arkadaşından bahseder. 1940 öncesi Polonyasında Yahudi olmak ve kimliğinin arkasında durmak ne kadar zorsa, bu zorlukları yaşamış birisidir Shahak. Pek çok yıkım görmüştür. Pek çok acı çekmiştir. Bir gün, gündem itibariyle içine düştükleri ateşli tartışmalar hakkındaki fikrini sorduğunda verdiği cevap şöyledir bu arkadaşının: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
Bu yanıtın anlamını okurlarına izah etmek için şunları söyler Hitchens: "Bu ifadesinde saygısızlık sayılabilecek hiçbir şey yok. Uzun ve tehlikeli bir hayat onu, fikir ve prensipler açıkça çatıştığı zaman netliğin söz konusu olabileceğine inandırmıştı. Çatışma sancılı olabilir, ama hiçbir durumda sancısız çözüm olmaz ve bunu aramak bizi akılsızlık ve anlamsızlık gibi sancılı koşullara, yani 'deve kuşunun tanrılaştırılmasına' götürür."
Okuduğum hiçbir kitabı tesadüfen okuduğuma inanmıyorum. Risale-i Nur'u elime aldığım ilk günden beri benim için kainatta tesadüf yok, tevafuk var. Herşey büyük uyumun parçası. Ve gözümüze görünenler, kulağımıza işittirilenler, o büyük ahengin bizimle konuşan dilleri. Eğer görebilirsek. Eğer arıyorsak...
Genç Felsefeciye Mektuplar, itiraf edeyim, kütüphaneden öylesine aldığım bir kitaptı. Arka kapağını bile okumamıştım. Ama hayatımın hiçbir dönemi, bugünler kadar onu okumamı anlamlı kılamazdı. Malum, büyük siyasi gerilimlerin ortasındayız. Türkiye, Yeni Türkiye'ye dönüşürken sancılar yaşıyor. Hem öyle böyle de değil, evimizin içine kadar giren şeyler bunlar. İnsan, tuttuğu parti yüzünden kardeşiyle konuşamaz hale gelebiliyor. Bunlar kötü şeyler mi? Belki evet. Ama diğer yandan, ister istemez heyecanlanıyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı, amcası Ebu Talib'e şikayete giden heyetin söyledikleri geliyor aklıma: "Yeğenin aramıza ihtilaf soktu. Babayı oğuldan, kardeşi kardeşten ayırdı!" suçlamaları vardı orada da. Neydi Allah Resulünün yaptığı? Bir kutuplaşma! Mekke'nin şirk toplumu, ortaya çıkan yeni sınıf yüzünden, ortasından çatlıyor ve saflara ayrılıyordu. Daha doğrusu kastını yitiriyordu. Yani Allah Resulü bir kutuplaşma vesilesiydi Mekke önderleri için. Onu, tam da bu yönüyle, amcasına şikayete gelmişlerdi.
Sonra nedense Bediüzzaman'a gitti zihnim. Ankara'ya gelişi, karşılanışı; ilk mecliste yaptığı namaza dair konuşma, dağıttığı metin ve ardından Mustafa Kemal'in ona sert çıkışı: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin!" Peki, Bediüzzaman'ın bu ihtilaf ithamına karşı cevabı ne olmuştu? "Allahım, ben ne yaptım? İnsanları kutuplaştırdım! Tüh, tüh!" demek mi? Kaynaklar hiç de böyle bir tutum içinde olmadığını söylüyor. Bilakis, kutuplaşmanın arkasında bir duruşu var.
Hasılı arkadaşlar, bugünlerde de en çok bizi kutuplaştırmayla itham ediyorlar. Hatta durun, ne bizi? En başta Erdoğan'ın en büyük kutuplaştırıcı olduğunu söyleyenler var. Yaptığı hizmetler bir yana, zaten onları hatırlamanız katiyen istenmiyor, sırf oluşturduğu bu kutuplaşma için gitmesi gerektiğini dillendirenler var. Zahiren çok da tatlı konuşuyorlar, öyle değil mi? Niyetleri ne kadar da iyi! Pek şekerler...
Hatta Gezi'de kaldırım taşlarını söküp polise atarken de aslında bunu söylemeye çalışmışlar. 17 Aralık'taki darbe girişimleri bile aslında bunu bize anlatmak içinmiş, öyle diyorlar. Yani onlar asla ve asla ortam germemişler. Hiç saldırmamışlar. Hiç hakaret etmemişler. Kalpleri temizmiş. Kirlenen bizmişiz ve halen de kirlenmekteymişiz. Herkesi kucaklayan bir hükümet lazımmış bu yüzden. (Erdoğan düşmanlığı dışında hiçbir ittifakı bulunmayan %55'in de gönlünü hoş eden.) Hatta bu hükümetin öyle bir kucağı olmalıymış ki; Batı'yı bile sarıp sarmalı, İsrail'i bile ıskalamamalıymış. (İslam coğrafyası mı? Boşver onları!) Erdoğansa kesinlikle bu hükümette olmamalıymış. Çok geriyormuş insanları.
Hiçbir gün, hiçbir siyasi lidere küfürlü birşey yazmadım. Hiçbir siyasi parti mensubuna hakaret ettiğimi anımsamıyorum. Gezicilere bile (bile diyorum, çünkü çok kızdırmışlardı) ağır birşey söylediğimi hatırlamam. (Yalnız iyi dalga geçtim.) Gülen Örgütüne bile en fazla işte böyle örgüt demişimdir. Ondan alınırlar. Fethullah Gülen'e Ceofendi dediğim oldu, bilmem hakaretten sayılır mı? Böyle küçük küçük arızalarım var. Kusuruma bakılmasın, insanım nihayet. Kaldırım taşı sökemem ama, dudaklarımı ısırma kabiliyetine sahibim.
Çevremde, AK Parti seçmeni olarak bildiğim insanlardan da galiz küfür edeni henüz şu kulaklarımla işitmedim. İki kez mitinge gittim. Hem de ikisi de çok gergin zamanlardaydı. Orada bile küfürlü slogan atıldığını anımsamıyorum.
Neyse... Bütün bunları neden anlattım ben? Ha, tamam: Ülkeyi bu şekilde gerdiğimiz için özür dilememiz gerektiğini düşünenler var. Kutuplaştırdığımız için. Atarlarına atar, giderlerine gider yaptığımız; altta kalmadığımız, sandıkta şaşmadığımız, nihayet izzetle oyumuzu savunabilen Türkiyeliler olduğumuz için; kutuplaştırma özrü dilememiz gerektiğini düşünüyorlar. Ben de öz abisiyle bile bu noktada arası bozuk olan birisi olarak, her nedense şöyle düşünüyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar'da, Dr. Israel Shahak adında bir arkadaşından bahseder. 1940 öncesi Polonyasında Yahudi olmak ve kimliğinin arkasında durmak ne kadar zorsa, bu zorlukları yaşamış birisidir Shahak. Pek çok yıkım görmüştür. Pek çok acı çekmiştir. Bir gün, gündem itibariyle içine düştükleri ateşli tartışmalar hakkındaki fikrini sorduğunda verdiği cevap şöyledir bu arkadaşının: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
Bu yanıtın anlamını okurlarına izah etmek için şunları söyler Hitchens: "Bu ifadesinde saygısızlık sayılabilecek hiçbir şey yok. Uzun ve tehlikeli bir hayat onu, fikir ve prensipler açıkça çatıştığı zaman netliğin söz konusu olabileceğine inandırmıştı. Çatışma sancılı olabilir, ama hiçbir durumda sancısız çözüm olmaz ve bunu aramak bizi akılsızlık ve anlamsızlık gibi sancılı koşullara, yani 'deve kuşunun tanrılaştırılmasına' götürür."
Okuduğum hiçbir kitabı tesadüfen okuduğuma inanmıyorum. Risale-i Nur'u elime aldığım ilk günden beri benim için kainatta tesadüf yok, tevafuk var. Herşey büyük uyumun parçası. Ve gözümüze görünenler, kulağımıza işittirilenler, o büyük ahengin bizimle konuşan dilleri. Eğer görebilirsek. Eğer arıyorsak...
Genç Felsefeciye Mektuplar, itiraf edeyim, kütüphaneden öylesine aldığım bir kitaptı. Arka kapağını bile okumamıştım. Ama hayatımın hiçbir dönemi, bugünler kadar onu okumamı anlamlı kılamazdı. Malum, büyük siyasi gerilimlerin ortasındayız. Türkiye, Yeni Türkiye'ye dönüşürken sancılar yaşıyor. Hem öyle böyle de değil, evimizin içine kadar giren şeyler bunlar. İnsan, tuttuğu parti yüzünden kardeşiyle konuşamaz hale gelebiliyor. Bunlar kötü şeyler mi? Belki evet. Ama diğer yandan, ister istemez heyecanlanıyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı, amcası Ebu Talib'e şikayete giden heyetin söyledikleri geliyor aklıma: "Yeğenin aramıza ihtilaf soktu. Babayı oğuldan, kardeşi kardeşten ayırdı!" suçlamaları vardı orada da. Neydi Allah Resulünün yaptığı? Bir kutuplaşma! Mekke'nin şirk toplumu, ortaya çıkan yeni sınıf yüzünden, ortasından çatlıyor ve saflara ayrılıyordu. Daha doğrusu kastını yitiriyordu. Yani Allah Resulü bir kutuplaşma vesilesiydi Mekke önderleri için. Onu, tam da bu yönüyle, amcasına şikayete gelmişlerdi.
Sonra nedense Bediüzzaman'a gitti zihnim. Ankara'ya gelişi, karşılanışı; ilk mecliste yaptığı namaza dair konuşma, dağıttığı metin ve ardından Mustafa Kemal'in ona sert çıkışı: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin!" Peki, Bediüzzaman'ın bu ihtilaf ithamına karşı cevabı ne olmuştu? "Allahım, ben ne yaptım? İnsanları kutuplaştırdım! Tüh, tüh!" demek mi? Kaynaklar hiç de böyle bir tutum içinde olmadığını söylüyor. Bilakis, kutuplaşmanın arkasında bir duruşu var.
Hasılı arkadaşlar, bugünlerde de en çok bizi kutuplaştırmayla itham ediyorlar. Hatta durun, ne bizi? En başta Erdoğan'ın en büyük kutuplaştırıcı olduğunu söyleyenler var. Yaptığı hizmetler bir yana, zaten onları hatırlamanız katiyen istenmiyor, sırf oluşturduğu bu kutuplaşma için gitmesi gerektiğini dillendirenler var. Zahiren çok da tatlı konuşuyorlar, öyle değil mi? Niyetleri ne kadar da iyi! Pek şekerler...
Hatta Gezi'de kaldırım taşlarını söküp polise atarken de aslında bunu söylemeye çalışmışlar. 17 Aralık'taki darbe girişimleri bile aslında bunu bize anlatmak içinmiş, öyle diyorlar. Yani onlar asla ve asla ortam germemişler. Hiç saldırmamışlar. Hiç hakaret etmemişler. Kalpleri temizmiş. Kirlenen bizmişiz ve halen de kirlenmekteymişiz. Herkesi kucaklayan bir hükümet lazımmış bu yüzden. (Erdoğan düşmanlığı dışında hiçbir ittifakı bulunmayan %55'in de gönlünü hoş eden.) Hatta bu hükümetin öyle bir kucağı olmalıymış ki; Batı'yı bile sarıp sarmalı, İsrail'i bile ıskalamamalıymış. (İslam coğrafyası mı? Boşver onları!) Erdoğansa kesinlikle bu hükümette olmamalıymış. Çok geriyormuş insanları.
Hiçbir gün, hiçbir siyasi lidere küfürlü birşey yazmadım. Hiçbir siyasi parti mensubuna hakaret ettiğimi anımsamıyorum. Gezicilere bile (bile diyorum, çünkü çok kızdırmışlardı) ağır birşey söylediğimi hatırlamam. (Yalnız iyi dalga geçtim.) Gülen Örgütüne bile en fazla işte böyle örgüt demişimdir. Ondan alınırlar. Fethullah Gülen'e Ceofendi dediğim oldu, bilmem hakaretten sayılır mı? Böyle küçük küçük arızalarım var. Kusuruma bakılmasın, insanım nihayet. Kaldırım taşı sökemem ama, dudaklarımı ısırma kabiliyetine sahibim.
Çevremde, AK Parti seçmeni olarak bildiğim insanlardan da galiz küfür edeni henüz şu kulaklarımla işitmedim. İki kez mitinge gittim. Hem de ikisi de çok gergin zamanlardaydı. Orada bile küfürlü slogan atıldığını anımsamıyorum.
Neyse... Bütün bunları neden anlattım ben? Ha, tamam: Ülkeyi bu şekilde gerdiğimiz için özür dilememiz gerektiğini düşünenler var. Kutuplaştırdığımız için. Atarlarına atar, giderlerine gider yaptığımız; altta kalmadığımız, sandıkta şaşmadığımız, nihayet izzetle oyumuzu savunabilen Türkiyeliler olduğumuz için; kutuplaştırma özrü dilememiz gerektiğini düşünüyorlar. Ben de öz abisiyle bile bu noktada arası bozuk olan birisi olarak, her nedense şöyle düşünüyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Bismillah, nasıl her hayrın başı?
"İyilik varoluşsal, kötülük ise eylemseldir." Markar Esayan, İyi Şeyler'den...
Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur'da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm. Merak, hayattan bir cüz. Sıradanlaştırma hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: "Bismillah her hayrın başıdır..." cümlesi. (Öyle ki; Parseller'de, bir fırının poşetlerinde bile bu cümle yazıyordu.) Şiddet-i zuhur, her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef; bazı zaman da körlük sebebi. İnsanın gözünden gizlenen, bazen en çok görünen. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak'a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak'a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Acaba öyle midir? Bediüzzaman'ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam, çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini karşıkonulmaz yapan, zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış, yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendinden sonra başlayan.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Bu cümlenin birkaç sorusu var, ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda, doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar hayr'ı tartmaya. Neyse ki, 13. Lem'a yetişiyor bu noktada imdadımıza: "Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir." Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil, bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.
Bu arada, şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî ve ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında var kılmak veya yok kılmak? Var. Bediüzzaman'ın "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir" sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında, bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden, hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla kendine gece edenlerden. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak, boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat'a götüreyim seni: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir."
Şimdi dönüp gelmeli, yeni suallerin peşine düşmeli: "Neden Allah'ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?" Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa, elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: "Neden başka bir isim değil de Allah ismi, varoluşsal herşeyin başı?"
İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah'ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün Esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün Esmanın başıdır.
Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz'î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela musibeti Allah'tan bilip de Allah'ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:
"Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (...) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."[1]
Bu açıdan bakınca "Bismillah her hayrın başıdır..." çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün Esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah: Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan, hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen'de, isim'de, cilve'de, ünvan'da, rububiyet'te takılmazsın. "Alanı her yerde selametle gezdi." Bu arada: Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?
Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur'da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm. Merak, hayattan bir cüz. Sıradanlaştırma hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: "Bismillah her hayrın başıdır..." cümlesi. (Öyle ki; Parseller'de, bir fırının poşetlerinde bile bu cümle yazıyordu.) Şiddet-i zuhur, her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef; bazı zaman da körlük sebebi. İnsanın gözünden gizlenen, bazen en çok görünen. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak'a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak'a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Acaba öyle midir? Bediüzzaman'ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam, çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini karşıkonulmaz yapan, zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış, yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendinden sonra başlayan.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Bu cümlenin birkaç sorusu var, ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda, doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar hayr'ı tartmaya. Neyse ki, 13. Lem'a yetişiyor bu noktada imdadımıza: "Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir." Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil, bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.
Bu arada, şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî ve ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında var kılmak veya yok kılmak? Var. Bediüzzaman'ın "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir" sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında, bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden, hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla kendine gece edenlerden. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak, boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat'a götüreyim seni: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir."
Şimdi dönüp gelmeli, yeni suallerin peşine düşmeli: "Neden Allah'ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?" Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa, elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: "Neden başka bir isim değil de Allah ismi, varoluşsal herşeyin başı?"
İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah'ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün Esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün Esmanın başıdır.
Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz'î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela musibeti Allah'tan bilip de Allah'ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:
"Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (...) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."[1]
Bu açıdan bakınca "Bismillah her hayrın başıdır..." çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün Esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah: Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan, hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen'de, isim'de, cilve'de, ünvan'da, rububiyet'te takılmazsın. "Alanı her yerde selametle gezdi." Bu arada: Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?
[1]
İlginçtir, bu metnin devamında, Bediüzzaman'ın, okuruna tembih ettiği her
Kur'anî cümle 'Allah' lafzını içeriyor.
16 Mayıs 2014 Cuma
Acı bizim, provokasyon onların
“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)
Daha güzel bir dünya istemek, insan için fıtrîdir, karşıkonulmazdır. İsteriz. Şahidi olduğumuz acılar üstümüze geldikçe hayal cennetine kaçmamız doğal. Rüyalar bile, bana öyle geliyor ki, dünyanın gerçekliğine dayanamayan insan ruhunun aldığı nefeslerdir Allah'ın rahmetiyle. Rüyalarda herşey mümkün. Hayallerde de öyle. Fakat hayatın gerçekliği, şahid olunanın reddedilmezliği, hâlâ bir imtihanda ve hâlâ sınanıyor oluşumuzun en büyük delili. Kontrolümüzde olmayan bir sürü şey var ve biz avuçlarımızda sıktıkça, karşı taraftan birisi asılıp çekiliyormuş gibi, bu dikenli tel canımızı acıtıyor. Değiştiremiyoruz! İnsanın canını da en çok değiştiremedikleri acıtıyor. Sabır en çok bu barışa gerek. Kendinle ve bahtınla bir barışa.
Bu demek değil ki, sebepler dairesinden hesap sormayalım. Sebep olanlar, elbette kusurlu perdelikleriyle ağzımızı acılaştırıyorlar. Fakat bunun yolu ne? İsyan mı? Yıkmak mı? Dönüşü olmayan bir kıyamet koparmak mı? Gidermeye çalıştığımız acılardan daha beterlerine vesile olacak yeni bir kaos yaratmak mı? Neyi verip neyi aldığımızı bilelim. Neyin bedeline neyi feda ediyoruz bilelim. Bize teklif edilen, kaosun iki ucunda dikilen iki grubun (Gezicilerin ve Gülencilerin) bize teklif ettiği, "Ne olursa olsun, ortalık bir karışsın, ne taş üstünde taş kalsın, ne de devlet üstünde baş."
Onların hesapları belli ki başka. Kan aktığında coşanın mesleği yalnız vampirliktir. Biliyorum, ortalık karışık, ortalık toz duman! Fakat feraset sahibi olduğunu da biliyorum. Defaatle gösterdin bunu. Şu kadarını ayırabilirsin: Ateşi söndürmeye çalışan var, ateş harlansın diye uğraşanlar var. Bu ateş, kardeşliğin/huzurun canını yakıyorsa, taraflardan hangisinin haksız olduğunu da bilirsin.
Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur'u, anarşinin ve istibdatın kökünü kesen bir öğreti olarak göstermesi, sırf devletçi olduğundan (hâşâ) veya iktidar yalakası olarak takıldığından (hâşâ) mı? Hayır, asla! Devletçi olsa, iktidar yalakası olsa, Eski Said'in İstanbul'daki mücadelelerinden tut, Yeni Said'in mahkeme mahkeme süründürülen günlerine kadar; bütün hayatını, baskıcı rejimlere karşı koymakla geçirmezdi. Fakat birşeyi biliyor: Bu iş istibdatla olmayacağı gibi, anarşi ile de olmaz. Anarşi zamanları, kontrolsüz zamanlar, şiddetin ve karmaşanın ucunun nereye kadar gideceği bilinmeyen zamanlar. Anarşi çıkararak hakkını alabilen olmuş mu? Olmuşsa ne kadar olmuş, ne şekilde olmuş? Kimbilir kendi "Hakkımı alayım" derken kaç kişinin hakkına girmiş, kaç yurdu mahvetmiş, sonunda bitirdiğini sandığı şeye dönüşmüş.
Şimdi bize, Soma'daki ciğer yangını üzerinden yeni bir anarşi teklifinde bulunuyorlar. Tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. İstiyorlar ki; acılarımızı kullansınlar, onu bir isyana dönüştürsünler. Kardeşlerim, biz bunların provakasyonlarına gelmeden de hesap nasıl sorulur biliyoruz. Suçlular nasıl mahkûm edilir biliyoruz. Hataları görüyoruz. Dünyada hak aramayı ilk bunlar icat etmiş değil. Bize bunu ders verecek kabiliyette de değiller. Eğer istedikleri anarşiyi bunların ellerine verirsek, yalnızca Soma'nın yangını olmayacak bu yangın, her yere sıçrayacak. Kan istiyor bunlar. Düpedüz kan istiyor! Daha fazlasını istiyor ve daha fazlası aktıkça da büyüyorlar.
Rabbim şerlerinden muhafaza eylesin. Somalı kardeşlerimize de katından büyük rahmet indirsin, sabr-ı cemil versin, gönüllerini ferahlatsın. Teenniyle soruşturulsun bu facia. Öncesinde ve sonrasında yapılan yanlışların hesabı da sorulsun. Bunların hiçbirisiyle problemli değiliz. Ancak fitne zamanı yer değiştirenlerden, saf değiştirenlerden, provakasyonla tavır değiştirenlerden de değiliz. Sabır böylesi bir zamanda hepimize gerek. Yalnız Soma'daki kardeşlerimizi için değil, kendimiz için de sabır duasına çıkalım.
Daha güzel bir dünya istemek, insan için fıtrîdir, karşıkonulmazdır. İsteriz. Şahidi olduğumuz acılar üstümüze geldikçe hayal cennetine kaçmamız doğal. Rüyalar bile, bana öyle geliyor ki, dünyanın gerçekliğine dayanamayan insan ruhunun aldığı nefeslerdir Allah'ın rahmetiyle. Rüyalarda herşey mümkün. Hayallerde de öyle. Fakat hayatın gerçekliği, şahid olunanın reddedilmezliği, hâlâ bir imtihanda ve hâlâ sınanıyor oluşumuzun en büyük delili. Kontrolümüzde olmayan bir sürü şey var ve biz avuçlarımızda sıktıkça, karşı taraftan birisi asılıp çekiliyormuş gibi, bu dikenli tel canımızı acıtıyor. Değiştiremiyoruz! İnsanın canını da en çok değiştiremedikleri acıtıyor. Sabır en çok bu barışa gerek. Kendinle ve bahtınla bir barışa.
Bu demek değil ki, sebepler dairesinden hesap sormayalım. Sebep olanlar, elbette kusurlu perdelikleriyle ağzımızı acılaştırıyorlar. Fakat bunun yolu ne? İsyan mı? Yıkmak mı? Dönüşü olmayan bir kıyamet koparmak mı? Gidermeye çalıştığımız acılardan daha beterlerine vesile olacak yeni bir kaos yaratmak mı? Neyi verip neyi aldığımızı bilelim. Neyin bedeline neyi feda ediyoruz bilelim. Bize teklif edilen, kaosun iki ucunda dikilen iki grubun (Gezicilerin ve Gülencilerin) bize teklif ettiği, "Ne olursa olsun, ortalık bir karışsın, ne taş üstünde taş kalsın, ne de devlet üstünde baş."
Onların hesapları belli ki başka. Kan aktığında coşanın mesleği yalnız vampirliktir. Biliyorum, ortalık karışık, ortalık toz duman! Fakat feraset sahibi olduğunu da biliyorum. Defaatle gösterdin bunu. Şu kadarını ayırabilirsin: Ateşi söndürmeye çalışan var, ateş harlansın diye uğraşanlar var. Bu ateş, kardeşliğin/huzurun canını yakıyorsa, taraflardan hangisinin haksız olduğunu da bilirsin.
Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur'u, anarşinin ve istibdatın kökünü kesen bir öğreti olarak göstermesi, sırf devletçi olduğundan (hâşâ) veya iktidar yalakası olarak takıldığından (hâşâ) mı? Hayır, asla! Devletçi olsa, iktidar yalakası olsa, Eski Said'in İstanbul'daki mücadelelerinden tut, Yeni Said'in mahkeme mahkeme süründürülen günlerine kadar; bütün hayatını, baskıcı rejimlere karşı koymakla geçirmezdi. Fakat birşeyi biliyor: Bu iş istibdatla olmayacağı gibi, anarşi ile de olmaz. Anarşi zamanları, kontrolsüz zamanlar, şiddetin ve karmaşanın ucunun nereye kadar gideceği bilinmeyen zamanlar. Anarşi çıkararak hakkını alabilen olmuş mu? Olmuşsa ne kadar olmuş, ne şekilde olmuş? Kimbilir kendi "Hakkımı alayım" derken kaç kişinin hakkına girmiş, kaç yurdu mahvetmiş, sonunda bitirdiğini sandığı şeye dönüşmüş.
Şimdi bize, Soma'daki ciğer yangını üzerinden yeni bir anarşi teklifinde bulunuyorlar. Tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. İstiyorlar ki; acılarımızı kullansınlar, onu bir isyana dönüştürsünler. Kardeşlerim, biz bunların provakasyonlarına gelmeden de hesap nasıl sorulur biliyoruz. Suçlular nasıl mahkûm edilir biliyoruz. Hataları görüyoruz. Dünyada hak aramayı ilk bunlar icat etmiş değil. Bize bunu ders verecek kabiliyette de değiller. Eğer istedikleri anarşiyi bunların ellerine verirsek, yalnızca Soma'nın yangını olmayacak bu yangın, her yere sıçrayacak. Kan istiyor bunlar. Düpedüz kan istiyor! Daha fazlasını istiyor ve daha fazlası aktıkça da büyüyorlar.
Rabbim şerlerinden muhafaza eylesin. Somalı kardeşlerimize de katından büyük rahmet indirsin, sabr-ı cemil versin, gönüllerini ferahlatsın. Teenniyle soruşturulsun bu facia. Öncesinde ve sonrasında yapılan yanlışların hesabı da sorulsun. Bunların hiçbirisiyle problemli değiliz. Ancak fitne zamanı yer değiştirenlerden, saf değiştirenlerden, provakasyonla tavır değiştirenlerden de değiliz. Sabır böylesi bir zamanda hepimize gerek. Yalnız Soma'daki kardeşlerimizi için değil, kendimiz için de sabır duasına çıkalım.
15 Mayıs 2014 Perşembe
Üzüldük sana; Geziciler, Gülenciler ve Saymanlar izin verdiği kadar Soma...
"Her insan, bir âlem diye bilip, insanları 'saymamayı' öğrendiğimiz gün insana 'saygı duymayı' öğreneceğiz belki..." Metin Karabaşoğlu
Soma ciğerimizi yaktı. Acıları anlatmak çoğu zaman tasannu gibi gelir bana, ama bir yere koyamıyorum elimi, yazmalıyım: Bugün hayatımda yokmuş gibi. Sabahtan beri bir boşlukta asılıyım. Olayı duyduğum andan itibaren inanmamaya çalıştım sonuçların bu denli kötü olacağına. İnsan, tutacak yeri kalmayınca hayallerine sığınıyor. En inanılmaz olanlarına bile sığınıyor. Fakat bugün, inkâr edilmez bir şekilde Soma bir felaket, bir yürek sancısı, bir sarsıntı. Unutmak istediğimiz bir kabusun ansızın bir gece yeniden görülmesi gibi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, ne çok yaşadık biz bu felaketi. Hep görürdük televizyonda, insanlar bekliyor. Diri diri gömülmüş yakınlarının çıkarılmasını bekliyor anneler, çocuklar, babalar, kardeşler. Birden, bu kadar çok ve bir de bu kadar kolay olunca ölüm de inanılası gelmiyor insana. Uludere'de de böyle hissetmiştim: "Nasıl olur öyle kolay?" diyorsunuz. "Nasıl bu kadar kolay?"
Herşey Allah'tan elbette. İmanım tam. Herşey Allah'tan ve Ondan gelen herşeye evyallah. Ama sebeplerin de bir inandırıcılığı olmalı, öyle değil mi? Çünkü gaflet, ancak onların altına sığınınca oluyor. Gaflet bazen rahatlatıcıdır. Hikmetsiz de değildir büsbütün. Hastalık, Hz. Azrail'e küsmenizi engeller. Hz. Azrail ise Allah'a küsmenizi. "Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden." Sebepler zayıfladıkça kaldırmak da güçleşiyor bu yükü. Kadere itiraz mı? Asla! Fakat insanlara itiraz, ihmallere itiraz, perdelere itiraz, ölümü çirkin gösteren onlardaki kusurlara itiraz. Bizdeki eksiklere itiraz. Eğer bir sabotajsa, bu sabotajı yapanın kalbindeki kire itiraz!
Asr-ı Saadet tablosu hatırlıyorum bir tane: Allah Resulü'nün çocuğunu kaybetmiş bir anneyi teselli etmeye çabalaması, onun kendisini tanımayarak öfkeyle başından kovması, fakat sonra farkına varınca yanına varması, özür dilemesi. Karşısındaki Allah Resulü de olsa, insan böyledir biraz. Acı, ilk geldiği zamanlar ağırdır. Her adamın harcı değildir. Mantıksızdır o ilk zamanları. O yüzden Somalılar, hassaten ocağına ateş düşenler, ne deseler alınmamak lazım şimdi. Fakat ne tuhaf: En ferasetli de yine onlar galiba. Allah her musibeti sabrıyla beraber veriyor, insan böyle olayları gördükçe daha fazla inanıyor. Twitter'da dışkapının mandallarının, acı kelimesinin manasını bile bilmeyen slogan canavarlarının kopardığı fırtınanın yüzde biri yok Soma'da. Kim kahraman şimdi? Klavyesinin başında hükümet yıkıp kuranlar mı? Madenin başında dua okuyanlar mı? Kim?
Devletin baba değil, ana olması gereken zamanlar bu zamanlar. Baba gibi racon öğretmemeli, ana gibi acıları paylaşmalı. Bir acı nasıl paylaşılır? En çok ağlayarak. İddia ediyorum: Bir tane bakan, hiç konuşmasa, oturup ağlasa veyahut en azından gözleri dolu dolu baksa; yüz cümleden daha fazla teselli eder. İnsanlar böylesi zamanlarda elinizden birşey gelmediğini, geleni de yaptığınızı biliyorlar zaten. Görüyorlar. Merak ettikleri bu değil. Merak ettikleri: "Bizim ciğerimiz yanıyor. Sen bizim başımızsın. Senin de canın yanıyor mu? Göster bize!" En çok bunu istiyorlar. Uludere'de de bunun açlığını çektik çok. Burada da hissediyoruz. Bize baba lazım değil böylesi zamanlarda. Canının yandığını hissettiğimiz ana lazım.
Ben bir Erdoğancıyım. Evet, onu seviyor ve destekliyorum. Zor zamanlarda büyük şeyler başardığını düşünüyorum. Evet, oyumu hep AK Parti'ye verdim. Ama evet, böylesi zamanlarda acısını göstermekte bir miktar sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Belki de kasten göstermiyor, bilemem. Vakarlı olmak daha mantıklı görünüyor da olabilir. Fakat ilk konuşmalar, ilk açıklamalar bahane üretmeye yönelik olmamalı. Olayın mantığını izah etmemeli bize. Rakamlar duyulmamalı. Kıyaslamalar yapılmamalı. Matematik formülüne çevirmemeli işi. Acıyı anlatmalı en çok. Empati yapmaya çalışmalı. Empatiyi hissettirmeli. "Ben de sizdenim" demeli. "Sizin yaşadıklarınız aslında şöyle şöyle birşey..." dememeli. Bu öyle geridönüşsüz bir kayıp ki, sağlaması yok. Matematik, sağlaması olmayan yerlerde bir işe yaramıyor. Tahtayı silemiyoruz çünkü. Yeniden başa dönemiyoruz. Matematik, acının ilk sancısı geçtikten sonra konuşulacak birşey.
İnşaallah, bu maden faciası, bu acı kayıp Uludere gibi olmaz. Suçlusu kim, ihmal kimden, eksik neden, sabotajsa eğer (ki bu ihtimali de uzakta tutmuyorum) bu sabotaj kimden, meçhulde kalmaz. Hakedenler, kimse haksızlığa uğratılmadan, cezasını bulur. "Hiçbir eksik yoktu, kader!" demeyin bize; bu bir işe yaramıyor, eksik bırakmasaydınız sebeplerde, Allah bu şerre uğratmazdı bizi. İnsanın ihmalidir ki, kesb-i şer olur. "Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Mesela, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler."
Elbette bu meselede teenni gerek. Öfkeyle hareket eden adalet edeyim derken katmerli zulümler eder. Takip edici olmalı, ama heyecanlı olmamalıyız. Fakat Soma faciasından daha çok can yakan diğer bir facia: Gezi taifesinin bu acı üzerinden yeni bir isyan rüzgârı yaratmaya çalışması. Sanki bugüne kadar madencilerin derdi çok umurlarındaymış gibi ülkede fırtına koparmaları. Bir de bu sıralar onların çanak yalayıcıları Gülenciler var. Erdoğan'ı yıpratmak için ellerine bir malzeme geçti ya, ellerini ovuştura ovuştura, ağızlarından sular aka aka sosyalmedya'da kıyamet koparıyorlar. Yok bilmem, "Hocayı üzmüşler de böyle olmuş." Yok bilmem, "Bu iktidarın yaptıklarından dolayı ülkede daha kötü şeyler de olabilirmiş." Yok bilmem, "Deprem bile bekliyorlarmış." Her kan damlasında vampire dönüşen Gezici taifesi bir yanda, bir de bu yeni anarşistlerle uğraşıyoruz şimdi. İki sınıf meczubun elinden de artık illallah dedik. Böylesi bir acıyı siyasetlerine âlet etmekten bile çekinmiyorlar.
Buna karşı da direnmemiz lazım. Bir ülkenin başına çok şey gelebilir. Bunlar ihmalden de olabilir, doğal felaketler de sayılabilir. Fakat bunlar içinde en kötüsü: anarşidir. Yani karmaşadır, sistemsizliktir. Kimin, neyi, niye yaptığını bilemeyecek bir hale gelmektir. Bunlar, yani bu iki taife, ülkede bu sıralar bunu oluşturmaya çalışıyorlar. Öyle bir kargaşanın peşindeler ki; ülkede taş taş üstünde, hükümet baş üstünde kalmasın. Bu kargaşa içinde de her ne olursa olsun, Erdoğan defolsun. Kafa da bu, kalp de. Halbuki biz şimdiye kadar en büyük eziyetleri bu istikrarsızlık, karmaşa ve kargaşa yüzünden çektik. 90 yıllık tarihimizde bir arpa boyu yol gittiysek, istikrar sayesinde oldu. Karmaşa hiçbir zaman katkı yapmadı. Aksine, en hesap sorulmaz devirlerdi onlar. Hep çelmeledi bizi. Bu yüzden, elinizi vicdanınıza koymanızı ve böylesi acılardan kaos umanların yüzüne tükürmenizi istiyorum. İktidarın da suçu veya ihmali varsa, elbette bunu üstlenmeli cesurca. Hesabı kesileceğin hesabını kesmeli. Onlar da dokunulmaz değil. Soma'nın hesabını sormalıyız! Ama sağdan, soldan fısıldayan şeytanların oyununa da gelmeden.
Soma ciğerimizi yaktı. Acıları anlatmak çoğu zaman tasannu gibi gelir bana, ama bir yere koyamıyorum elimi, yazmalıyım: Bugün hayatımda yokmuş gibi. Sabahtan beri bir boşlukta asılıyım. Olayı duyduğum andan itibaren inanmamaya çalıştım sonuçların bu denli kötü olacağına. İnsan, tutacak yeri kalmayınca hayallerine sığınıyor. En inanılmaz olanlarına bile sığınıyor. Fakat bugün, inkâr edilmez bir şekilde Soma bir felaket, bir yürek sancısı, bir sarsıntı. Unutmak istediğimiz bir kabusun ansızın bir gece yeniden görülmesi gibi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, ne çok yaşadık biz bu felaketi. Hep görürdük televizyonda, insanlar bekliyor. Diri diri gömülmüş yakınlarının çıkarılmasını bekliyor anneler, çocuklar, babalar, kardeşler. Birden, bu kadar çok ve bir de bu kadar kolay olunca ölüm de inanılası gelmiyor insana. Uludere'de de böyle hissetmiştim: "Nasıl olur öyle kolay?" diyorsunuz. "Nasıl bu kadar kolay?"
Herşey Allah'tan elbette. İmanım tam. Herşey Allah'tan ve Ondan gelen herşeye evyallah. Ama sebeplerin de bir inandırıcılığı olmalı, öyle değil mi? Çünkü gaflet, ancak onların altına sığınınca oluyor. Gaflet bazen rahatlatıcıdır. Hikmetsiz de değildir büsbütün. Hastalık, Hz. Azrail'e küsmenizi engeller. Hz. Azrail ise Allah'a küsmenizi. "Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden." Sebepler zayıfladıkça kaldırmak da güçleşiyor bu yükü. Kadere itiraz mı? Asla! Fakat insanlara itiraz, ihmallere itiraz, perdelere itiraz, ölümü çirkin gösteren onlardaki kusurlara itiraz. Bizdeki eksiklere itiraz. Eğer bir sabotajsa, bu sabotajı yapanın kalbindeki kire itiraz!
Asr-ı Saadet tablosu hatırlıyorum bir tane: Allah Resulü'nün çocuğunu kaybetmiş bir anneyi teselli etmeye çabalaması, onun kendisini tanımayarak öfkeyle başından kovması, fakat sonra farkına varınca yanına varması, özür dilemesi. Karşısındaki Allah Resulü de olsa, insan böyledir biraz. Acı, ilk geldiği zamanlar ağırdır. Her adamın harcı değildir. Mantıksızdır o ilk zamanları. O yüzden Somalılar, hassaten ocağına ateş düşenler, ne deseler alınmamak lazım şimdi. Fakat ne tuhaf: En ferasetli de yine onlar galiba. Allah her musibeti sabrıyla beraber veriyor, insan böyle olayları gördükçe daha fazla inanıyor. Twitter'da dışkapının mandallarının, acı kelimesinin manasını bile bilmeyen slogan canavarlarının kopardığı fırtınanın yüzde biri yok Soma'da. Kim kahraman şimdi? Klavyesinin başında hükümet yıkıp kuranlar mı? Madenin başında dua okuyanlar mı? Kim?
Devletin baba değil, ana olması gereken zamanlar bu zamanlar. Baba gibi racon öğretmemeli, ana gibi acıları paylaşmalı. Bir acı nasıl paylaşılır? En çok ağlayarak. İddia ediyorum: Bir tane bakan, hiç konuşmasa, oturup ağlasa veyahut en azından gözleri dolu dolu baksa; yüz cümleden daha fazla teselli eder. İnsanlar böylesi zamanlarda elinizden birşey gelmediğini, geleni de yaptığınızı biliyorlar zaten. Görüyorlar. Merak ettikleri bu değil. Merak ettikleri: "Bizim ciğerimiz yanıyor. Sen bizim başımızsın. Senin de canın yanıyor mu? Göster bize!" En çok bunu istiyorlar. Uludere'de de bunun açlığını çektik çok. Burada da hissediyoruz. Bize baba lazım değil böylesi zamanlarda. Canının yandığını hissettiğimiz ana lazım.
Ben bir Erdoğancıyım. Evet, onu seviyor ve destekliyorum. Zor zamanlarda büyük şeyler başardığını düşünüyorum. Evet, oyumu hep AK Parti'ye verdim. Ama evet, böylesi zamanlarda acısını göstermekte bir miktar sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Belki de kasten göstermiyor, bilemem. Vakarlı olmak daha mantıklı görünüyor da olabilir. Fakat ilk konuşmalar, ilk açıklamalar bahane üretmeye yönelik olmamalı. Olayın mantığını izah etmemeli bize. Rakamlar duyulmamalı. Kıyaslamalar yapılmamalı. Matematik formülüne çevirmemeli işi. Acıyı anlatmalı en çok. Empati yapmaya çalışmalı. Empatiyi hissettirmeli. "Ben de sizdenim" demeli. "Sizin yaşadıklarınız aslında şöyle şöyle birşey..." dememeli. Bu öyle geridönüşsüz bir kayıp ki, sağlaması yok. Matematik, sağlaması olmayan yerlerde bir işe yaramıyor. Tahtayı silemiyoruz çünkü. Yeniden başa dönemiyoruz. Matematik, acının ilk sancısı geçtikten sonra konuşulacak birşey.
İnşaallah, bu maden faciası, bu acı kayıp Uludere gibi olmaz. Suçlusu kim, ihmal kimden, eksik neden, sabotajsa eğer (ki bu ihtimali de uzakta tutmuyorum) bu sabotaj kimden, meçhulde kalmaz. Hakedenler, kimse haksızlığa uğratılmadan, cezasını bulur. "Hiçbir eksik yoktu, kader!" demeyin bize; bu bir işe yaramıyor, eksik bırakmasaydınız sebeplerde, Allah bu şerre uğratmazdı bizi. İnsanın ihmalidir ki, kesb-i şer olur. "Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Mesela, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler."
Elbette bu meselede teenni gerek. Öfkeyle hareket eden adalet edeyim derken katmerli zulümler eder. Takip edici olmalı, ama heyecanlı olmamalıyız. Fakat Soma faciasından daha çok can yakan diğer bir facia: Gezi taifesinin bu acı üzerinden yeni bir isyan rüzgârı yaratmaya çalışması. Sanki bugüne kadar madencilerin derdi çok umurlarındaymış gibi ülkede fırtına koparmaları. Bir de bu sıralar onların çanak yalayıcıları Gülenciler var. Erdoğan'ı yıpratmak için ellerine bir malzeme geçti ya, ellerini ovuştura ovuştura, ağızlarından sular aka aka sosyalmedya'da kıyamet koparıyorlar. Yok bilmem, "Hocayı üzmüşler de böyle olmuş." Yok bilmem, "Bu iktidarın yaptıklarından dolayı ülkede daha kötü şeyler de olabilirmiş." Yok bilmem, "Deprem bile bekliyorlarmış." Her kan damlasında vampire dönüşen Gezici taifesi bir yanda, bir de bu yeni anarşistlerle uğraşıyoruz şimdi. İki sınıf meczubun elinden de artık illallah dedik. Böylesi bir acıyı siyasetlerine âlet etmekten bile çekinmiyorlar.
Buna karşı da direnmemiz lazım. Bir ülkenin başına çok şey gelebilir. Bunlar ihmalden de olabilir, doğal felaketler de sayılabilir. Fakat bunlar içinde en kötüsü: anarşidir. Yani karmaşadır, sistemsizliktir. Kimin, neyi, niye yaptığını bilemeyecek bir hale gelmektir. Bunlar, yani bu iki taife, ülkede bu sıralar bunu oluşturmaya çalışıyorlar. Öyle bir kargaşanın peşindeler ki; ülkede taş taş üstünde, hükümet baş üstünde kalmasın. Bu kargaşa içinde de her ne olursa olsun, Erdoğan defolsun. Kafa da bu, kalp de. Halbuki biz şimdiye kadar en büyük eziyetleri bu istikrarsızlık, karmaşa ve kargaşa yüzünden çektik. 90 yıllık tarihimizde bir arpa boyu yol gittiysek, istikrar sayesinde oldu. Karmaşa hiçbir zaman katkı yapmadı. Aksine, en hesap sorulmaz devirlerdi onlar. Hep çelmeledi bizi. Bu yüzden, elinizi vicdanınıza koymanızı ve böylesi acılardan kaos umanların yüzüne tükürmenizi istiyorum. İktidarın da suçu veya ihmali varsa, elbette bunu üstlenmeli cesurca. Hesabı kesileceğin hesabını kesmeli. Onlar da dokunulmaz değil. Soma'nın hesabını sormalıyız! Ama sağdan, soldan fısıldayan şeytanların oyununa da gelmeden.
13 Mayıs 2014 Salı
Fight Club’ın gör dediği
“Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."
Fight Clup filminden…
Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.
Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”
"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”
1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”
Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”
İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”
Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”
Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.
Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.
Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.
Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…
Fight Clup filminden…
Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.
Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”
"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”
1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”
Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”
İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”
Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”
Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.
Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.
Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.
Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…
11 Mayıs 2014 Pazar
Bir zaaf turnusolu olarak mehdiyet
"Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler." Emirdağ Lahikası'ndan.
Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.
Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."
Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.
Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.
Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.
Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.
Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"
Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.
Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."
Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.
Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.
Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.
Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.
Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"
6 Mayıs 2014 Salı
"Evlat mı, devlet mi?"
"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi: 32)
"Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir..."[2]
Tarihi, yalnızca tarihçilere bırakmak bazen korkutucu sonuçlara götürüyor bizi. Zira tarihçi, bir bilimadamının sahip olması gereken vicdanî duruşa sahip değilse ve sorgulama anında ihtimallerin tamamına eşit mesafede durmuyorsa; kutsallık atfettiği şeyleri savunurken, başka kutsalları ayakaltı etmekten çekinmiyor. Mesela insanı. Mesela masumiyeti. Mesela adaleti. Evet, hikmet-i hükümeti konuşmaktan; ondan bağımsız olması gerekeni, yani apaçık hakikati konuşamaz oluyoruz. Bu da bizi, konjonktürel hazlarla, aslolanı her zaman görmezden gelen, bulunduğu çağın genel kabullerine hapsolmuş ve sorgulamadığı için de huzurlu/sıradan bireyler haline getiriyor. Ta ki, birisi çıkıp ezberlerimizi bozuncaya kadar. Öyle birisi olduğunda da tavrımız önceleri onu çürütmeye çalışma. Başaramazsak, görmezden gelme. Onu da başaramazsak, tevil etme. Hakikati esneterek çıkış yolları arama. Tıpkı Emeviye ve Cebriye örneğinde olduğu gibi.
Belki biliyorsunuz; kaderi, beşerin iradesini yok sayacak kadar, yani hayatı boyunca yaptıklarını, sırf Allah öyle emrettiği için, ister istemez, kaçınılmaz, hiçbir sorumluluk yüklenemez bir şekilde, hatalarını bile omuzlamaz bir anlayışla yorumlayan sapkın bir itikat anlayışıdır Cebriye. Emeviler zamanında ortaya çıkmıştır. En güçlü zamanlarını yine Emeviler zamanında yaşamıştır. Bu itikadî sapmanın Emevilerin en çok işine yarayan tarafı, belki de ortaya çıkarılış sebebi: Halifeliğin, kan emici saltanata evrildiği hengamda; başta Hz. Hüseyin’in ve ehlibeytin Kerbela’daki katli olmak üzere, daha pek çok zulmün Emevilerce içselleştirilmesini sağlamasıdır.
Öyle ya, eğer bütün bunlar kaderde yazılıysa ve beşerin iradesi yoksa, o zaman böylesi zulümlerden Yezit ve diğer Emevî sultanları nasıl sorumlu tutulabilirler? Bunlar, ister istemez olacak şeylerdir. Kaçınılmazlardır. Kaçınılamadığına göre buradan Emevîlere bir eleştiri üretmek, onları sorumlu tutmak mümkün değildir. Onlar mecbur kaldıkları şeyi yapmışlardır.
Tarihin böylesi fıkha temas eden yerleri de var. Bu yüzden tarihi, tarihçilere bırakmak olmuyor. En azından tarihi, yalnızca tarihçilerin değil; fıkıhçıların da (hatta başka bilimdallarında uzman olanların da) konuşması gerekiyor. Farklı seslerin duyulması gerekiyor. Devleti önemseyen seslere bedel, insanı önemseyen seslerin de... İnsanî seslerin...
Bu yüzden kendisi bir tarihçi sayılmayacak Bediüzzaman’ın, evlat katli meselesinde şöyle bir tesbitte bulunması bana çok anlamlı, vicdanî ve dinî geliyor: "Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor."
Görüldüğü gibi; Bediüzzaman burada ne ’padişahın dindarlığını’ reddediyor, ne de ’masum evlatlarını katlettiklerini...’ Hatta ’halife oldukları halde’ kaydını düşerek bu yaptıkları zulmün, onların durdukları yerle bağdaşmadığının altını da çiziyor. Fakat ne hazindir; Bediüzzaman’ın, bu masum katli meselesine bakışı gayet açıkken, hâlâ, bu ekolden beslendiğini söyleyen yazarlarımız, Osmanlıya ve hanedanına atfettikleri kutsallık ve kusursuzluk nedeniyle, tevillerle çıkış yolu arayarak hakikati incitebiliyorlar. Hakikati, yani bir yönüyle insanî olanı. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyete uygun olanı...
Bunlardan birisi de abonesi olduğum (ve bundan şikayetçi de olmadığım) Moraldünyası dergisinde okudum geçtiğimiz gün. Yavuz Bahadıroğlu imzalı yazı, daha başlık kısmıyla bile, ciğerime saplandı: "Evlat mı, devlet mi?" Allah böylesi bir seçim yapmak zorunda bırakmasın kimseyi. Fakat neden yol sadece iki? Bu da yeni bir Cebriye mi? İslamî olmayan saltanat düzeni ne zaman ümmetin başına geçse, hep böyle zor seçimlere mecbur mu edecek bizleri? Hz. Hüseyin hep mi kaçınılmaz olarak, devletin selameti için, katledilecek? Yezit, bütün yezitliğine rağmen, hep mi ’mecbur olan’ olacak?
Bu mecbur ediliş çok sineme dokunduğu ve yazar, ilerleyen bölümlerde, kendisi gibi düşünmeyenleri "Tabii, bana ne devletten, bana ne İslamiyetten de diyebilirsiniz, ancak bu gerçekçi olmaz" diyerek itham ettiği için, cevap yazmadan duramadım. Tarihçi değilim. Ama insanım. İnsanî olandan anlarım birazcık. Hocamdan da, hikmet-i hükümeti pek bilmeyen içimdeki insanı konuşturduğum için, hoşgörüyle bakmasını beklerim. Fakat her ne olursa olsun, evvelemirde; "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." Ben de edemem:
1. Öncelikle; yazıda, tekrar tekrar, içinde kardeş katline cevaz bulunduğu iddia edilen, Bakara sûresinin 191. ayetini tam olarak alıntılayalım: "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir."
Görüldüğü gibi ayet-i kerime, yazı boyunca, Bahadıroğlu’nun kasettiği türden fitne potansiyeline karşılık birilerinin katlini değil; ’Mekke’den çıkaran, sizinle savaşan insanlara savaşmayı’ salık veriyor. Bu ayetin bütünü böyleyken ve nazil olduğu durumu da lafızlar gayet açık haber verirken, sağını solunu kesip oradan "İleride fitne çıkarabilir tehlikesiyle kardeş katletmek caizdir..." hükmüne varmak, cevaz bulmuş gibi kaynak aktarmak, bana tuhaf geldi. Bilmiyorum, okurlarıma da böyle geliyor mu?
Üstelik ayet, yazı içinde bile istikrarlı bir şekilde meallendirilmiyor. Bir yerde "Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir" denilirken, diğer bir yerde "Fitne katilden daha şiddetlidir" diye meallendiriliyor. Sebep olmak nere, fitnenin bizzat kendisi nere? Fakat benim alıntıladığım Diyanet mealinde bu kısım şöyle: "Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır." Burada da, Asr-ı Saadet döneminde, kâfirlerin müslümanlara ettikleri zulümler kastediliyor. Bir potansiyel tehdit değil. Yapılmış şeyler. Üstelik ayetin sonu da şöyle: "Kafirlerin cezası böyledir." Osmanlı hanedanında isyan etmiş veya etmemiş tüm şehzadeleri önüme koyuyorum. Hangisi (hâşâ) kafir statüsüne giriyor da ayet onlara hitap ediyor?
2. Yazar, daha başlarda kardeş katlinin bir tarihsel sorumluluk icabı olduğunu belirtiyor. Alıntılayayım: "Bir anlamda, tarihsel sorumluluklarının icabını yapmak için evlatlarını, kardeşlerini ve yeğenlerini katletmek gibi, acıtıcı ve yıpratıcı bir fedakârlığa imza atıyorlardı." (Bizi de en çok biz istemediğimiz halde yapılan fedakârlıklar esir alır.) Bir kere, sormadan yapamıyorum, ’göreceli’ bir tarihsel sorumluluk anlayışı, nasıl fıkhî zeminde karşılığı olan katl fiiline cevaz sağlayabiliyor? Dinî hükümlerin hangisi ’tarihsel sorumlulukla’ cevazlandırılabilir? Kur’an, hadis, icma ve kıyas dışında; bir de böyle tarihsel sorumluluk denen, haramı helal kılma gücüne sahip, bir cevaz kanalı mı var? Yine dikkatinizi çekerim: İş ’tarihsel sorumluluk’a kalırsa, Yezit de "Ben devletin selametini, tarihsel sorumluluğumu düşünerek Hz. Hüseyin’i katlettirdim" diyebilir. Tarihsel sorumluluk böyle her yöne esner birşey. Bakanın gözüne bağlı birşey. Fıkha ne derece zemin olabilir ki?
3. Bir de yazı boyunca yazarın yaptığı bir muğalataya dikkat çekmek istiyorum. Yazar, kardeş veya evlat katlinin tamamını isyan eden bireyler üzerinden örneklendiriyor. Mesela; I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, Osman Bey’in amcası Dündar Bey, Musa Çelebi ve Düzmece Mustafa... Bunların tamamı isyana fiilen teşebbüs etmiş, yani potansiyel tehdit olarak kalmamış örnekler. Bunları misal olarak dizdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeş katli fermanını tırnaklayıp, onun çocuk yaşta katlettirdiği, hiçbir teşebbüste de bulunmamış masum biraderini anmamak, ancak hakikati yönlendirme ve renkli gösterme çabasıdır. Kardeş katlinde veya evlat katlinde asıl eleştirilen nokta zaten bu potansiyel tehditlerin katl sebebi sayılmasıdır. Yoksa isyan eden, ordu toplayan insanlar elbette bağy statüsü içinde değerlendirilebilir. Bizim eleştirdiğimiz nokta: İsyan etmemiş, sadece ’edebilir’ vehmiyle masumların katledilmesidir. Buna da yine Bediüzzaman’ın mahkeme savunmalarından bir örnek vermek istiyorum:
"Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?"
İşte mezkur yazıda da tıpkı Bediüzzaman’ın burada itiraz ettiği gibi şu yöntem kullanılıyor: Savcı Bey ayaklandı, Dündar Bey ayaklandı, Düzmece Mustafa ayaklandı. Eeee? O zaman diğerleri de ayaklanır. Bunlar da şehzade ne de olsa! Tıpkı İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkancıyı mahkûm etmek gibi birşey bu da. Ne farkı var ki, buradan bir cevaz kapısı çıkarılabiliyor? Kaldı ki; Bediüzzaman’ın yine başka bir savunmasında dediği gibi: "Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz." Elinden bir günah ortaya çıkmadıktan sonra, ihtimalle insan cezalandırmak nasıl âdil olabilir? Tom Cruise’un Azınlık Raporu filmini anımsayalım.
4. Yazı içinde Ahmet Akgündüz Hoca’ya dayandırılan şöyle bir bilgi var: "İslam hukuku, hükümdara bir takım suçlar ihdas edebilme ve bunlara cezalar koyabilme salahiyeti tanımıştır, buna ta’zir denir. Padişah bir kimseyi bu çerçevede cezalandırabilir ve bu İslam hukukuna aykırı değildir. Siyaseten katl, yani devlet başkanının, devletin birliği ve milletin dirliği için yaşaması zararlı görülen kimseleri öldürtmesi de ta’zir cezalarındandır. Bütün monarşilerde olduğu gibi, İslam hukukuna göre de devlet başkanı yani padişah, yargı gücünü elinde tutar..."
Tabii yazının başından itibaren şüpheci gittiğim için burada da ta’zir nedir diye internette biraz gezmek ihtiyacı hissettim. Bakın, ta’zir neymiş: "Ta’zîr (men etmek, engellemek): Ta’zir cezası yüce Allah’ın miktarını takdir ve beyan etmediği ve takdirini devlet başkanına ya da müctehid olan hakimlere bırakmış olduğu cezalardır. Çeşitli olup (azarlamak, kınamak, terbiye etmek, sopa), hâkimin dilediği kadar verilir. Otorite cezayı affedebilir. Cezaların miktarı zamana göre değişebilir."
Yani sizin anlayacağınız ta’zir, hakkında kesin hüküm bulunmayan suçlara içtihadî olarak verilen cezaları kapsıyor. Yani ne suçsuzluk durumunda işliyor ne de ihtimallere ceza verebilme hakkı sağlıyor. Sadece Kur’an’da, sünnette hakkında kesin bir ceza olmayan noktalarda hüküm vermeye yarıyor. Buradan, yine altını çiziyorum, potansiyel/ihtimal suç tehdidine karşı, çok suistimal edilmesi mümkün, bir cezalandırma yöntemine meşruiyet bulmak nasıl mümkün oluyor? Kaldı ki, monarşiyle İslam hukuku arasında kurulan bağı da anlayamadım ben. Monarşi, İslamî bir rejim mi? Saltanat İslamî mi? Eğer öyleyse, saltanatı kötüleyen hadisleri nereye koyacağız? Bediüzzaman bile Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında olan savaşı ’saltanatın ve hilafetin savaşı’ olarak niteler.
5. Bir de Hz. Ömer’den bir anekdotla alınan bir cevaz var ki; akıllara zarar. Neden böyle söylüyorum: Çünkü Hz. Ömer’in meşrebi aslında bu masum katline en aykırı meşreptir. Adalet-i mahzanın en sağlam uygulayıcılarından birisidir Hz. Ömer. Hatta daha sonra kendisini katledecek olan Firuz isimli kölenin açık tehditine maruz kalmış, "Vallahi bu köle beni tehdit etti" dedikten sonra "O halde katledelim" diyenlere. "Daha elinden bir cürüm sâdır olmadı ki..." cevabını vermiştir. Yazıda örnek verilen Nasr b. Haccac’ın sürgünü meselesi ise; yine Hz. Ömer’in altını çizdiği gibi, ortada ondan kaynaklı bir suç yoktur. Fakat Hz. Nasr, çok yakışıklı olduğu için bölgede kıskançlık ve fitne oluşmaktadır. Hz. Ömer de buradan hareketle, Hz. Nasr’ı hem kendisi hem de başkaları zarar görmesin diye oradan uzaklaştırmıştır. Hayat hakkını elinden almadığı gibi, kendisine bir zarar da vermemiştir. Ancak kardeş/evlat katli, geridönüşümü olmayan bir şekilde hayat hakkını insanın elinden almaktır. Nasıl bu olayla kıyaslanabilir?
6. Her neyse... Yazı çok uzadı. Son birşeye daha temas edip bitirmek istiyorum. Yazıda örnek verilen Cem Sultan ve II. Bayezid Han meselesi. Burada Cem Sultan’ın haksızlığının altı çiziliyor. Tamam, öyle olsun. Fiilen de isyana girişmiş zaten. Bağy sayılabilir belki. Peki ben Yavuz Hocama sormak istiyorum: Bu kardeş isyanlarında başarılı olanlar kahraman, başarısız olanlar hep suçlu mu sayılıyor?
Yavuz Sultan Selim Han mesela, veliaht kendisi değilken, isyan edip babasıyla savaşsa ve başarsa kahraman; Cem Sultan, kardeşiyle savaşıp kaybetse isyankâr mı oluyor? (Amca haksız, yeğen haklı yani.) Hatta öyle ki; II. Bayezid kardeşlerine birşey yapmaması şartıyla onu tahta geçirmesine rağmen, kardeşlerini ve yeğenlerini tamamıyla katlettirebiliyor? Burada "el-hükmü li’l-galip: galip gelen her zaman haklıdır" düsturuyla mı hareket ediyoruz? Eğer öyleyse bilelim, çünkü ona da Bediüzzamanca bir itirazımız var. Bu kaidenin felsefenin kem bir kaidesi olduğunu Bediüzzaman Ene Risalesi’nde söylüyor.
Hülasa; şu kardeş katli meselesi ciğerimizi yakan bir mesele. Neden bu mevzuda padişahları günahlardan beri tutmaya çalıştığımızı doğrusu anlayamıyorum. Öyle kem bir kaide ki, bu; buradan çıkarılacak devlet menfaatine uygunluk hükmüyle tarih boyunca her türlü zulüm işlenmiş. Devletin menfaati denmiş; bireylerin masumiyeti, hakları hiçe sayılmış. Bütün bunlar yaşanmışken, tarafsızca tarihi anlatmak yerine, dinin içinden padişahlara referanslar bulmaya çalışma, onların bu yaptıklarını masumlaştırma, ne işe yarar? Şu işe yarar belki: Bugün şehzade katline meşruiyet bulursan, yarın tehcire de aynı mantıkla meşruiyet bulursun. Sonra Dersim katliamı da (madem isyan var) meşru hale gelebilir. İçlerinden biri isyan etti diye, devlet menfaati için, on masumu onlarla beraber katledebilirsin. (Potansiyel var çünkü.) PKK yüzünden bütün Kürtler, Asala yüzünden bütün Ermeniler suçlu olabilir.
"Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor."
Bugün de en çok buradan darbe yiyoruz. Dindar hürriyetperverler, yine dindar devletseverler tarafından devlet menfaatinin gereklerine ikna edilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç üçüncü yol aranmamış. Hep "Devlet mi, evlat mı?" denmiş. Ta ki, Sultan Ahmed’e kadar. Üçüncü yol aranmadan, nasıl insanlar böyle bir seçimle ve soruyla başbaşa bırakılıyor? Ben buna itiraz ediyor ve "Hakikatin yolu bu değil, hem Kur’an, hem sünnet böyle söylemiyor!" diyorum. Bediüzzaman’ı da şahit tutuyorum. Sesim ne Ahmet Akgündüz ne de Yavuz Bahadıroğlu kadar güçlü çıkar, ama olsun. Karınca safını belli eder. Christopher Hitchens’ın dediği gibi: "(...) zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması öğretilerek eğitilemez."
Not: Daha muhterem hocama, verdiği misalden hareketle; Hz. Hızır’ın beşerî kayıtların bir kısmından kurtulmuş ve nebî ferasetine sahip olduğunu; ancak siyasilerimizin ne böyle bir kayıtsızlığa, ne de böyle bir ferasete sahip olmadıklarını, ismetle korunmadıklarını; ayrıca tırnaklanan misale rağmen ululazm peygamberler içinde Hz. Musa’nın isminin geçtiğini, Hz. Hızır’ın makamca ondan geride olduğunu ve bu yüzden yolunun Hz. Musa’nın yoluna nazaran genel olmadığını hatırlatacaktım. Padişahlara (hâşâ) bir peygamberlik atfetmiyorsak, kardeş katline buradan nasıl bir cevaz çıktığını da hayretle soracaktım. Ama yazı çok uzadı. Birçok noktasına temas etmekten vazgeçtim. Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim: "Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?" Ha, bu arada, yazının sonundaki adalet-i izafiye tarifi de yanlış. Doğrusunu bu yazının başında, Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde bulabilirsiniz.
[1] Anatole Franse’ın Penguenler Adası eserinden (Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabına yaptığı alıntıdır).
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat’tan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...